Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: EZOTERİZM, FARKINDALIK ve KENDİNİ BİLMEK  (Okunma sayısı 16867 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ağustos 21, 2008, 02:12:42 ös
  • Ziyaretçi

Ezoterizm’in önce kelime anlamı ile, edebi bir tarifinin yapılması gerekir. Sözlük anlamı olarak ezoterizm yalnızca belli sayıda müride açıklanan, halkın düzeyine inmeyen ya da inmemesi gereken doktrine denir. Görünümde olan, kütlesi bulunan canlı cansız tüm varlıklar kendi derinliklerindeki içsel yapılarında öyle olmuş olmalarının ya da varoluşlarının ontolojik nedenlerini ve niçinlerini içlerinde saklarlar. Dünyevi yaşam modelinin tek düzeliği, yani yüzeyselliği, aldatıcılığı, bir hayalden ibaret olduğu sonunda anlaşılan sanal gerçekliği asırlar boyu, az sayıda da olsa, bazı insanların ilgisini çekmiştir. Bu dünyada kısa bir süre için de olsa, var olduklarını bir fırsat bilen, uyanma ve farkına varma bilinci, dolayısıyla da gereksinimi içinde olan bu insanlar, içsel sırlara ermeyi kendileri için vazgeçilmez bir amaç olarak seçmişlerdir. İşte bu sırlara ezoterizm denir. Yapılan tüm çabalar sonucunda ortaya çıkan yorum veya daha doğru bir deyişle idraklere, ezoterik bilgiler, bu yoldaki çalışmalara ezoterik eğitim-öğretim, bunu yapan, uygulayan kişilere de inisiye denir. Başka bir deyişle ezoterizm sembolik olarak saklı bir gerçeği, gizli manayı meydana çıkarmaktır yani kutsal olana derin bir bakıştır.

 İnisiyasyonun dilimizdeki karşılığı ikrar’dır. İkrar, dışarıdaki yabancı, bigane kişinin mahrem kişiye dönüşmesi, içeri alınması olup bireyde, varlığın bir alt kademesinden bir üst kademesine geçişi, ruhsal olarak gerçekleştirmeye yönelen süreçtir. Burada söz konusu olan, bir takım sembolik fiiller, edimler, manevi ve fizik deneyimler aracılığıyla, yeni bir hayata doğmak üzere öldüğü hissini aşılamaktır. İkrar'ın Batı dillerindeki karşılığı olan `initiation', Latince'deki `initium' sözcüğünden gelir. `İnitium' başlangıç, giriş demektir. Mahrem, ikrarlı karşılığı olan `initie' (inisiye) de `yola koyulmuş adam' anlamına gelir. ikrarlı kişi mutasavvıf'tan (mistik'ten) burada ayrılır. Mutasavvıf, çoğu zaman bir münzevidir, bir `intizamsızdır'. Ancak mutasavvıf şanslı bir hakikat yolcusudur. O nota bilmeden en güzel besteleri yapabilen bir doğaçlamacı gibidir. Oysa, ezoterik öğretilerde kişi ancak ikrara dayanan (initiatik) bir örgüt tarafından mahrem kılınabilir. R. Guenon'a göre, “Öğrenilip aşılanabilecek tek şey bu hallerin kazanılmasına hazırlayıcı metodlardır”. Aristoteles, Eleusis Gizemleri'nden sözederken, “öğrenmek yerine duymak” diyordu. Demek ki, ikrar yolu ile kişi kendi kendini kesin şekilde `gerçekleştirmekte', saklı olanaklarını kuvveden fiile çıkarmaktadır. Gene müritlere göre ikrar hali, bir defa kazanılınca artık kaybedilmeyen daimi bir hâldir. Burada unutulmaması gereken, bu “hal” in bir amaç değil bir yalnızca öyle oluş olduğudur. Ezoterik bilgilerin inisiyeye verilmesinde genellikle bir mürşide gereksinim vardır. Ancak, mürşit inisiyeye bu bilgileri o gerçekten aradığı zaman ve gerektiği miktarda vermelidir. Yani ezoterik öğretide yeni aşamalar sağlayacak bilgi susuzluğu ancak giderilecek kadar karşılanmalı böylece adayın arayış istenci hep canlı tutulmalıdır.

 Bilim ve bilinç bir birikimdir ve yavaş yavaş oluşur. O nedenle ezoterik öğreti insanları aşama aşama hakikate ulaştırmayı öngörür. Bu aşamaların esası sırlardır. Bu sırlar gizlidir ve verilmez ancak yaşanır, ya da oluşturulur. Nedeni ise bu sırların derin ezoterik anlamları arayış içinde incelenirken, inceleyenin de kendi bilinmeyen derinliklerine inmesinin gereğidir. Her objenin aynı zamanda bir simge potansiyeli ile yüklü olduğu ezoterik çalışma yönteminde aşama aşama hassaslaşan bir merhaleler zinciri izlenir. Yavaş yavaş oluşan bu birikimlerin somut ve görece doğalarından en soyut ve hassaslaşan temellerine indikçe sır ancak yaşanır ya da oluşturulur. Aksi takdirde, sır verildiği anda dogma doğar. Çünkü o verenin sırrıdır ve böylece içtenselleştirmediğinden dolayı alanın da dogması olur. Zaten bu nedenle ezoterizm bu içsel sırları onları idrake uygun olmayanlardan saklamak için görünüm değişimini veya başka bir deyişle imgelerdeki anlam yelpazesini kendisine temel unsur seçmiştir. Sembolizm böylece ezoterik öğretiye girmiştir. Jung’a göre, semboller psişik yapının kollektif imgeler deposu işlevini üslenirler ve bilinçdışı enerjiyi aktarmakta kullanılırlar. Simgeler, iletişim araçlarıdır; temsil ettikleri imgenin doğrudan özü olarak algılanmamalıdırlar. Bunların yanında menkıbe, alegori ve lejantlardan da sıkça yararlanılır. Böylece, kişi sembollerle düşünmeyi ve gizem çözmeyi öğrendikçe, genişleyen ve güçlenen zihninin artan bilinç kapasitesi ona zaman içinde aynı sembol ya da lejant’dan daha derin sonuçlar ve idraklar çıkarabilmesini sağlayacaktır. Görüldüğü gibi ezoterizm bu sayede sakladığı sır ve gizemleri, sözcüklerin sınırlı anlamları ile gerektiği şekilde nakledilememe tehlikesini de önlemektedir.

 Burada öğrenilmesi gereken ilk şey her türlü sembolle rahat çalışabilmektir. Kullanılacak sembollerin ezoterik ve okült (gizli) ilintileri vardır. Bunların haricinde kişinin aklına herhangi bir şey gelmemesi gerekir. Bunları kullandığı herhangi bir aletle farksız görmelidir. Aynı, ameliyat yapan bir cerrahın her türlü aleti ayrım yapmadan kullandığı gibi. Cerrah, eğer eline aldığı her aleti kafasında oluşturduğu çağrışımlarla bağdaştırmaya kalkışsa hasta açısından vahim bir durum ortaya çıkar. Aynı objektiflik ve tarafsızlık Hermetik öğrenci için de geçerlidir. Herhangi bir sembolü kullanırken, o sembole yüklenmiş duygusal içeriği değil, sembolün okült içeriğine erişilmelidir. Duygusallık, hakiki olana doğru yapılan arayışlarda ayak bağı olacak ve taraf olmaya meyleden sapmalara yol açacak engebeler ve engeller olarak düşünülmelidir. Duygusal yüklemeler bazı sembollerin bize çekici ve bazılarının itici gelmesine yol açmıştır. Duygusal yüklemeye tabii semboller arasından gamalı haç, haç, altı köşeli yıldız, beş köşeli yıldız, hilal vs. vardır. Ama aslında bütün bunlar ve nice başka sembol, okülttür. Her biri belirli ezoterik yasaları betimler ve kişi tarafından gereğinde kullanılır. Ezoterizm batıni ve kadimdir, kökleri tarih öncesine, ırkların, ulusların ve dinlerin daha henüz ayrışmadığı bir devire iner. Ezoterik çalışmaların içeriği sosyo-politik, ekonomik, veya hukuki değerlere ancak dolaylı yolla deyinir, ferdi ve grup açısından ise gelişmeye yönelik olup okült bilimlere dayanır. Dinlerin harici, zahiri yönleri değil, sadece evrensel gerçeklere dayanan ezoterik, batıni yönleri ilgi alanına girer.

