Doğan Avcıoğlu'nun 1969-1971 yıllarında yayınladığı Devrim dergisindeki “Amerika’da Lozan Tartışmaları” başlıklı metinden oluşan yazı dizimize devam ediyoruz.
1915 olayları ile ilgili başlattığımız yazı dizisinin ilk bölümünde, Lozan Antlaşması’nın hemen akabinde Türk ve Lozan’da gözlemci olarak bulunan Amerikan heyetleri arasındaki görüşmeler sırasında, neler yaşandığını anlatmıştık. İkinci bölümde de ABD parlamentosunda konuşulan "Ermenilere karşı sorumluluklar" konusuna değinmiştik.
Yazı dizisi, tamamen Doğan Avcıoğlu’nun 1969’dan 12 Mart 1971 Muhtırasının ertesine kadar haftalık olarak yayınladığı Devrim dergisindeki “Amerika’da Lozan Tartışmaları” başlıklı metinden oluşuyor.
Şimdi kaldığımız yerden devam ediyoruz:
44 eyaleti tehciri ‘soykırım’ olarak niteleyen ABD’deki tarihi Senato komisyon tutanağı bugünkü gelişmelere de ışık tutuyor -3
SALİM DÜŞÜNEN HİÇ BİR AMERİKALI, HIRİSTİYANLARA BU KADAR KÖTÜ DAVRANAN TÜRK YÖNETİCİLERİNE HAK VEREMEZ
Prof. Earle: Sayın Başkan, doğrudan doğruya söz konusu antlaşmanın özelliklerinin tartışmasına geçmeden önce Mr. Gerard’ın izniyle kendisinin birkaç sözü hakkında birkaç şey söylemek isterim. İki hafta kadar önce YMAC’ın İstanbul Şubesi’nin ve İstanbul’daki Hemşirelik Eğitim Okulu’nun Türk makamlarınca bir süre kapattırıldığı gerçek olmakla beraber, Dışişleri Bakanlığı’ndan iki gün önce bildirildiğine göre adı geçen kurumlar yeniden açılmıştır. Halen Türkiye’de Türk makamlarının aldığı tedbirler sonucu olarak kapıları kapalı olan hiçbir Amerikan kurumu bulunmamaktadır.
İkinci olarak, bugün mevcut hükümeti aslında tanımış bulunuyoruz. Çünkü 1918 mütarekesinden beri Amiral Bristol’un şahsında İstanbul’da bir High Commissioner (Yüksek Komiser) bulundurmaktayız. Başka bir deyimle, mevcut Türk Hükümetiyle gayri resmi nitelikte diplomatik ilişkilerimiz mevcuttur.
Şimdi, söz konusu antlaşmanın onaylanması gerektiği kanısında olan biri olarak, antlaşmanın onaylanması konusunu getirirken daha başlangıçta şu noktaya işaret etmeyi uygun görmekteyim. Şayet elimizde Türkiye’yi bizim istediğimiz antlaşmayı imzalamaya zorlayacak silahlarımız olsaydı, böyle bir antlaşmanın nasıl olması gerektiği konusunda Birleşik Amerika’da bir fikir birliğine ya da fikir birliğine yakın bir duruma varılamayacağı açıktır. Şayet buradaki dinleyiciler böyle bir anlaşmanın nasıl olması gerektiğini belirleyecek olsalardı, eminim buradaki insan sayısı kadar farklı fikirler öne sürülürdü. Bu itibarla, büyük bir kitle teşkil eden Amerikan kamuoyunun görüş açısından mükemmel sayılabilecek bir anlaşmaya varmak biraz fazla şey istemek demek olacaktır.
