Yiğit Günay ve Alper Birdal’la ‘Arap Baharı Aldatmacası’ üzerine
Hafta başında yayımlanan “Arap Baharı Aldatmacası. Ortadoğu’da Emperyalist Restorasyon” kitabının yazarları Alper Birdal ve Yiğit Günay’la kitap ve Ortadoğu’daki gelişmeler hakkında sohbet ettik.
soL portal Genel Yayın Yönetmeni Alper Birdal ve 1 Ekim’de okurlarla buluşacak soL günlük gazete Yayın Kurulu Üyesi Yiğit Günay’la, hafta başında kitapçıların raflarına çıkan “Arap Baharı Aldatmacası” üzerine sohbet ettik. Günay ve Birdal’a kitabın ana siyasi tezini ve son iki yılda Ortadoğu’daki gelişmelerle ilgili sık sık gündeme gelen bazı soruları sorduk.
Kitabınız için 'Arap Baharı' Aldatmacası başlığını seçmeniz, Arap coğrafyasında yaşanan süreci emperyalizmin bir oyunu olarak gördüğünüz anlamına mı geliyor?
Yiğit Günay: Olur mu öyle şey! Bu “emperyalizmin oyunu” klişesi, birilerinin öyle göstermeye çalışmasına rağmen aslında emperyalizm karşıtlarının değil, liberallerin ağzındaki sakızdır. Hele ki Arap ülkelerinde yaşananlar gibi uzun ve karmaşık bir süreç, nasıl tek bir aktörün “komplosuyla” açıklanabilir ki?
Ama emperyalizm çözümlemesini duydukça kara kedi görmüş batıl inanç sahibi gibi tüyleri diken diken olup üç kere işaret parmaklarının orta büklüm kemiğini tahtaya vuranlar, siyasi vakalarda emperyalizmin rolüne işaret edenlerin argümanlarını bu şekilde saçmaya indirgemeye bayılıyorlar.
Aslında haklılar, başka türlü, örneğin olgularla karşı çıkmaları zor. Bizim de başımıza geldi, kitapla ilgili çıkan ilk haberlerden birisi, kitabın Arap ülkelerindeki eylemleri “emperyalizmin oyunu” olarak gördüğünü iddia ediyordu. Üstelik de, şahsen tanıdığım için biliyorum, haberi yazan muhabir kitabı okumak bir yana, görmemişti bile!
Kitabınızın ana tezi emperyalizmin Ortadoğu'da bir restorasyon çabası içerisinde olduğu. Ne demek bu? Neden böyle bir ihtiyaç var? Bin Ali, Mübarek, hatta Kaddafi gibi isimler emperyalizmle işbirliği yapmıyor muydu?
Alper Birdal: Evet. Aslında bunu kitapta uzun uzun anlatmaya çalıştık. Kitabı bu tezin etrafında örmeye çalıştık ve bu nedenle kitabın alt başlığını “Ortadoğu’da Emperyalist Restorasyon” koyduk. Mümkün olduğunca tarihsel süreçle, güncel durum arasındaki bağlantıları ortaya koymaya çalıştık.
Yaygın ve çok yanlış bir algı, emperyalizmin belirli bir coğrafyaya yönelik politikalarının, kabaca, bir takım değişmez rasyonellere dayandığı yönünde. Örneğin “her şey petrol için yapılıyor” argümanı böyle. Bu argüman, kuşkusuz bazı açılardan gerçeklik payına sahip. Yani bir şeyler de petrol için yapılıyor, doğru... Fakat bu, gerçekliğin ancak çok küçük bir kısmını ifade ediyor. Dolayısıyla barındırdığı doğruluk payına rağmen çarpık bir siyasal algıyı besliyor. Doğru, enerji kaynaklarının daha sıkı bir denetim altına alınması, emperyalist tekellerin daha rahat koşullarda bu kaynakları yağmalama çabası da restorasyon girişiminin bir boyutu. Ama buradan bakarsak, emperyalizmin iktisadi hegemonyasını sağlamlaştırmasının yolunun da politikadan geçtiğini yadsımış oluruz. Üstelik bu yaklaşım, emperyalist merkezler açısından daha az zahmetli yolların da olabileceğini gözden kaçırıyor. Kaddafi örneğin, Batı açısından can sıkan özelliklerinin yanı sıra özellikle son dönemde AB ve ABD ile daha fazla işbirliği yapmaya zorlanabilecek bir pozisyona sahipti. Kitapta Kaddafi ve Esad'ın Batı'yla maceralarını ana hatlarıyla anlatmaya gayret ettik bu nedenle.