 Görece düzenin tüm şekil, obje ve hatta fenomenleri esas olarak en temel fiziki varlık ve enerji alanı olan kuantum alanının birer görünümü olarak ortaya çıkmış olduklarından her biri birer sembol değerinde düşünülmelidirler. Taşıdıkları anlam yelpazesi henüz ifade dahi bulmamış, oluşmamış bir enerji kaynağı durumundan, tarif bulmuş, en kaba biçimi ile ortaya çıkmış veya başka bir deyişle ifade bulmuş oluşumlar, varlıklar, objeler ve fenomenler olarak görünüm kazanırlar. Biz bu iki düzenden, saf enerji alanı halinde olan ve hiç kaybolmayan, hep var olan, vasıf ve sıfat dışı olan birincisine MUTLAK, sürekli değişen, doğan ve yok olan, sıfat ve vasıf taşıyan şekil, varlık ve fenomen alemine ise GÖRECELİ düzen demekteyiz. Bunların ikisi arasında gerçekte hiç bir fark olmamakla beraber, birbirlerinden bütünüyle ayrı boyutlarda olduklarına dikkat edilmelidir. Birincisi durgunluk ve saflığı benimsemiş, zaman ve mekan üstü olduğundan sonsuzluk boyutunu seçmiş ve ancak Evrensel Yasanın çok karmaşık Karmik yapısı ile hareketlilik ve işlev kazanan düzendir. İkincisi ise, zaman-mekan sarkacından ayrılması olası olmayan ve bu nedenle neden-sonuç ilişkisi temelli bir oluşum yapısı, bir Karmik düzen taşıyan, doğum-ölüm döngüsünün şaşmaz kuralları içinde, fenomensel ve sürekli değişken bir göreceli dünyevi akış. Bu iki düzen sürekli olarak boşlukta birbirlerine dönüşürler. İşte bu nedenle temel kimliğimiz, doğum ve ölüm, zihin veya vücut değildir. Fakat daha temel olan evrensel ve sonsuz olan kozmik bilinçliliktir. Kendini bilme veya bilinçlenme fiziksel beyinde merkezlenmiş zihnin bilinçlenmesinin bir fonksiyonu değildir. Tam tersine, sonsuz bilinç, bizim gerçek benliğimizi, zihni ve kozmoz’u aynı şekilde yaratmıştır. Kozmik bilinç zaman ötesidir ve ölümden etkilenmez. M.Ö. 540 – 480 yılları arasında yaşamış Herakleitos sanki “ Ölümlüler ölümsüzdür, ölümsüzler ölümlü. Birbirlerinin ölümlerini yaşarlar, yaşamlarını ölürler “ derken bunu kastetmektedir. Yunus Emre de aynı şeyi aşağıdaki dizeleriyle anlatmaktadır:

Ten fanidir can ölmez
Gidenler geri gelmez
Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil 

Ezoterik eğitimin temeli öncelikle kendimizi bilmeyi öğrenme yoluna girip, daha sonra buna bağlı olarak hakikati arama yolunda kısmetimiz kadar ilerleyebilmektir. İşte, bunun için öncelikle inisiyasyon gerekir. Ezoterik örgütlerde inisiyasyon; insanın kendi özgünlüğünün bilincine varması sürecidir. Bu da, temel kültür kavramlarının yorum ve kıyas yoluyla, enine boyuna irdelenmesini gerektirir. Bu nedenle, kültür kavramlarının özümsenmesi doğrudan bilinçlenme, inisiyasyon sürecinin kendisini oluşturur. Simgeler ise, kavramların billurlaşmış hali, somutlanmasıdır. Somut olarak yaşananların soyutlanması kavramları, soyut kavramların yeniden somutlanması da simgeleri oluşturur. Fakat, inisiyasyon çabası içindeki her birey için, somut simgeler o bireyin kendi soyut yorumunu yaratacak, soyut yorum da, bireyin yaşamında somutlaşacaktır. Doğaldır ki bunu yapabilmek için binlerce yıllık geçmişin hesabını da yapabilmek gerekir.  İnsanı anlayan evreni kavrar çünkü gerçek bilgi içimizde mevcuttur, bu nedenle kendini bilmek bütün bilimlerin temelidir ve doğru bilgi doğru eylemi gerçekleştirir. Yunus Emre'nin dediği gibi

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır

 Kendini bilmek kolay olmayıp çok zahmetli bir sınavdır. Fakat bir sınavın üstesinden gelmenin tek yolu, ne kadar zor olursa olsun onunla yüzyüze gelebilmektir. Bu kaçınılmazdır. Aslında insanların ta en derinlerindeki öz nedeniyle hakikati bilmelerine karşın bu, çıkar, maddecilik, güvensizlik ve korku denen kalın ve baharatlı bir kabuğun altında gömülü kalmıştır. Çünkü varoluşlarının tüm dakikalarını yüzeysel, yapay, geçici, hoş lezzetli, hoş görünüşlü tasarılar yapmakla geçirip, yaşamlarının pek az zamanını sonsuz varlıklarını geliştirecek eylemlere ayırırlar. Halbuki evren hala tasarlanmakta olan bir projedir ve maalesef insanlar birer varlık olduklarını anlayamayacak kadar meşgul görünmektedirler. Bu nedenle de hakikati yaşamak yerine, koşulların ve durumların evrensel yasayı, konfor, maddecilik ve güvensizlik altına gömmelerine izin verirler. Hakikati yaşayamayan çoğu kişi belirli ritüellere uydukları takdirde gelecek cennetimsi bir durumda keyiflerini süreceklerini inandıkları sonsuz bir mutluluk düşüncesine sığınırlar. Fakat evrende bizim tarafımızdan gözlemlenebilir her şey geçici olduğundan ve ne ebedi var olmaya ne de yok olmaya değil de yalnızca sonsuz bir dönüşüme tabi olduklarından kolayca gözlemlenemeyenin de aynı evrensel sabit değişim yasasına uyacağını öngörmek akıllıca olur. Doğaldır ki hakikati yaşamak çok güç bir iş olup yüksek bir düşünme gücü ve bilinç gerektirir. Buna karşın bir çok kişi düşündüğünü sanır. Halbuki tek yaptıkları önyargılarını yeniden düzenlemektir. İşte bundan dolayı son aşama olan kendini bilmeyi öğrenmek zordur.