Bu anlaşmayla ilgili olarak antlaşmanın ne gibi şartlar altında görüşüldüğünü göz önünde tutmalıyız. Antlaşma görüşmelerinde sonuçları belirleyen faktörler neler olmuştur? İlk önce Lozan’daki Amerikan Delegasyonu gerçek şartlarla, barış şartlarının belirlenmesinde dikkate almak zorunluluğunda oldukları şartlarla karşılaşmışlardır. Şartlar esas itibariyle şunlardır: Yakın Doğu’nun 1908-1923 dönemi tarihinin birçok yönleri esef verici olmakla beraber, Lozan’daki Amerikan Delegasyonu’nun hiçbir davranışı bu tarihi değiştirmeye muktedir değildi. İkinci olarak, delegeler yapacakları hiç bir şeyin Birleşik Devletler Hükümetinin 1917-1923 arasında Türkiye ile ilgili olarak resmen atmış olduğu adımları geri çeviremezdi. Türkiye ile hiçbir zaman savaşa girmemiş olmamız keyfiyetini değiştiremezlerdi. Yunan birliklerinin İzmir’e çıkarılması kararının Başkan Wilson’un teşvikiyle alınmış olması keyfiyetini değiştiremezlerdi. Delegasyonumuzun Sevr Antlaşması hükümlerinin belirlenmesine katılmamış olması keyfiyetini değiştiremezlerdi. Nihayet 1920’de Ermenistan’ın mandatörü olmayı reddettiğimiz keyfiyetini değiştiremezlerdi.
Bundan başka delegasyonumuz şu fiili keyfiyetle karşılaştı: İttifak Kuvvetleri daha önce Türkiye ile kapitülasyon rejimini ve çeşitli yabancıların Türkiye’de malik oldukları diğer imtiyazları reddeden bir anlaşmayı Lozan Konferansı’ndan önce imzalamışlardı. Ayrıca, delegasyonumuz şu noktayı da göz önünde tutmak zorundaydı: Eğer Ermenilerin özel olarak tanınma taleplerini destekleyen bir anlaşma yapsalardı, Birleşik Devletler’deki Ermeni dostlarının şiddetli eleştirileriyle karşı karşıya kalacaklar, eğer bir Ermeni Cumhuriyetinin kurulmasına Amerika’nın katılmasını garanti eden bir anlaşma yapsalardı, bu sefer Birleşik Devletler’de Amerika’nın hiçbir suretle, değil Asya işlerine, Avrupa işlerine bile karışmasına karşı olan kimselerin ağır eleştirisine uğrayacaklardı. Yani, Amerikan Delegasyonu’nun içinde bulunduğu güç durum bu açıdan çok ciddiydi.
Anladığıma göre, bu antlaşmanın mükemmel bir antlaşma olduğunu iddia edenler çok değildir. Uluslararası ilişkiler tarihinde pek az mükemmel anlaşma yapılmıştır. Fakat mükemmel olamayan bir anlaşma bile -ki bu antlaşmanın ciddi kusurları olduğuna kani değilim- dünyanın bu bölgesinde hiç barış olmamasından daha iyi değildir.
15 yıldır, 1908’den 1923’e kadar, Yakın Doğu’da hemen hemen hiç aralıksız savaş sürmüş olduğunu hatırlamamız gereklidir. Mr. Gerard’ın haklı olarak söylediği gibi savaş, doğudaki Hıristiyan halka korkunç ıstıraplar getirmiştir ve salim düşünen hiçbir Amerikalı, Hıristiyan halka bu şekilde kötü muamele ettikleri için Türk yöneticilerine en ufak bir oranda dahi hak veremez. Ancak, aynı zamanda dürüst, aydın kişiliği olan hiçbir Amerikalı, savaş ıstıraplarını, Müslüman olsun Hıristiyan olsun, Yakın Doğu’nun bütün halklarının çektiğini de göz önünden uzak tutamaz.