Kitapta emperyalizmin Arap coğrafyasında başlayan olayları kontrolü altına almayı başarması halinde, bu tür yollardan elde edebileceğine kıyasla farklı ve daha gelişkin olanaklar yakalayabileceğini gördüğünü anlatmaya çalıştık. Evet, Kaddafi’yi daha fazla işbirliğine zorlayabilirlerdi. Ama Kaddafi’nin böyle bir süreçle devrilmesi, emperyalizme Suriye’nin kapılarını açtı. Evet, işbirlikçi Mübarek ve Bin Ali rejimlerini desteklemeyi sürdürebilirlerdi. Ama tersini yapmaya karar vererek, bütün bölge dengelerini yeniden şekillendirme olanağı yakaladılar. Evet, Suriye’ye yönelik bu çapta bir müdahaleyi devreye sokarak belirli riskler almak yerine örneğin havuç-sopa politikalarına başvurabilirlerdi. Ama bu müdahaleyle İran merkezli ekseni bölgeden kalıcı bir şekilde sökme olanağını yakaladılar.
Emperyalizmin değişmez siyasi rasyonelleri yok. Bin Ali, Mübarek gibi şahsiyetler ise işbirlikçiliğin olabilecek yegane adayları değillerdi. Zira emperyalizm, her şeyden önce siyasi rasyonellerle hareket ediyor.
Restorasyondan kastımız, işte emperyalizmin karşısındaki bu olanaklar silsilesi. Ve bu bir süreç. Henüz devam ediyor. Emperyalizmin Ortadoğu’da yenilenmiş bir egemenlik kurduğunu söylemedik kitapta. Bunu yapmaya çalıştığını söyledik. Başardıklarını değil…
Ülkemizde ve Batı'da bazı solcu aydın ve akademisyenler, Arap coğrafyasında yaşananları halk ayaklanması, devrim gibi kavramlarla açıklıyorlar. Siz süreci hangi kavramlarla açıklarsınız?
Yiğit Günay: Dediğim gibi, bu karmaşık, çok değişkenli bir denklem, çok aktörlü bir süreç. Ama bütününe ve gelinen noktaya baktığımızda bir tek kapsayıcı kavram kullanmamız gerekirse ne olurdu sorusunu zaten kitabın alt başlığında yanıtlıyoruz. Bizce yaşanan süreç, Alper’in anlattığı gibi, emperyalist bir restorasyona denk düşüyor.
Alper Birdal: Bazı sol çevrelerin, aydınların vesaire kullandıkları kavramlarla ilgili anlayamadığım hususlar var. Örneğin Suriye’de, Libya'da bir halk ayaklanması olduğu tezi… Tunus için, Mısır için bu söylenebilirdi. Halk gerçekten de bu ülkelerde sokaklarda, meydanlardaydı. Sonra bazı entelektüeller bu durum Libya ve Suriye için de geçerliymiş gibi yaklaştılar olaylara.
Burada iki sorun var. Birincisi halkın sokağa çıkması, ayaklanması, isyan etmesi tek başına değer taşımıyor. “Halk diktatörlüklere karşı ayaklandı” deniliyor. Bana göre bu bile tek başına bir değer taşımıyor. Diktatörlüğe karşı isyan edip, islamcı rejimlere fit olan bir halk, başlangıçtaki özlemleri, niyetleri ne olursa olsun yenilmiş demektir. Kaldı ki hiçbir yerde kitleler olmadan, dolayısıyla belirli açılardan kitlelerin özlemleriyle bağ kurulmadan bu çapta dönüşümler gerçekleştiremezsiniz. Elbette halk ayaklanacaktı. Niye “ne için ayaklandı ve ne elde etti” diye sormuyoruz?
İkinci sorun, dediğim gibi, Tunus’ta ve Mısır’da geçerli olanın Libya’da ve Suriye’de de geçerli sayılması. Bu iki ülkede halkın ne istediğini, neyi desteklediğini objektif olarak söyleyebilecek kimse var mı? Baas’a destek mitinglerindeki kitleler “bindirme kıtalar” mıydı yalnızca? Bu ülkelerde halkın Kaddafi ve Esad yönetimlerine karşı meşru mücadeleleri, islamcı militanların süreci kendilerine yontmaları nedeniyle ezilmedi mi? Peki, bu ortamda bu ülkelerde gerçekten emekçi sınıfların tarihsel çıkarlarına denk düşen bir mücadeleyi yükseltmek daha mı kolay daha mı zor bu şartlarda?
Ortalıkta boğaz kesen çember sakallılar dolaşacak, ajanlar cirit atacak ve siz işçi sınıfının, yoksul köylünün eşitlik, adalet, özgürlük taleplerini yükselteceksiniz… Küçücük bebeler bile “devrim yapıp alevileri keseceğiz” diyecek, siz geleceği kurmaktan bahsedeceksiniz. Hangi mücadeleye zarar veriyor bu tablo?