 Unutulmamalıdır ki zorluklarla mücadeleye girişmiş bir akılda daima güzel şeyler bulunur. Onun için mücadele ederek kamil insan olma yolunda bilgi ve dolayısıyla bilinç seviyemizi yükseltmemiz gerekir, böylece dış görünüşler süpürülüp kökendeki araştırılabilir. İnsanlar tüm korkulardan özgür olmalıdır. Tutkularını bırakabilmelidir, çünkü tutku demirin üzerindeki pas gibidir, onun parlaklığını, gerçek yüzünü örter. Gerçek ruhsallık, güdülmeyen Ben yani mantık ve sevgi uyumudur. Hakikatin yolu yoktur ve hakikat sınırsız ve koşulsuz olduğu için organize edilemez. Hakikat her yaprağın altında, her gülüşte, her gözyaşında, kişinin sözcüklerinde, duygularında, düşüncelerindedir, çünkü yaşamın kendisi koşulsuz hakikattir. Dolayısıyla, hakikat her birimizin içindedir, onu ancak yalnız başına, onu gizleyen örtüyü kaldırarak kendimiz keşfederiz. Örtüyü kaldırmak ise sahte olanı keşfetmektir. Sahte olan tanındığı anda ortadan kalkar ve hakikat ortaya çıkar. Koşullandırılmış beyinler, teoriler, rahatlatıcı tezler, cehaletimizi ve bencilliğimizi görmemizde bize yardımcı olamaz. Kendimize berrak gözle bakabildiğimizde gerisi gelecektir. Bunun ilk adımı,  zihnin farkına varılmasıyla atılır. Daha sonra başarmasız başarmayı amaçlayan zihin denetim teknikleri kullanarak zihnin kendi içine döndürülmesi ve varlığımızın en iç girintilerinin araştırılmasıyla ne sizin ne benim ne de başkasının olan zihin boşaltılabilmelidir. Bir ayna nasıl her an önüne gelecek olan bir objeyi görüntülemeye hazır ise boş zihinde her şeyi aksettirecektir. Tıpkı obje aynanın önünden çekildiğinde aynada iz kalmadığı gibi boş zihinde her bir şey, iş bittiğinde bir iz bırakmadan kaybolacaktır, zihin olaylardan etkilenmediğinden tarafsızlığını koruyacaktır. Böylece tüm görecelikler var olmayan olarak görülerek geriye algılanacak bir şey kalmaz. Algılanacak bir şey olmaması, tüm değişik görünüşleri gözlemlemek fakat onlardan etkilenmemek yani şeklin ötesine geçebilmek, manayı yakalayabilmektir. Bu sayede aydınlanmayı başarıp hakikate erişebiliriz. Kişiyi olgunlaştıran yalnızca hakikatin algılanmasıdır. Bunun için de kişi ona bölünmemiş dikkatini vermek zorundadır ve bu bölünmemiş dikkat ancak hiç bir seçim, dolayısıyla dikkatin dağılması fikri olmadığı zaman ortaya çıkar.

 Zihni boşaltabilmenin en önemli ögelerinden biri de an’da yaşayabilmektir. An’da yaşanıldığında ve an’a tüm dikkatimiz verildiğinde belleğimiz kayıt yapmaz. İnsan duygusal belleğinde kayıtlı anıları tekrar tekrar hatırlayarak acı çeker. Bu nedenle de geçmişte yaşar. Geçmiş ya da gelecekte yaşayan kişi de an’a tüm dikkatini veremez. An’ın kendisini “şimdi ve burada” yaşayamaz. Farkındalığın olduğu yerde tepki olmaz ve farkındalık ışığını an’a yöneltmeyen kişi, bir an sonra geçmiş olacak anların karanlığında kalmaya kendini mahkum eder. İşte bu da, karanlık, cehalet, bencillik ve bağımlılığı doğurur. An’da tüm farkındalığımızla dolu dolu yaşadığımızda hiç bir eksiklik kalmayacağı için, bir an sonra “geçmiş” olacak olan bu an, eksikliği tamamlamak için bizi kendisine doğru çekmez, ve biz yeni bir an’ı deneyimlemek üzere tümüyle özgür oluruz. Her şey doğası gereği tamamlanmak, bütünleşmek, bir olmak ister. Tüm dikkatimizi veremediğimiz için tamamlanmayan an da daha sonra tamamlanmak umuduyla bellekte “kaset” olarak kayda geçer. Sonunda bu kasetler öylesine çoğalır ki zamanla insanın tüm yaşamı, kasetlerle yönetilir hale gelir ve kişi adeta robotlaşır. Robotlaşan kişinin de hakikate varması olası değildir. Anılar ve hayaller kesildiği zaman geçmiş ve gelecek te varolamaz. Şimdiki zaman her ikisinden de daha katı bir şekilde var olmayı sürdürür, fakat geçmiş ve gelecek zamanla ilişkili olarak düşünülmediğinden o artık şimdiki zaman olarak adlandırılamaz. Aydınlanmış kişinin zihni zamansal ilişkilerden bağımsızdır.

 Robotlaşmanın getirdiği cahilliğin doğurduğu üç zehir; yanlış arzular, öfke ya da tutku ve bireyin kendi gerçek doğasını bilmemesidir. Bu zehirlerden bütün düşüncelerimizi ve bizi “Samsara” nın yeniden doğum çemberine bağlayan hareketler doğar. Halbuki an’da yaşayan, tüm bağımlılıklarından kurtulmuş kişi Nirvana ve Samsara’nın bir olduğunu bilir. Bu, her ikisinin de aynı olduğu demek değildir. Burada, her şeyin gerçek veya ayrılmamış şeklini ve geçici, ayrılmış şeklini ikisi arasında bir ayrım yapmadan algılama kastedilmektedir. Yokluğa tutunup gündelik hayatı boşverenler de en az nesnelere nesne gözüyle bakıp temeldeki birliği algılayamayanlar kadar hatalıdırlar. İlerleyiş yoluna yeni başlayanlar, nesneleri nesne olarak algılayanlar mümkün olduğunca temeldeki birlik fikrine takılmalı ve böylelikle kendilerini daha sonra gelecek olan sezgisel anlayışa hazırlamalıdır. Deniz dalgalarının hareketi ve yer değiştirmesi üzerine düşünmek yararlı bir simgesel yaklaşımdır. Dalgalar ve deniz temel madde olarak aynıdır. Ancak verili bir zamanda ele alındığında dalga bireysel etkinliğini o an dışında koruyamaz. Çünkü onu kapsayan su hiç bir an bir diğer anın tamıtamıyla aynı değildir. O yüzden uzaktan bize ulaşana kadar sahip olduğu her damla, ilk görüldüğü andaki damlalarından tamamıyla farklı olacaktır. Öte yandan deniz suyu deniz suyudur ve dalga da bütünüyle deniz suyundan ibarettir. Yani her dalga aynı zamanda boşluktur. Sırf düzensiz şekilde değişen ve okyanusun içindeki diğer tüm dalgalarla aynı kaynaktan oluşan bir görünüştür. Ancak, bir tekneyi alabora edebilir ve bu yüzden sıradan insanların bakış açısı ile tam bir gerçektir ve bu anlamda geçici bir bireysellik sahibidir. Temeldeki boşluğu korumasına karşın boşluk değildir. Çünkü, doğal olarak Boşluktan görece oluşların geçici oluş karakteristiğine geçildiğinde karma olması en doğal beklentidir. Görüldüğü gibi bu metaforda, Deniz Suyu “MUTLAK”, Dalga onun “GÖRECELİ” görünümü olarak başarılı olarak anlatılmak istenmiş ve özellikle göreceli olanda “geçicilik” çarpıcı bir biçimde belirtilmiştir.

 Her şey zıddıyla kaimdir, böylece varlık ve yokluk birbirlerini üretir, zor ve kolay birbirini tamamlar, uzun ve kısa birbirini biçimlendirir, ön ve arka birbirini izler, yüksek ve alçak zıtlığı doğurur ve zıtları, ancak hakikatin özüne varanlar birleştirebilirler. Çünkü, hakikat hep aynı hakikattir. Değişen yalnızca, duyan, gören, bilen ve idrak edenlerin bakış açıları ve seviyeleridir. Maya, birleşik şuuru başka bir deyişle kozmik bilinci farklılaştırdığı için kişi nesneyi kendisinden ayrı evrenin içinde sayısız parçalara ayrılmış olarak görür. İşte bundan dolayı Nirvana ve Samsara her zaman baki olan hakikatin iki yüzüdür. Tao’cu bir deyiş şöyle der: “Bir ikiyi doğurur. İki Üçü. Üç tüm binlerce eşyayı. Bundan boşluk ruha, ruh yaşama, yaşam öze ve öz de şekle dönüşür. Tam tersi olarak binlerce eşya üçe, üç ikiye, iki bire döner. Dolayısıyla bu enerjilere bol miktarda sahip olmak yararlıdır” çünkü çeşitlilikten birlik doğar. Bir veda duası şöyle demektedir: “Götür beni. Hakiki olmayandan hakikate. Karanlıktan ışığa. Ölümden ölümsüzlüğe”. Aslında hakikate eren gördüğünü tanır. Unutulmamalıdır ki cehalet ve ondan kaynaklanan her şey tüketilebilir, fakat bilgeliğin ışığında görülebilen bilgi ve gerçekler tükenmezdir.