AMERİKAN ŞİRKETLERİ, BU ANLAŞMAYLA, TÜRKİYE’DE KENDİ ADLARINA MÜLK SAHİBİ OLMA HAKKINI KAZANMIŞ OLDULAR
1912-1913 Balkan Harplerinde 400 binden fazla Türk işgalci Balkan orduları tarafından Trakya ve Makedonya’dan dışarı sürülmüşlerdir. 1915 ve 1916’da Ruslar Anadolu’yu işgal ettiği zaman 800 binden fazla Türk, Kuzey ve Doğu Anadolu’daki yurtlarından dışarı atılmıştır. İsmet Paşa Lozan’da, Türkiye’de fiilen bir milyon evsiz barksız bulunduğunu beyan etmiştir. Bunları Türk Hükümetine yöneltilen suçlamalardan onları tenzih etmek için söylemiyorum. Fakat kişisel güvenlikleri bakımından bu durumdan çok uzakta olan Amerikalıların ve Avrupalıların Yakın Doğu’da uygar denen savaş silahlarıyla değil de, yerinden etmek, vandalizm, katliam, hastalık ve bütün bunların ötesindeki bütün silahlarla savaşılan bir mücadele durumunu devam ettirecek davranışlardan kaçınmaları gerektiğini açıklayan bir deyimle, Yakın Doğu’da bir barışa ihtiyaç vardır. Ve kusurlu bir barış bile, hiç barış olmamasından iyidir. Mamafih, bu antlaşma ayrıntılar bakımından ciddi olarak kusurlu değildir. Kanaatimce Lozan Antlaşması, Müttefikler Antlaşması ve Amerikan Antlaşması bir arada ele alındığında -ki Mr. Gerard’ın söylediği gibi bunlar aynı antlaşmanın parçaları olarak ele alınmalı-, bunlar Yakın Doğu tarihinde yüz elli yıllık bir süreden beri yapılmış olan en iyi antlaşmayı teşkil etmektedir. Bu sözlerimin açıklama gerektirdiği ortadadır.
Genel olarak, antlaşmanın onaylanmasına şu iki nedenden biri dolayısıyla karşı çıkılmaktadır: İmtiyazlarımız tanınmamıştır ya da sorumluluklarımız ele alınmamıştır. Bu iki görüş bakımından durum nedir? İlk olarak Lozan’daki Türk-Amerikan Antlaşması hükümleri uyarınca kapitülasyonlardan vazgeçilmiş olduğu gerçektir. Bu, muhakkak ki, Amerikalıların daha önce Türkiye’de sahip oldukları hakların elden gitmesi demektir. Ancak aynı zamanda Amerikan Delegasyonu’nun Lozan’da durumu olduğu gibi kabul etmemesinin bu hakları bize muhafaza ettiremeyeceğini bilmek gereklidir. Çünkü gerçekte haklar gitmiştir. Müttefikler 24 Temmuz 1923 tarihli antlaşma hükümleri tahtında kapitülasyonları terk edince, Amerika’nın 1830 tarihli antlaşmayla elde etmiş olduğu hakların da kaybedildiğine inanmak gerekir, çünkü bu haklar Amerikalılara yabancılara garanti edildiği kadar garanti edilmiştir. Bunun üzerinde daha fazla durmayacağım. Teknik ve hukuki bir konudur. Her halükarda Amerikan Delegasyonu, kapitülasyonların Müttefiklerin anlaşma hükümleri uyarınca fiilen terk edildiğini kabul etmek veyahut da hukuken bunların devam ettiği hususunda ısrar etmek ve hakların muhafazası için, en son tahlile göre, mücadele etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalmıştır.
Bu arada şuna da işaret edilmelidir ki, kapitülasyonlardan vazgeçmek büyük devletlerle küçük devletler arasında oldukça yerleşmiş bir prosedür haline gelmektedir. Örneğin, 1921’de Birleşik Devletler, Siam’daki diplomatik dokunulmazlık altındaki imtiyazlarını terk etmiştir. Anladığıma göre, Çin’deki Amerikan misyonerleri şu sırada Çin’deki kapitülasyonlarla Amerikan Hükümetinin sağlanan haklarından da vazgeçilmesi için bir başvuruya imza toplamaktadırlar. Yani Türkiye’de Amerikalıların diplomatik dokunulmazlıklarının elden çıkmış olması ilk bakışta göründüğü kadar ciddi bir durum değildir.