Her şey emperyalizmin istediği gibi mi gidiyor peki? Genel olarak Batı, ama özellikle de İsrail islamcı güçlerin yükselişinden hiç rahatsızlık duymuyor mu? Veya Suriye'nin uzun süre bir iç savaşla boğuşması ihtimali, Türkiye'yi ve diğer bölge ülkelerini endişelendirdiği için bu güçlerin inisiyatif almaya çalıştıkları söylenemez mi?
Alper Birdal: Evet, süreç şu ana kadar emperyalizmin istediği gibi gidiyor. Ancak bu, Yiğit'in de dediği gibi, emperyalist merkezlerin hiçbir sürtünme yaşamadığı, her şeyi kontrol ettiği anlamına gelmez. Çökertmek istedikleri, değiştirmek istedikleri direnç unsurlarına büyük bir basınç uyguluyorlar. Bazılarını çökerttiler, bazıları ise uygulanan kuvvet arttıkça daha şiddetli tepki veriyor.
Bahsettiğimiz sürtünmeleri burada tek tek açmak mümkün değil. Vaktimiz yetmez buna. Ama “İsrail’le yeni islamcı yönetimlerin ilişkisi ne olacak” sorusunun bu başlıklardan bir tanesi olduğu söylenebilir. İşte Sina’da yaşananlar gibi örnekler var önümüzde…
Bu gidişat emperyalizmin bölgedeki en önemli payandalarından olan İsrail’i endişelendiriyor mu sorusuna ise bence net bir “hayır” yanıtı verebiliriz. Pürüzler var kuşkusuz. Ama Netanyahu, önce Tahran’daki Bağlantısızlar Hareketi toplantısında, sonra Arap Birliği zirvesinde “Esad gitmeli” diye yırtınan, hem Katar’ın kucağında oturan ama hem de İran’la müzakere masasına oturabilen Mursi’yi gördüğünde herhalde kıs kıs gülüyordur. Kürecik'teki radar üssünün yanında, Katar'ın, Suud'un çöle yerleştirdiği Patriotları gördüğünde keyfi iyice yerine geliyordur.
“İsrail, Suriye’deki Baas statükosuyla mutlu” türü iddiaları ise fazlasıyla gayri ciddi buluyorum. İsrail’i en fazla mutlu edecek şey, bölgedeki Siyonizm karşıtı direncin kırılması. Baas’ın devrilmesiyle geriye Hizbullah ve İran kalacak. Tabi bölge solunu saymazsak… Yani devletler düzeyinde aktörler içerisinde. Baas’ın devrilmesi, Siyonizm karşıtlığına siyasi mevzi kaybettirmekle kalmayacak, bu ideolojinin meşruiyetine de darbe vuracak. İsrail, dengelerin bu doğrultuda değişmesinden niye rahatsız olsun ki!
Türkiye’nin “endişelerine” gelince…
Bölgede ABD’nin politikalarıyla aynı paralelde hareket eden geniş bir koalisyon var. AKP Türkiye’si bu koalisyon içerisinde kendisini farklı bir konuma yerleştirmeye çalışıyor. Bu konuda da başarılı olduğu söylenebilir. Zaman zaman bu aynı paralelde hareket eden ortakların, taktikler ve zamanlama konusunda uyumsuzluklar yaşadıklarını görüyoruz. AKP Türkiye’sinin bir endişesi varsa, kaynağında üstlendiği rolü yitirme, yani çektiği silahın geri tepmesi olasılığı var. Yoksa bu büyük saldırıda en ön safta yer aldığı için kaygılı değil.
Önsözde "bu kitap bir gazetecilik kitabı değil" diyorsunuz. Ne kastediyorsunuz?
Yiğit Günay: Bir süredir çeşitli kampanyalara imza verirken isminin yanına meslek olarak "gazeteci" yazmak zorunluluğunu hisseden ve bundan pek hazzetmeyen biri olarak yanıtlayayım. Burjuva anlamında "gazetecilik", bizim yaptığımıza denk düşmüyor. Burjuva anlamıyla "tarafsızlık", "nesnellik"... Hepsi bizden uzak olsun.
Biz habercilik yapıyoruz, evet, ama biz devrimciyiz. Sadece olguları sunmuyoruz, bunları bir perspektif etrafında sunuyoruz. Kitapta bunu iyice öne çıkartmaya çalıştık. Evet, gerçekten çok fazla sayıda olguya yer verdik. Olgularla desteklemediğimiz hemen hemen hiçbir şey söylemedik diyebilirim kitapta.
Ama olguların düzenlenişi de öznel ve dolayısıyla siyasal bir süreçtir. İşte burada bizim kitabımızı, piyasada kullanılan anlamıyla, bir gazetecilik kitabından ayıran, bu olguları merkezi bir tez etrafında inşa etmemiz ve bu tezi de kitabın önsözünden itibaren okura açık açık söylememiz.
(soL-Haber Merkezi)