 Yaşamın örümcek ağını ören insanın kendi değildir. O, bu ağda yalnızca bir teldir. Bu tele yaptığı her katkıyı aslında kendine yapmaktadır. Çünkü gerçek mutluluk iç barış ve huzurdan gelir, bu da iyilik tohumlarının ekilmesiyle, şefkatle ve merhametle cehaleti, bencilliği, açgözlülüğü yoketmekle gerçekleşir. Şefkat ve merhameti ise büyük kentlerin renkli vitrinlerinden satın alamayız ya da makinada üretemeyiz. Ancak içsel gelişmeyle akıl ve vicdanımızı çalıştırarak elde edebiliriz. Zaten akıl ve vicdan tıpkı vücudumuzun kasları gibi çalıştırılmadığında zayıflar. İşte bu çalışmalar bizi tam tarafsızlık haline getirir. Tam bir tarafsızlık durumuna gelmeyi öğrendiğimizde, her şeyi temel birlik durumunda görebildiğimizde ise zihinlerimizin o doğuştan gelen saflığıyla huzurlu yaşarız. Hem de bu zihinlerin bizim bile olmadığını fakat yaratılmamış, her zaman var olan zihin olduğunu keşfederek.

 Tüm soru olmak ya da olmamak değildir. Soru aynı zamanda ne olduğumuzdur. Gerçekten et ve kemikten oluşmuş insanlar mıyız? Dünyamız gerçek şeylerden mi oluşuyor, yoksa bilinç mi bizi çevreleyen. Aslında, şeyin kendisine dair kesin bir bilgimiz olamaz. Yalnızca şeyin görünenini bilebiliriz. Buna karşılık insan aklının şeyleri nasıl kavradığını deneyime dayanmaksızın söyleyebiliriz. Nitekim, gökgürültüsünden önce geldiği için şimşeğin gökgürültüsünün nedeni olduğu sanılır. Halbuki bu ikisinin de nedeni bir başka üçüncü etmen olan bulutlardan elektrik deşarjıdır. Benzer şekilde Fransız filozof ve matematikçisi Descartes: “Rüya görürken de gerçek bir şey yaşadığımızı sanırız. Gerçek duygularımızı rüyadaki duygularımızdan ayırt edebilir miyiz? Bunu iyice düşündükten sonra uyanık durumumuzu rüyadan ayırt edebilecek tek bir özellik bile göremiyorum” diyerek devam eder “Tüm yaşamın bir rüya olmadığından nasıl emin olabilir insan”. William Shakespear “As you like it” adlı eserinde o şiirsel anlatımıyla şöyle der: “Tüm  dünya bir sahnedir, yalnızca birer oyuncu olan kadınlarla erkeklerin sahneye girip çıktığı. Ve tek bir insanın ömrü boyunca pek çok rol oynadığı”. Aslında sonsuzluk içinde varolan insan, ya şuur boyutunda kendisini tanıyıp sonsuza ayna olma huzur ve saadetini yaşayacak ya da bilgi ve idrak yetersizliği nedeniyle kemalini şartlanmalara bırakmış bir halde, ben bir maddeyim vehmi ile et ve kemik batağında mahvolacaktır. Zaten insanla diğer canlılar arasındaki fark ta, insanların gördüklerinin ardına geçebilmesi kadardır. Unutulmamalıdır ki bir insan yedi yaşındaki inançları ile otuzyedi yaşında kendini hala iyi ve mutlu hissediyorsa, ömrünü boşa harcamış demektir. Zaten yaşamın bizzat kendisi de, sürekli öğrenmek ve öğrendiklerini yaşayabilmek içindir. 



Kasım 29, 2008, 06:03:46 ös
Yanıtla #1
  • Ziyaretçi

bastim topraga elimi kapadim gozlerimi binlerce satir yazinin bana anlatmak istedigini hissettim bir "an" da
beynimde butun evreni ayirdim toz parcalarina bir taneside ben oldum o anda once dunyanin merkezine indim damarlarimda hissettim varoldugum evreni sonra gunesle bir oldum atesti beni var eden sonra suydu dengeleyen havaydi yasatan ben varim cunku
"var" edeni damarlarimda tasiyorum kaybolur  giderim birgun ama sadece senin gozlerinin onunden
"kimbilir" birgun ictigin suda kokladigin cicekte yada bedenine gunesden bir dalga olurum
hissediyorum ve gormeye basliyorum cunku ben evrenim senin ve onun gibi ve diger herkes ve hersey
gibi ve diyorum ki onceden sende birsey ifade etmeyen varoluslarin anlam kazandigi yerde sende varolursun hicolmazsa bos olmazsin. binlerce yil gecsede "onlarla" bir olursun. sir bilinmeyen degildir hissedilmeyendir insan icin. suana kadar yazdiklarimda sadece bir histir. hissediyorum cunku ben varim senin ve onun gibi ve herkes ve hersey gibi


Eylül 06, 2009, 01:01:28 ös
Yanıtla #2
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay



Gezinirken bu başlık dikkatimi çekti.

Şu “kendini bilmek” konusu üzerinde hayli durulur özellikle ezoterik kurumlarda.

Elbette her kurum bunu kendi benimseyişlerine göre alır ve inisiyelerini de ona göre yönlendirir.

Bir zamanlar Platon’un Alkibiades adlı kitabını elime almış ve çok sıkılmıştım. Şimdi okusam öyle olmaz kuşkusuz ama artık oturup uzun süre kitap okuyamıyorum ne yazık ki.

Fakat Alkibiades’te, Sokrates ile Alkibiades arasında geçen internette ararsanız sanırım tamamı bulunabilecek ilginç bir söyleşi var. Bunun hepsini buraya aktarsam, boşuna yer doldurmuş olacağım. Onun için parçalar vereceğim. Şöyle başlıyor:

S:    Kendinin ne olduğunu bilmek kolay bir şey midir? Ve o “kendini bil” yazısını Delphi tapınağına yazan insanı ciddiye almamalı mıyız? Yoksa, kendini bilmek herkesin elinde olmayan güç bir şey midir?
A:    Kendini bilmenin herkesin elinde olduğunu çok kere düşündüm Sokrates, ama ara sıra, çok zor bir şey olduğunu düşünmedim de değil.
S:    Zor olsun, kolay olsun, başka bir yol yok, Alkibiades. Kendimizi bilirsek, kendimizle nasıl ilgilenebileceğimizi de biliriz. Bu bilgi olmazsa, kendimizle ilgilenmek olanaksızdır.

Sonraki bir aşamadan şöyle bir pasaj:

S:    Demek “Kendini bil!” diyen o söz, bize, ruhumuzu bilmemizi emrediyor.
A:    Öyle gözüküyor.
S:    Demek ki bedene dair bir bilgi insanın bazı şeylerini bilmek anlamına gelir ama aslında bu, insanı bilmek anlamına gelmez.
A:    Haklısın Sokrates.
S:    Bir daha söyleyeyim: Bedeniyle ilgilenen kimse, kendisine ait bir şeyle ilgileniyor, asıl kendisiyle değil.

Bir pasaj daha:

S:    Elbette farkına varmışsındır: Birinin gözüne bakan kimsenin yüzü, tam karşısındakinin gözünde aynada olduğu gibi gözükür. Bu parçaya gözbebeği diyoruz, çünkü onun içine bakanın imgesi orada gözükür.
A:    Doğru.
S:    Demek bir göze bakan başka bir göz, o gözün en iyi parçasına, yani gören parçasına bakarsa kendini görebilir.
A:    Evet.
S:    Bedenin başka bir yerine veya kendisine benzemeyen başka bir şeye bakarsa, kendisini göremez.
A:    Doğru söylüyorsun.
S:    O halde göz, kendini görmek isterse, bir göze, bu gözde de gözün erdemi, yani görme erdemi olan yere bakmalıdır.
A:    Evet.
S:    İşte sevgili Alkibiades, ruh da kendini bilmek isterse, bir ruha ve özellikle ruhun erdeminin, yani bilgeliğin bulunduğu yere bakmalıdır veya buna benzeyen herhangi bir başka yere.