Kapitülasyonlar konusunda Türkler inatçı davranmışlardır ve kapitülasyonların devamında ısrar eden bir anlaşmayı katiyen kabul etmeyeceklerdi. İlk Lozan Konferansı’nın bu yüzden dağıldığını hatırlayacaksınız. Türkler kapitülasyon rejiminin devamındansa savaşmayı göze almışlardı. Sorun Avrupa devletlerinden biriyle Birleşik Devletler’in ya da bunlardan herhangi birinin böyle bir savaşta Türkleri yenilgiye uğratıp uğratamayacakları değil, savaşı göze alıp almayacaklarıydı.
Anlaşmayla sağlanan Amerikan iktisadi haklarına gelince, Amerika’nın iktisadi hakları bakımından bu anlaşma birçok yönden bundan öncekilerden çok daha iyidir. İşadamlarına ait kapitülasyonlar tabiidir ki kaldırılmıştır, fakat bütün yabancı işadamları için de kaldırılmış olduğundan Amerikan işadamları öbür işadamlarından daha az avantajlı durumda değildir.
Başka bir deyimle, Amerikan işadamlarının Türkiye’de diğer yabancı işadamlarının tabi olduğu şartları içinde faaliyete devam etmesine izin verilmiştir. Ayrıca, antlaşma Amerikan şirketlerinin kendi adlarına mülk sahibi olmasını öngörmektedir ki, Birleşik Devletler ile Türkiye arasında bundan önce yapılan hiçbir anlaşmada böyle bir hüküm bulunmamaktadır.
İktisadi bölümün bütün hükümleri en imtiyazlı millet ilkesine dayanmaktadır. Yani, Birleşik Devletler vatandaşlarına Türkiye’de müttefik devletlerin herhangi birinin vatandaşına tanınan haklar garanti edilmiştir. Önce Türkiye’deki öbür yabancılardan daha fazla şeyi neye istinaden isteyebileceğimizi, ikinci olarak da Türklerin öbür yabancılara tanıdıkları haklardan daha fazlasını neye istinaden bize tanımayı kabul edeceğini düşünmek zordur. Türkler bize öbür yabancılara tanıdığından daha çok hak tanısa bile, bu sefer öbür yabancı ülkelerin Birleşik Devletler’in genel diplomatik siyasetine karşı tutumu ne olurdu?
Bu antlaşmanın bir parçasını oluşturan Boğazlar Sözleşmesi hükümlerine göre, Amerikan ticaret gemilerinin barış zamanında olduğu gibi savaş zamanında da Boğazlardan geçilmesine izin verilmiştir. Bunun istisnası, Birleşik Devletler ile Türkiye arasında bir savaş çıkmasıdır ki, o takdirde Türkler Amerikan gemilerine el koyabileceklerdir. Lozan Antlaşması’nın kabulünden evvel Türkler Boğazları diledikleri gibi kapatma hakkına sahiptiler. Oysa eldeki antlaşmada böyle bir husus yoktur. Ve Türkler savaş zamanında Boğazları açık tutmaya mecbur bırakılmışlardır.
ANLAŞMAYI İNGİLİZLER ONAYLAR DA ABD ONAYLAMAZSA, TİCARİ İŞLERİMİZİ YÜRÜTMEK PEK GÜÇLEŞECEKTİR
Türklerin kendi istek ve yargılarına göre Boğazları hukuken kapatmalarının mümkün olmadığı antlaşma hükümleri muvacehesinde açıktır. Türklerin kendi yargılarına göre Boğazları zorla kapatmalarının mümkün olmadığı (Çanakkale, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı’nı içine alan Boğazlar bölgesinin İstanbul’a ait bir garnizon dışında tamamen askerden arınacağı düşünülünce) açıktır.
Amerikan işadamlarının, yani Türkiye’deki Amerikan işadamlarının genellikle antlaşmanın onaylanmasına taraftar olması önemlidir. Elimde İstanbul’daki bir işadamından aldığım mektupta, “...Antlaşmanın onaylanmaması tabiatıyla birçok menfaate hizmet edecektir. Bunların başında, buradaki ticarette Avrupalı rakiplerimiz gelmektedir. Son zamanlarda İngiltere’den yapılan ithalata eşit veya daha fazla ithalatımız var. Şayet İngiliz Parlamentosu anlaşmayı onaylar da biz onaylamazsak -ki, bütün Müttefikler er geç onaylayacaklardır- millet olarak çok dezavantaja uğrayacağımız gibi kişisel olarak da işimizi yürütmek çok müşkülleşecektir.” denmektedir.
