İnsanlar, oldukça inandırıcı görünen görüntülere aldanabilir ve bu görüntüleri "gerçek madde" sanabilirler.
Tarihteki ilk "sinema gösterisi", bunun ilginç bir örneğidir. 1895 yılında Auguste ve Louis Lumierez adlı iki Fransız mucidin Paris'te yaptıkları bu ilk gösteride, istasyona yaklaşmakta olan bir trenin görüntüsü perdeye yansıtılmış, ancak salondaki izleyicilerin çoğu, trenin kendilerini ezeceğinden korkarak panik halinde dışarı kaçmışlardır.
Bu örnekten de anlaşıldığı gibi, bir görüntüyü "gerçek" sanabilmemiz, görüntüdeki teknik kalite ile yakından ilgilidir. İlk kez bir sinema perdesi gören insanlar, bu o dönem için çok üstün bir teknoloji olduğu için, gördükleri trenin "gerçek" olduğunu sanmış ve paniğe kapılmışlardır. Bugün ise aynı etki, hologram (üç boyutlu görüntü) oluşturan özel gözlükler sayesinde elde edilebilmektedir. Bu gözlüğü takan insanlar, gözlerinin önünde oluşturulan sanal dünyanın gerçek olduğu hissine kapılmakta, bu hisse göre davranmaktadırlar. Oysa bu esnada, bunun tamamen sanal bir görüntü olduğunu kesin olarak bilmektedirler.
Peki "gerçek dünya" dediğimiz görüntülerin durumu nedir? Bunlar da teknik kaliteleri nedeniyle bizi yanıltan birer hologram olabilirler mi?
Bu sorunun cevabını bulmak için, öncelikle "görme"nin ne olduğu hakkındaki bilgilerimizi yeniden düşünmemiz gerekir.
Dışarıda Işık Yoktur
Günümüzde bilim adamlarının son bilimsel bulgular ışığında vardıkları ilginç bir gerçek vardır: Dünyamız gerçekte zifiri karanlıktır. Çünkü bugün artık bilinmektedir ki, ışık tamamen subjektif bir kavramdır; yani insanların beyninde bir algı olarak oluşur. Gerçekte dış dünyada ışık yoktur. Ne lambalarımız, ne araba farları, ne de en büyük ışık kaynağımız olarak bildiğimiz Güneş gerçekte ışık saçmaz.
Güneş ve diğer "ışık kaynakları", sadece çok çeşitli dalga boylarında farklı türde elektromanyetik parçacıklar saçar. Bu parçacıklar, yapılarının öngördüğü şekilde evrene yayılır. Bunlardan bir kısmı dünyamıza ulaşır ve yine yapılarının gerektirdiği çeşitli etkiler oluşturur. Bu etkiler, parçacığın hacmine, ağırlığına, hızına, frekansına göre değişir.
Örneğin birçok radyoaktif parçacık vücudumuzun içinden geçip gider. Onları ancak kurşun levhalar durdurabilir. Bu parçacıkların bazıları o denli ağır ve enerji yüklüdürler ki, çoğu zaman çarptıkları molekülü parçalayarak yollarına pek sapmadan devam ederler. Bu, radyasyonun kansere yol açmasının altında yatan nedendir. Daha güçsüz bir tür radyasyon olan röntgen ışınlarından yararlanılarak röntgen makinaları üretilmiştir. Bu makinaların yaptığı iş, radyo dalgalarının oluşturduğu etkiyi "görülebilen ışığa" çevirmek, yani gözlerimiz tarafından algılanabilir hale getirmektir.
Radyo dalgaları parçacık içermedikleri için çarpışma anında insana zarar vermezler. Bu dalgalar hiçbir duyumuz tarafından algılanamaz, ancak evlerimizdeki radyolar bunları kulaklarımız tarafından duyulabilir ses dalgalarına çevirir. Radyoda bir yayın yokken duyulan hışırtı, aslında Güneş ve tüm yıldızlar tarafından evrenin başlangıcından bu yana yayılan kozmik fon radyasyonunun "sesidir". Burada "ses" kelimesi ile kastedilen, bu dalgaların radyolarımız tarafından işlenerek kulaklarımız tarafından duyulabilir hale getirilmesinden sonra beynimizde oluşturdukları algıdır.
"Işık" dediğimiz algıya kaynaklık eden fotonlar ise çok daha hafif parçacıklardır ve çoğunlukla ilk çarptıkları atomdan sekerler. Üstelik bunu yaparken çarptıkları yere pek bir zarar da vermezler. Frekansları, yani titreşim hızları nedeniyle daha fazla enerji yüklü olan morötesi (ultraviyole) ışınları, cildimize nüfuz edebilir ve bazen genetik şifremizde bozulmalara neden olabilir. Belli saatlerde güneş ışığına çok fazla maruz kalmanın kansere neden olabilmesi bundandır.
Frekansları gereği kızıl ötesi (enfraruj) olarak adlandırılan fotonlar ise çarptıkları yüzeyde enerjilerinin bir kısmını bırakırlar ve buradaki atomların titreşim hızını, yani ısısını artırırlar. Bu yönleriyle kızıl ötesi ışınlar, ısı ışınları olarak da adlandırılır. Akkor haline gelmiş bir kömür sobası veya bir elektrik sobası bol miktarda kızıl ötesi ışın yayar. Bu ışınlar cildimiz tarafından sıcaklık hissi olarak "görülür", yani algılanır.
İşte fotonların bir kısmı da vardır ki frekansları morötesi ve kızıl ötesi ışınların arasında kalmıştır. Bunlar gözümüzün arkasındaki retina tabakasına düştüğünde buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline çevrilirler. Biz de gerçekte fiziksel birer parçacık olan fotonları "ışık" olarak algılarız. Eğer gözümüzdeki hücreler fotonları "ısı parçacıkları" olarak algılasalardı, o zaman bizim için ışık, renk ve karanlık olarak adlandırdığımız kavramlar hiçbir zaman olmayacak, cisimlere baktığımızda onların sadece "sıcak" veya "soğuk" olduklarını hissedecektik.