Hepsi burada bitmese de vereceğim son alıntı şu:

S:    Mutlu olmak için, kentlerin, ne duvarlara, ne üç sıra küreklilere ne de tersanelere gereksinmesi var. Ne de nüfusa ya da genişliğe. Gerekli olan şey erdemdir, öyle değil mi?
A:    Evet.
S:    Öyleyse kent işlerini gerektiği gibi görmek istiyorsan, kentlilere erdem aşılamalısın.
A:    Hiç kuşkusuz.
S:    Peki, kişi, kendinde olmayan bir şeyi başkasına verebilir mi?
A:    Nasıl verebilir ki?
S:    Öyleyse önce sen erdem edinmelisin; bu, yalnız kendinle ve kendine olan şeylerle değil fakat aynı zamanda, kentle ve kente ait olan şeylerle de ilgilenmen demektir, onları yönetmek isteyen bir kişiye bu gerekir.
A:    Doğru söylüyorsun.
S:    Eğer eğri davranırsan, gözlerin karanlık ve kötülüğe yönelir. Karanlıkta ve aynı zamanda kendin hakkında bilgisizlik içinde olursan, olasıdır ki yapacağın iş de kötülük olur.
A:    Öyle görünüyor.
S:    Bir kentte erdem yoksa, kötü davranışlar önlenemez.
A:    Elbette.
S:    Alkibiades, mutlu olmak için senin de kentin de edinmesi gereken şey iktidar değil, erdemdir.

Elbette sadece bu alıntıları vermekle yetinemem. Üstüne kendimden de birkaç söz eklemeliyim.

Kendimizi bilsek de bilmesek de yaşıyoruz. Kimi başarılarla dolu, kimi her bakımdan hiç yaşanamadan yitip gitmiş yaşamlara tanık oluyoruz.

Doğarken ağladık. Biz ağlarken dünya gülüyordu.

Öyle bir yaşam sürelim ki, ölüm anımızda dünya bizim için ağlarken biz ardımızda bıraktığımız onurlu adımızdan ötürü gülümsemeyi becerebilelim.

John Calvin Coolidge’in ilginç bir deyişi var: «Hiç kimse aldıklarından ötürü onur kazanmaz. Onur, ancak insanın verdiklerinin bir ödülüdür.»

Kendimizi bilme çabasında önce kendimize gerçekten de onurlu bir insan olup olmadığımızı sorsak nasıl olur acaba?

Hepimiz başkalarıyla olan ilişkilerinde kendimiz değiliz ki; yüzümüzde bir maske var. Nasıl görünmek istiyorsak onu yansıtıyor.

Yüzümüzde o maske varken, bunu sormanın bir anlamı yok.

Maskelerimizin tümünü kaldırıp atabilir miyiz?

Sanmam!

Ancak bu böyledir diye umudumuzu da yitirmeyelim. Çaba gösterelim.

Bu çaba, bitmek tükenmek bilmez, ardı arkası kesilmez bir sorgulamayı içerecek.

Endişe verici hatta ürkütücü bir uğraşı insanın kendi kendisini sorguya çekmesi….

Sorgulanmaktan çekinmemiş kim vardır ki acaba dünyada?

Bunun en başta gelen nedeni, belki de gerçeğin ulaşılabilirliğinin yanı sıra kimi zaman çok istenmedik, çok hoşnutsuz olabilmesidir. Fakat ulaşılması ne kadar zor, ortaya çıktığında ise ne kadar istenmedik ve hoşnutsuz olursa olsun, kendimizi bilmek adına sorgulamayı sürdürmek de kaçınılmaz.

Bu sorgulamayı olması gerektiği gibi kim yapabiliyor acaba?

Bakınız… Bu konu burada bitmez. Bu forumda kendim için belirlediğim bir ilke uyarınca sorayım:

Devam etmemi isteyen var mı?

Sevgilerle,
ADAM


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 06, 2009, 01:27:02 ös
Yanıtla #3
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay



Gezinirken bu başlık dikkatimi çekti.

Şu “kendini bilmek” konusu üzerinde hayli durulur özellikle ezoterik kurumlarda.

Elbette her kurum bunu kendi benimseyişlerine göre alır ve inisiyelerini de ona göre yönlendirir.

Bir zamanlar Platon’un Alkibiades adlı kitabını elime almış ve çok sıkılmıştım. Şimdi okusam öyle olmaz kuşkusuz ama artık oturup uzun süre kitap okuyamıyorum ne yazık ki.

Fakat Alkibiades’te, Sokrates ile Alkibiades arasında geçen internette ararsanız sanırım tamamı bulunabilecek ilginç bir söyleşi var. Bunun hepsini buraya aktarsam, boşuna yer doldurmuş olacağım. Onun için parçalar vereceğim. Şöyle başlıyor:

S:    Kendinin ne olduğunu bilmek kolay bir şey midir? Ve o “kendini bil” yazısını Delphi tapınağına yazan insanı ciddiye almamalı mıyız? Yoksa, kendini bilmek herkesin elinde olmayan güç bir şey midir?
A:    Kendini bilmenin herkesin elinde olduğunu çok kere düşündüm Sokrates, ama ara sıra, çok zor bir şey olduğunu düşünmedim de değil.
S:    Zor olsun, kolay olsun, başka bir yol yok, Alkibiades. Kendimizi bilirsek, kendimizle nasıl ilgilenebileceğimizi de biliriz. Bu bilgi olmazsa, kendimizle ilgilenmek olanaksızdır.

Sonraki bir aşamadan şöyle bir pasaj:

S:    Demek “Kendini bil!” diyen o söz, bize, ruhumuzu bilmemizi emrediyor.
A:    Öyle gözüküyor.
S:    Demek ki bedene dair bir bilgi insanın bazı şeylerini bilmek anlamına gelir ama aslında bu, insanı bilmek anlamına gelmez.
A:    Haklısın Sokrates.
S:    Bir daha söyleyeyim: Bedeniyle ilgilenen kimse, kendisine ait bir şeyle ilgileniyor, asıl kendisiyle değil.

Bir pasaj daha:

S:    Elbette farkına varmışsındır: Birinin gözüne bakan kimsenin yüzü, tam karşısındakinin gözünde aynada olduğu gibi gözükür. Bu parçaya gözbebeği diyoruz, çünkü onun içine bakanın imgesi orada gözükür.
A:    Doğru.
S:    Demek bir göze bakan başka bir göz, o gözün en iyi parçasına, yani gören parçasına bakarsa kendini görebilir.
A:    Evet.
S:    Bedenin başka bir yerine veya kendisine benzemeyen başka bir şeye bakarsa, kendisini göremez.
A:    Doğru söylüyorsun.
S:    O halde göz, kendini görmek isterse, bir göze, bu gözde de gözün erdemi, yani görme erdemi olan yere bakmalıdır.
A:    Evet.
S:    İşte sevgili Alkibiades, ruh da kendini bilmek isterse, bir ruha ve özellikle ruhun erdeminin, yani bilgeliğin bulunduğu yere bakmalıdır veya buna benzeyen herhangi bir başka yere.