Antlaşmaya karşı çıkanlar sık sık Amerika’nın Türkiye ile ticaretinin hiç değeri olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu, gerçeklere uymamaktadır. 1900 yılında Amerika’nın Türkiye’ye ihracatı sadece 50 bin doları buluyordu. 1913’te ihracat seviyesi 3,5 milyon dolara, 1920’de ise 42,2 milyon dolara yükseldi. Türkiye’den Amerika’ya yapılan ithalat bazı önemli hammaddeler dahil olmak üzere 1913’te 22 milyon dolarken, 1920’de 39 milyon dolara yükselmiş ve 1919-1922 arasında Amerika’nın sadece İstanbul’la ticareti yılda 30 milyon doları aşmıştır. Antlaşmanın onaylanmasının Amerika ile Türkiye’nin ticaretinin artmasına yol açacağı söylenemezse de Antlaşmanın reddedilmesinin Amerika’nın Türkiye ile ticaretini artırmayacağı kesin olarak söylenebilir.
Chester İmtiyazı’na gelince… Anti-emperyalist zihniyette olan pek çok kişi -ki, bunlara ben de dahilim-, şartları kısmen ya da tamamen Chester İmtiyazı’nın yararlarına göre tayin edilmiş bir anlaşmaya sempati duymamaktadır ve duymayacaklardır. Oysa bu anlaşma Chester İmtiyazı gibi herhangi bir iktisadi “guid pro quo” (değiş tokuş) karşılığında mutabık kalınmış olduğuna dair herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bakan Hughes, Mr. Gerard’ın dediği gibi bunun böyle olmadığını özellikle belirtmiştir.
Anlaşmanın Amerikan misyonerleri ve eğitim kurumları bakımından tartışmasını, bu kurumları inceledikten sonra Türkiye’den yeni dönen ve onların görüşlerini benden çok daha iyi temsil eden Mr. Staub’a bırakıyorum.
Türkiye’deki azınlıklara gelince; Birleşik Devletler, Ermenilerin haklarını taahhüt eden hiçbir anlaşmayı resmen imzalamamıştır. Bu, hakları taahhüt etmememiz anlamına gelmezse de, göz önünde tutulması gereken bir emsaldir. Türkiye ile yapılan ittifak anlaşması Mr. Gerard’ın söylediği gibi azınlıklara bazı din, eğitim, dil özgürlükleri tanınacağını öngörmüştür, fakat bu antlaşmada çok önemli bir hüküm yer almaktadır. Antlaşmada, “Türkiye işbu faslın yukarıdaki maddelerinin gayrimüslim ekaliyetlerine taalluk ettiği mertebede ahkamı mezkurenin uluslararası menfaati haiz taahhütleri teşkil etmelerini ve Cemiyet-i Akvam’ın kefaleti altına vazedilmelerini kabul eyler.
Bunlar Cemiyet-i Akvam Meclisi’nin ekserisinin muvafakati olmaksızın tadil edilemeyeceklerdir. Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya ve Japonya, Cemiyet-i Akvam Meclisi tarafından işbu mevad haklarında usuli dairesinde kabul edilecek olan her türlü tadilatı reddetmeyi muahadeyi hazıra taahhüt ederler.