Hepsi burada bitmese de vereceğim son alıntı şu:

S:    Mutlu olmak için, kentlerin, ne duvarlara, ne üç sıra küreklilere ne de tersanelere gereksinmesi var. Ne de nüfusa ya da genişliğe. Gerekli olan şey erdemdir, öyle değil mi?
A:    Evet.
S:    Öyleyse kent işlerini gerektiği gibi görmek istiyorsan, kentlilere erdem aşılamalısın.
A:    Hiç kuşkusuz.
S:    Peki, kişi, kendinde olmayan bir şeyi başkasına verebilir mi?
A:    Nasıl verebilir ki?
S:    Öyleyse önce sen erdem edinmelisin; bu, yalnız kendinle ve kendine olan şeylerle değil fakat aynı zamanda, kentle ve kente ait olan şeylerle de ilgilenmen demektir, onları yönetmek isteyen bir kişiye bu gerekir.
A:    Doğru söylüyorsun.
S:    Eğer eğri davranırsan, gözlerin karanlık ve kötülüğe yönelir. Karanlıkta ve aynı zamanda kendin hakkında bilgisizlik içinde olursan, olasıdır ki yapacağın iş de kötülük olur.
A:    Öyle görünüyor.
S:    Bir kentte erdem yoksa, kötü davranışlar önlenemez.
A:    Elbette.
S:    Alkibiades, mutlu olmak için senin de kentin de edinmesi gereken şey iktidar değil, erdemdir.

Elbette sadece bu alıntıları vermekle yetinemem. Üstüne kendimden de birkaç söz eklemeliyim.

Kendimizi bilsek de bilmesek de yaşıyoruz. Kimi başarılarla dolu, kimi her bakımdan hiç yaşanamadan yitip gitmiş yaşamlara tanık oluyoruz.

Doğarken ağladık. Biz ağlarken dünya gülüyordu.

Öyle bir yaşam sürelim ki, ölüm anımızda dünya bizim için ağlarken biz ardımızda bıraktığımız onurlu adımızdan ötürü gülümsemeyi becerebilelim.

John Calvin Coolidge’in ilginç bir deyişi var: «Hiç kimse aldıklarından ötürü onur kazanmaz. Onur, ancak insanın verdiklerinin bir ödülüdür.»

Kendimizi bilme çabasında önce kendimize gerçekten de onurlu bir insan olup olmadığımızı sorsak nasıl olur acaba?

Hepimiz başkalarıyla olan ilişkilerinde kendimiz değiliz ki; yüzümüzde bir maske var. Nasıl görünmek istiyorsak onu yansıtıyor.

Yüzümüzde o maske varken, bunu sormanın bir anlamı yok.

Maskelerimizin tümünü kaldırıp atabilir miyiz?

Sanmam!

Ancak bu böyledir diye umudumuzu da yitirmeyelim. Çaba gösterelim.

Bu çaba, bitmek tükenmek bilmez, ardı arkası kesilmez bir sorgulamayı içerecek.

Endişe verici hatta ürkütücü bir uğraşı insanın kendi kendisini sorguya çekmesi….

Sorgulanmaktan çekinmemiş kim vardır ki acaba dünyada?

Bunun en başta gelen nedeni, belki de gerçeğin ulaşılabilirliğinin yanı sıra kimi zaman çok istenmedik, çok hoşnutsuz olabilmesidir. Fakat ulaşılması ne kadar zor, ortaya çıktığında ise ne kadar istenmedik ve hoşnutsuz olursa olsun, kendimizi bilmek adına sorgulamayı sürdürmek de kaçınılmaz.

Bu sorgulamayı olması gerektiği gibi kim yapabiliyor acaba?

Bakınız… Bu konu burada bitmez. Bu forumda kendim için belirlediğim bir ilke uyarınca sorayım:

Devam etmemi isteyen var mı?

Sevgilerle,
ADAM





Sayın Adam;

İnsanın kendini bilebilmesi adına,söylenecek herşey duyulmaya değer olmalıdır diye düşnüyorum;hatta yaradılış gayemizin tamamen bununla ilintili olduğuna yürekten inanıyorum.Dolayısıyla devam etmenizi istememek mümkün mü?


Saygılarımla
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Eylül 07, 2009, 10:28:28 öö
Yanıtla #4
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Devam etmek iyi de nasıl devam edeceğimi bilemiyorum… Bu konuda yazılabilecek o kadar çok şey var ki… Keşke o soruyu sormasıydım. Biterdi.

Kendi kendimi cendereye sokmuş olduğuma göre devam edeceğim çaresiz.

Kendini bilmek bir eylem değil, sonuçtur. Buna insanın kendi iç dünyasında doğru bilgiyi arama çabası, bir tür içsel yolculuk ve arayış sonunda varılabilir; varılabilirse… Kaldı ki bu bağlamda çaba gösterilebilirse, öylesine bir yolculuğa çıkılabilirse, öylesine bir yolculuk göze alınabilirse…

Psikolojinin tam anlamıyla bir bilim olup olmadığı günümüzde hâlâ tartışma konusu… Gerçi ona dilimizde Ruhbilim de deniyor ama aslında diğer doğa bilimleri gibi bir bilim değil de, gözlem ve deneyimler üzerine kurulu bir bilgi birikimi, bir inceleme tarzı olduğunu söylemek belki daha doğru.

Psikologlar, bir insanın iç dünyası olduğunu da söyleyebileceğimiz beyinsel fonksiyonların dış dünyaya verdiği tepkileri açıklarken, iki kavramdan, onlara göre iki olgudan söz ediyor: Üst bilinç ve alt bilinç. Bunların, farkında olmanın sınırlarını belirlediğini söylüyorlar.

Dediklerine göre; beyinsel fonksiyonların kimisi üst bilinç, kimisi alt bilinç düzeyinde oluşuyor. Üst bilinçte algılama, değerlendirme, yargılama, düşünme, konuşma, aktarma, imgeleme gibi olaylar gerçekleşiyor; insan bu düzeyde olan biteni öz buyrultusuyla kontrol altında tutabiliyor, yönlendirebiliyor. Alt bilinç ise bunları yapamadığı, içtepiler ile diğer farkına varamadığı, pek ender kişilerin sınırlı bir ölçüde sezebildiği birtakım olayların yer aldığı düzey…

İnsan genelde üst bilincini, kendisini dış çevreye uyarlama ve gereğinde ona karşı savunmak amacıyla kullanıyor. Dolayısıyla kendini bilmek eylemi de bu düzeyde gerçekleşiyor. Alt bilinç bakımından ise yapabileceği pek bir şey yok. Nitekim kimi kurumlar, özellikle okült bir nitelik taşıyanlar, tarih boyunca bunu sağlamaya, insanın bu yeteneği de elde etmesine çalışmış. Günümüzde de bu bakımdan örnek gösterilebilecek akımlar var.

Konuyu psikologların profesyonel alanlarında geçerli kavramlardan sıyırıp basitleştirecek olursam şöyle diyebilirim: Kişinin kendini bilme çabasına ilişkin süreç, karakterinde yer yer birtakım değişiklikler yapması, ona olduğundan farklı bir biçim vermeye girişmesidir; önceki alışkanlıklarının yerine başka tercihler getirmesi…

Ancak insanın bu bağlamda yapabileceği şeyler olduğu gibi, yapamayacakları da var. Kişiliğini değiştirmek, yapamayacak oldukları arasında yer alıyor.

“Kişilik” ile “karakter” kavramlarını eş anlamlı tutmamaya dikkat etmeliyiz; bunlar birbiriyle bağlantılı ama farklı…

İnsanın kişiliği, doğumundan hatta belki doğum öncesinden başlayarak yedi-sekiz yaşlarına kadar oluşuyor ve öylece kalıyor.

Kuşkusuz bu oluşumun üzerinde birçok etki var; hem doğal hem çevresel ve başta aile olmak üzere toplumsal etkiler. Bu aşamada insanın “kişilik” dediğimiz asal yapısı kuruluyor. Bunu, bir binanın temel ve karkasına benzetebiliriz.

Yedi-sekiz yaşından sonra ise, insan bu yapı üzerinde kendi yaratıcılığını kurmaya girişiyor. Bunun için de çevreden yararlanıyor. Fakat binanın temeli ile karkası üzerinde yapabileceği hiçbir şey yok; sadece boşluklarını doldurabilir; yüzeyini ve ayrıntılarını işleyebilir. İşte bu da karakterin oluşumudur.

İnsan, üst bilinçte ve kendi buyrultusuyla oluşturduğu karakterini daha sonra değiştirebilir. Ancak karakterinin oluşumunda, yaşadığı ortamın, doğal çevrenin ve toplumun etkisi vardır; karakterini değiştirmeye girişince de olacaktır.