Türkiye, Cemiyet-i Akvam Meclisi azasından her birinin bu taahhütlerden herhangi birine vuku bulan tecavüzü veya tecavüz tehdidini Meclis’in nazari dikkatine arza selahiyattar olacağını ve Meclisin icabı hale göre münasip ve müessir telaki edilecek bir sureti hareket ittihaz ve talimat ita edebileceğini kabul eder. Bundan başka Türkiye, işbu mevadda mütedair hukuki veya fiili mesailde Türk Hükümeti ile vazıul imza diğer devletlerden biri veya Cemiyet-i Akvam Meclisi azasından diğer bir devlet beyninde itilafı efkar vukua geldiği takdirde işbu ihtilafın Cemiyet akitnamesinin 14’ncü maddesi ahkamına nazaran uluslararası adalet mahkemesi daimesine tevdiini kabul eder. Mahkemi daimenin kararı kabili istinaf olmayıp Cemiyet-i Akvam Akidnamesi’nin 13’ncü maddesi ahkamı mucibince verilmiş bir kararın aynı kuvvet ve hükmünü haiz olacaktır” denmektedir.
AMERİKALI PROFESÖR HART, TÜRK ORDUSUNUN YUNANLILARDAN KURTARDIĞI İZMİR’DEN “ESİR ŞEHİR” DİYE SÖZ EDİYOR!
Yakın Doğu bakımından bugüne kadar hiçbir anlaşmada bundan daha kesin ve Ermenilerin haklarını yürütülmesini herhangi bir büyük devletin keyfi idaresi yerine uluslararası bir kanuna bağlayan bir hüküm bulunmamaktadır.
Bizim antlaşmayı imzalamamızda bu belirli hükmün yürürlüğe girmesini önleyecek hiçbir şey yoktur. Şayet buna ek olarak Ermenilerin haklarına inanan Mr. Gerard ve arkadaşları Birleşik Devletler’in antlaşmanın bu hükmüne imza koymasını isterlerse ve Amerikan kamuoyunu imza koyması gerektiğine inandırabilirlerse Yakın Doğu’da milli düşmanlıkları önlemek isteyenlerin candan işbirliğini kazanacaklardır. Fakat bu noktadaki izolasyonist duygu yenilemezse, bu antlaşmayı Ermenileri korumuyor diye reddetmekten bahsetmek lüzumsuz olacaktır.
Bir dakika zamanım kaldığı için bir tek noktaya daha temas edebileceğim. Şayet Birleşik Devletler, eskimiş önyargılar ya da milli gurur ya da kendisine miras kalan Türk düşmanlığı yüzünden bu antlaşmayı bir başkanlık seçimi yılında reddederse, Amerikan halkının başkan seçimi arifesinde taahhüt ettiği herhangi bir yükümlülüğün bir uluslararası yükümlülüğün üzerine yazıldığı kağıt kadar değeri olmadığı hakkında doğru ya da yanlış kanaatin bütün milletler arasında yayılmasını önlemek kabil olmaz. Ve şayet antlaşma reddedilecekse bu gibi önyargılar ya da milli gurur ya da herhangi partizan düşünceye değil ihtiva ettiği değerlere istinaden reddedilmesini teklif ederim.
Başkan: Bugün herkes kendine ayrılan zaman içinde konuşmasını bitiriyor. Dinleyiciler arasında parlak nutuklar hazırlamış olanlar varsa, bunları tartışmalara ayrılan sürede verebilmeye vakit bulabileceklerdir.
Bundan sonraki konuşmacı Büyükelçi Mr. Gerard, bugün maalesef buraya gelemeyen Harward Üniversitesi’nden Prof. Albert Bushell Hart’ın bir mektubunu okuyacak.
Mr. Gerard: Harward Üniversitesi İdare Hukuku Profesörü Albert Bushell Hart’ın mektubunu okuyorum:
3 Nisan 1924, Sayın Gerard;
Üzerinde henüz karara varılmamış Türk antlaşmasının cumartesi günü yapılacak görüşmelerine katılmak, benim için bir şeref olacaktı. Maalesef, tespit edilen gün, Cambridge’de bırakamayacağım akademik görevlerimin olduğu gündür.
Birleşik Devletler Senatosu’nun Amerikan halkının menfaatlerinin temsilcisi olarak antlaşmanın reddedilmesini bir görev addetmesi gerektiği hakkındaki görüşlerimin ana hatlarını kısaca belirtmeme izin vereceğinizi ümit ederim. Bu, Bakan ve anlaşma müzakerelerine katılanlara karşı gelmek şeklinde telakki edilmemelidir. Memleket, kamu görevlilerinin hizmetlerini takdir etmektedir, fakat Anayasa sık sık ortaya çıkanlar nedenler dolayısıyla senatörlerin üçte birini ikna eden bulunduğu takdirde onay durdurma yetkisini Senato’ya vermiştir. Geçmişte böyle davranmakla memlekete büyük yararlar sağlandığının örnekleri çoktur. Örneğin Aralık 1900’de Senato, Büyük Britanya ile Hay-Pauncefort Antlaşması’nı onaylamayı reddettiği zaman, Bakan Hay diplomatik dünyanın sonu geldi sanmıştı. Fakat şimdiki Dışişleri Bakanı gibi kabiliyetli ve makul bir adam olduğundan antlaşmayı Senato’nun salık verdiği biçimde değiştirme yolunu seçti ve sonuç olarak birkaç ay içinde Birleşik Devletler için daha yararlı ve daha devamlı niteliği haiz bir yeni anlaşma yapıldı.
Söz konusu antlaşmayı ispatlamak yükü, tabiatıyla onu savunanlara aittir. 1830 antlaşmasından ve onun garanti ettiği imtiyazlardan vazgeçmek Birleşik Devletler’in arzusu değildi. Birleşik Devletler o anlaşmanın yükümlülüklerinden kurtulmak için hiçbir hareket yapmamıştır. Mesele Türkleri 1914’te keyfi ve dostane olmayan bir hareketle kendilerini bu gibi antlaşmalarla hiç kimseye bağlı addetmediklerini ilan etmelerinden doğmuştur. Türklerin kendi kararlarıyla yeni bir diplomatik durum yaratmaya hakları olduğunu iddia etmek uluslararası hukuk ilkelerine aykırıdır. Aynı şekilde öbür milletlerin, anlaşmaların kendilerine bağışladıkları imtiyazların burunlarının dibinden elden kaçmasına izin vermek suretiyle Birleşik Devletler’i herhangi bir şekilde bağlayan bir durum yaratabileceklerini iddia etmek gerek hukuka gerekse mantığa aykırıdır. Avrupa’da özellikle İstanbul Boğazı’ndaki statü değişikliğini yaratan Birleşik Devletler değildir. Cemiyet-i Akvam’ın Birleşik Devletler’in bu topluluğa katılmayı reddetmesinden beri yediği en kötü darbe, Avrupa devletlerinin Türklerle kendi özel çıkarları için bir Lozan Antlaşması’yla onları izlemeye mecbur tutabileceklerini düşünebilmelerinin meydana çıkmasıdır. Birleşik Devletler diplomasi tarihinin hiçbir devrinde bir anlaşmanın başka milletlerin çıkarları, tavizleri ve aşağılık teslimiyetleriyle bu kadar saptırılmasına izin vermemiştir.
Antlaşmanın lehinde söylenebileceklerin çoğunu dinledikten ve okuduktan sonra şu kanıya vardım ki, esas hata antlaşmanın Türkiye’de gerçekte mevcut olmayan, hiçbir zaman olmamış olan ve muhtemelen hiçbir zaman olamayacak olan bir durumun var olduğunu farz etmesindedir. (Devamı gelecek)
M. Ayhan Kara
Odatv.com
Alıntı ile yayınladığım son başlıktı.
Not:Ermeni ler ile aramızdaki bu sorun sadece bizim aramızda olsa idi çözülürdü,bu yazı dizisinden de anlaşılacağı üzere bugün teryüzünde en büyük müttefikimiz dediğimiz ülkelerin aslında en büyük tehlike olduğunuda açıkça gösteriyor.
Kendi ülkesinin dinamiklerini anlamayıp emperyalist güçlerin tezgahladığı bu popüler teze inanan aramızdaki Türk vatandaşlarıda içimdeki en büyük acı olmuştur.Düşünce özgürlüğü bu olsa gerek.
Saygılarımla.
karahan