Kendini bilmek dediğimiz olgu bence öyle pasif, sadece dışarıdan ona bakma ile biten bir şey değil. Alkibiades’te Sokrates zaten bu nedenle ikileme ve sonra açmaza düşmüş.

Of!... Yoruldum.

Sayın Ceycet, bu anlatılar acaba bu forumu izleyenler için anlamlı mı? Ters gelse bile işe yarar m? Başıma dert aldım galiba! Daha da mı yazmalıyım?

Sevgiler,
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 07, 2009, 11:05:41 öö
Yanıtla #5
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay


Sayın Adam;

Sözleriniz,bu forumda bulunan arkadaşların mutlaka yakinen ilgisini çekecektir.Şahsen ben,sınırlarımın dışında,algılamakta zorlandığım ama arzuladığım ve kavuşmayı umduğum "ben"i çağıran "ben"i ararken rastladığım masonluğun izlerinden bu forum sitesine ulaştım.Aynı arayışın müptelası birçok arkadaşın da bu ortamda hazır bulunduğunu,bu arzunun bizleri ihtiras düzeyinde kendisine çektiğini,vazgeçilmez bir saplantı haline dönüştüğünün de idrakindeyim.Bu bağlamda birbirimizin görüşlerinden ve deneyimlerinden faydalanmaya çalışıyoruz.Sizin birkimlerinizden faydalanabilmemiz için de vesile olacağını düşündüğüm forumdaki arkadaşların birçoğu sizi mutlaka ilgiyle takip ediyorlardır ve edeceklerdir.Takdir edersiniz ki,hepimiz şimdilik sizi anlamaya ve tanımaya,muhtemel yargılarınızı kavramaya çalışıyoruz.Yargılarınızın istikameti ne olursa olsun,deneyimlerinizin,yolumuza ışık tutacağına yürekten inanıyorum.Dolayısıyla,ortamdan sıkılmamanızı ve "biz"i "siz"den mahrum bırakmamanızı umuyorum.

Saygılarımla.
Ben"O"yum,"O"ben değil...


Eylül 07, 2009, 04:25:30 ös
Yanıtla #6
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay

Peki Sayın Ceycet, yazacrım ama bugün çok yoruldum. Yarına bıraksam hoşgörürsünüz değil mi?

Sevgiler

ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 08, 2009, 09:45:34 öö
Yanıtla #7
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


Kendini bilmek…

Bu bağlamdaki önemli bir sorun, gerçek ile görüntü arasındaki fark…

İnsan bu farkı yaşamında çevresindeki kabul edilirlik düzeyini olabildiğince artırabilmek için kendisi yaratıyor. Bir bakıma bir savunma mekanizması... Şayet kendisiyle bağlantılı olmak üzere bildiği şeyler yaşam tarzına denk ise, bildiklerini bilmenin verdiği esenlik ve mutluluğu duyabiliyor. Bu ikisi birbirine denk düşmeyince ise bocalamaya, boşuna çabalamaya başlıyor. İşte o zaman kendini bilemeyişin karanlığına düşüyor.

Karanlıklar çoğunlukta. Hele insanın iç karanlığı… Dışarıdan bakınca aydın olarak nitelediğimiz kişinin bile aslında iç evreni öyle.

Karanlıkları aydınlığa dönüştürmek gerek. Kendini bilmenin yolu orada.

Tehlikeli bir yol bu; Hermetizmde olduğu gibi, harıl harıl yanan ateşten geçmeyi, cayır cayır yanma tehlikesini göze alabilmeyi gerektiriyor.

Nâzım Hikmet’i anımsadım:
“Sen yanmasan,
      Ben yanmasam,
                             Biz yanmasak,
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?”

Genelde kendimizi bildiğimiz falan yok da, Sokrates’in sözle üstlerine çullandığı Atinalı politikacılar gibi biz de kendimizi bir şey sanıyoruz.

O kadarla kalsa iyi; nasıl kendimizi başkalarına asıl olduğumuzdan farklı gösteriyorsak, kendimiz de kendimizi öyle görüyoruz. Dedim ya, zaten aynaya bakınca gördüğümüz kendimiz değil, yüzümüze takmış olduğumuz maske.

İlhami Soysal, bir köşe yazısında «Ben aynaya hiç tükürmedim.» demişti. Bu da güzel bir söz. Üstelik doğruya doğru, eğriye eğri bir kişiydi Sayın Soysal. (Masonluk hakkında yazdığı ve birkaç kez basılmış o kitabına bakmayın. Sondadan yayınladığı “Niçin Masonluk Değil” adlı kitapçığında gerekçesini de açıklamıştı. Onun dünyası, dünyaya bakışı, yaşam ve toplum felsefesi öyleydi.) Bu nedenle de o sözü söylerken yüzünde maske olduğunu sanmıyorum.

Oysa biz, çoğumuz maskeliyiz.

İşte o zaman, doğa yasaları hemen işliyor ve bir şey olabilmek şöyle dursun, hiçbir şey olmak yolunda atıyoruz adımlarımızı.

Böyle deyince, 17. yüzyılın ikinci yarı başlarında Fransa’daki bir olay geldi aklıma. Kıssadan hisse olur ama çok uzar. İyisi mi şimdilik burada keseyim; sonra devam ederim. Hem yazdıklarımın okunması da kolaylaşır.

Sevgiler,
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 08, 2009, 12:18:44 ös
Yanıtla #8
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay


17. yüzyılın ikinci yarı başlarında Fransa’da Nicolas Fouquet adlı bir kişi ülkenin en güçlü adamlarından olup çıkmıştı. Fransa Krallığı’nın tüm hazinesi onun elinden geçiyordu. Hele 1661 yılında ünlü Kardinal Mazarin de ölünce âdeta başbakan gibi bir düzeye gelmişti. Bireysel olarak ise, kralı bile kıskandıracak ölçüde varlık edinmişti.

Kral 14. Louis ondan hoşnuttu… Ne yolsuzlukla zenginleşmesine, ne ülkede kendisinden daha iyi tanınır biri olmasına ne de başkaldıranları sindirebilmek için istediği gibi kaba güç kullanmasına bir şey diyordu. Çünkü ona göre ülkeyi iyi yönetiyor, yakınmıyor, başına sorun çıkarmıyordu.

Nitekim Nicolas da kralın öyle düşündüğünü biliyor, kendisini güvende görüyordu.

Bu durum, Nicolas’ın Louise de la Valliere adlı bir kadına yanaşıp ona kur yapmaya girişmesine kadar sürdü.

Kral işte bu işten hiç hoşlanmamıştı.

Nicolas Fouquet, kralın özel koruması (d’Artagnan) tarafından tutuklanıp, sorgusuz yargısız hemen hapse atıldı. Öyle ki, ölene dek orada kalmak ve kimseyle görüşmemek üzere.

Nicolas, o kadının kralın metresi olduğunu bilmiyordu. Öğrenemedi de…

Kralın indinde, özel yaşamı ülke sorunlarından daha önemliydi. Nicolas Fouquet ne kadar yararlı bir devlet adamı olursa olsun, ona vız gelirdi.

Sonradan bir tarihçi bu olayı anlatırken şöyle demiş: «O akşamüstü Nicolas Fouquet Fransa’nın en güçlü, en ünlü, en zengin adamıydı. Vakit gece yarısını geçtikten sonra ise hiç kimse.»

İnsan kendini bilmeyince sonu böyle olur. Bu “kendini bilmek” ise elbette mecazi anlamda. Ancak o da gerekli.

Devam edeceğim.


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Eylül 08, 2009, 02:07:21 ös
Yanıtla #9
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay

Devam ediyorum...


“Kendini tanımak” anlamındaki bilmek salt aklın bir ürünü mü?

Öyle olmasa gerek. Akılla birlikte ve en az onun kadar önemli bir başka öğe daha olmalı bu işin içinde: Duygu…

Psikologlara göre; duyguyla düşünebilmek, davranabilmek, söyleyebilmek, bilgilerin en zor öğrenileni.

Duyguların yokluğunda, salt aklın egemen olduğu bir ortamdaki maddi yaşam, bir doğa olayından başka bir şey değildir. Orada “kendini bilmek” gibi bir konuya yer yoktur. Bunun gereği de yoktur.

Kendini bilmek, bir bakıma kendini keşfetmektir. Çünkü madem kendimizi bilmeye çalışıyoruz; aramakta olduğumuz, bilmediğimiz bir şey olsa gerek.

Bilmeyi bir yana bıraktık; kendimizi keşfetmek için de bir çaba gösterip göstermediğimiz kuşkulu… Bunun yerine, birtakım değer yargıları oluşturup, şayet becerebilirsek kendimizi değiştirmeye girişmek daha kolayımıza geliyor.

Bu amaçla, kendilerini iyi bildiğini varsaydığımız, onları iyi tanıdığımızı sandığımız, kendimize örnek edindiğimiz birileri gibi olmaya çalışıyoruz. Ancak öyle olamıyoruz da… Çoğu kez özenmekten daha ileri gidemiyoruz. Olabilsek, doğru mu yapacağız yanlış mı belli değil. Bir de onu sorgulamamız gerekecek.

Kendini bilmenin zorluğundan söz edenlerin kimisi, bu bağlamdaki ileri sürüşlerini insanın doğasına dayandırıyor. Objeyi bir nesne, süjeyi ise bilmek isteyen yani insan olarak tanımlıyorlar. “Bilgi”nin bilen ile bilinen arasındaki ilişki olarak tanımlanışı gibi…

Oysa kendini bilme olgusunda obje de süje de aynı; insanın kendisi. Zaten Sokrates de Albikiades ile söyleşisinde özellikle bu noktada açmaza düşüyor. Onun bile çözümleyemediği bir paradoks bu…

Günümüzden binlerce yıl önce oluşuna karşın onun çözümleyemediği bir paradoksu ben nasıl çözümlerim? Yapabileceğim bir şey değil bu!

Üstelik bu uğraşının bir de objektif bir tutumla sürdürülmesinin gereği var. Böyle olunca; insan kendisini kendinden soyutlayıp, nasıl kendisine dışarıdan, nesnel, yansız bir tavırla bakacak?

Bu işin zorluğu bir bakıma da burada kilitleniyor.

Üstelik insanın, öteki hayvanlardan farklı olarak değişken bir niteliği var. Bunun bir nedeni de “zekâ” denilen yeteneğe sahip oluşu. Zaten bu nedenle asal yapısını yani kişiliğini değiştiremese de, karakterine farklı bir biçim verebiliyor.

Karakter değişimi, ender olarak bazı hayvanlarda da hayli sınırlı bir ölçüde görülür. Hayvanlar, içgüdüleriyle kendilerini böyle bir değişime karşı korumaya uğraşır. Zekâsı yüksek olduğu için insanın bu korunma içgüdüsü pek zayıf; her türlü dış etkene açık. Oysa kendini bilme yolundaki uğraşısında, hiç olmazsa kısa bir süre için kendini bu dış etkilerden soyutlaması, bir savaşım vermesi gerekiyor.

Hayvan ise dış etkileri pek umursamıyor; onlarla özdeşleşerek, olanı olduğu gibi kabullenerek sürdürüyor yaşamını. Herhangi bir şeyi değiştirme kaygısı yok. Kendini bilme kaygısı da yok.

İnsan kaygılı. Geçmişinden de kaygılı, şimdisinden de, geleceğinden de.
Bunun için de kendisini bilmeye gereksinmesi var.

Zamanla insanın dünyaya bakışında değişimler oluşuyor. Sırf yaşı ilerlediği, yaşadıkça daha çok şey öğrenip, bilgi birikimi ve deneyimleri arttığı için değil. Bu bağlamda onun üzerindeki dış etkenler, kendisinden daha önemli.

Uzaydan bakıldığında, gerek insanın yaşam süresi gerekse ondan çok daha uzun olan toplumun yaşam süresi boyunca dünya pek değişmiyor. Yüzeyinde olsun, belirli bir ölçüye kadar toprak altında olsun, atmosferinde olsun, fiziksel değişiklikler makrokozmos ya da uzay ortamında pek marjinal. Hani insanın doğayı kirlettiğini hatta mahvettiğini söylüyoruz ya; bu ancak insana göre öyle; bir bütün olarak doğanın bunu umursadığı yok. İnsanın doğayı etkilemesi de değiştirmesi de olanaksız.

Ancak insanların dünyası değişiyor. Doğanın gerçeklerini öğrenme tutkusu, birçok şeyi didik didik ederek, gözlem ve deneyler yaparak, hipotezler kurup onları sınamaya sokarak, kuramlar oluşturup doğanın olay ve olguları arasındaki ilişkileri yani yasaları bularak bilimsel nitelikli bilgisini geliştirmesi, tekniği icat edişi, her ikisinden kendi hesabına yararlanışı, bunları hep iyi ve doğru olan yönde değil kötü ve yanlışa da kullanışı, hoşuna gitmeyen doğa olaylarını hatta yasalarını bile değiştirme hayalleri kurması, edindiği birikimin pek azını alt bilincinden genetik yolla çoğunu ise üst bilinç yoluyla kendinden sonrakilere aktarması, istemese bile kendisinin de sürekli bir değişim içine girmesine yol açıyor. Öylesine ki, “Değişmeyecek tek şey, değişimin kendisidir.” tezi, insanın doğasında da haklı çıkıyor.

Bu olguyu yadırgamamak gerek; çünkü bu insanın toplum içinde yaşayışının yanı sıra zekâsını kullanmasının sonucu. Bilmem kaç bin yıl önce başlamış olan ve nasıl tanımlanırsa tanımlansın bir kez başladı mıydı evrimsel doğrultuda sürekli olarak ilerleyen zincirleme reaksiyonların durdurulamazlığı.

Bu olguyu “değişim” olarak nitelemek yanlış da olabilir; belki “dönüşüm” demek daha doğru. Kimileri bu dönüşümü “yozlaşma” ile özdeş tutar.

Öyle olunca şöyle bir soru geliyor akla: «Eğer insan zamanla dönüşüyorsa, yaşamının her anını kendini aramakla mı geçirecek?»

Ardından bir soru daha: «Kendini bilmek adına buldukları, kendindeki bu dönüşüm nedeniyle bir sonraki gün geçersiz ya da eskimiş olmayacak mı?... Böylece kendini hiç bulamayacak, hiçbir zaman bilemeyecek mi?»

Bu durumda her kim çok şey bildiğini ileri sürerse, aslında pek de bir şey bilmediğini söylemek yanlış olmayacak. Çünkü bildikçe bilmediğinin farkına vardığı şeyler daha çok artacak; bilmedikleri bildiklerinden hep daha çok olacak.

Aydınlık arttıkça karanlık daha çok kaplayacak ortalığı.

ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
0 Yanıt
2553 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 26, 2007, 01:07:35 öö
Gönderen: HUTGIN
7 Yanıt
12715 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 26, 2007, 06:57:09 ös
Gönderen: paragon
0 Yanıt
2895 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 05, 2009, 12:54:15 öö
Gönderen: arte
3 Yanıt
4504 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 10, 2009, 05:44:27 ös
Gönderen: Prenses Isabella
0 Yanıt
4244 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 18, 2009, 12:28:07 ös
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
4275 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 20, 2009, 05:21:53 ös
Gönderen: Prenses Isabella
1 Yanıt
4528 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 21, 2009, 11:03:42 öö
Gönderen: Prenses Isabella
3 Yanıt
4927 Gösterim
Son Gönderilen: Mart 23, 2013, 04:49:05 ös
Gönderen: ruzber
1 Yanıt
2895 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 17, 2010, 03:08:58 öö
Gönderen: R.e.S
0 Yanıt
6002 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 27, 2010, 11:47:31 öö
Gönderen: ceycet