TÜRKİYE’NİN EVRİMİ ALGILAMASI
Prof. Dr. Ali DEMİRSOY
Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, ANKARA
Zorluk nerede?
• Halkımızın evrim algılayışının ne olduğunu anlatmam talep edildi. İlk etapta böyle bir talep,
çok masumene bir yaklaşımla, sadece 42 yıllık bir hocanın gözleminin ve tespitinin ne olduğunu
anlamaya yönelik gibi görünmekteydi. Ancak, gerçekten 42 yıllık uğraşı ve deneyim, bunun zannedildiği kadar kolay olmadığını bana çoktan göstermişti. Bu, bir görme özürlünün ünlü ressam
Rambrant’ın eserlerini, bir işitme engellinin Ludvig van Betoven’in 9. senfonisini nasıl yorumladığını
anlatmak kadar zordu.Ufku olmayan neyi anlar ? Hiçbir şeyi!!!
• Zamandan, mekândan, nesnelerin kendi arasındaki ilişkiden, her şeyin bir neden sonuç ilişkisinden kaynaklandığını bilmeyen bir kişiden ya da bir toplumdan ne bekliyorsunuz?
• Bilgi ve merak eksikliği olan bir topluma, neyi öğretebilirsiniz?
Doğayı gözleyerek, karışık biyolojik mekanizmaları çözme yetisini mi? Uzun süreçlere dayanmış olan yapısal, coğrafik, jeolojik değişiklikleri mi? Yoksa yine uzun bir süreç olan tarihi gerçekleri mi?
Hiç birini.
Tüm bunları öğrenme, emek ister, alın teri ister, birbiri üzerine konmuş bilgi birikimi ister ve en önemlisi altını çizerek söylemek isterim geleneksel ve kurulu düzene eleştirisel gözle bakmak ister. Son ümlede vurguladığımız kurulu düzene karşı koyma ve eleştriyel düşünme tarzı ve davranış biçimi, ülkemizde ve dünyanın birçok ülkesinde yaygın bir yaşam tarzı değildir. Bir toplumda, emek ve eziyet gerektiren karmaşık bilimsel düşünce tarzının karşısına, her şeyi kestirmeden, kısa yoldan; ancak hiçbir zaman açıklıkla anlaşılması mümkün olmayan, her zaman üstü kapalı tarzda her yöne çekilebilen, uğraşılırsa bütün gizemleri açıklayabileceğine inanılan dogmatik düşünce tarzı dayatılmış ise ve bu yaklaşım, politikacılar, toplumu sömürenler, bir ülkeyi geri bıraktırmak isteyen dış güçlerin ülke içindeki maşaları ve okumadan alim, gezmeden gezgin, çalışmadan zengin olmak isteyenler tarafından kullanılmaya başlanmışsa, o toplum birçok belaya açık demektir.
Bir defa bir inanışın, bir yaklaşımın, bir düşünce tarzının, sosyal yaşamı şekillendiren
kuralların, değişmeyeceğine ve mutlak doğru olduğuna inanmış iseniz, çıkmaz sokağa girmişsiniz demektir. Bakın size insanlık tarihini derinden etkileyen, hepimizin bildiği bir örnek vereyim.
Geçmişe kısa bir yolculuk: “eğri temele, doğru bina yapma çabaları”
Roma İmparatorluğu döneminde, İskenderiye’de, İ.S. ikinci yüzyılda yaşayan Batlamyus
(Ptolemaios), elindeki taşın yere düşmesini gözleyerek, güneşin ve ayın da aynı kurala tabii olduğunu
düşünerek ve dolayısıyla dünyanın, güneş sisteminin ve evrenin merkezi olduğunu ileri sürmüş ve bu
yaklaşım, kilisenin “tanrısal” resmi görüşü olarak benimsenerek, insanlara yüzyıllarca kan kusturulmuştur. Bu görüş, insanı evrenin merkezi yapmayla kalmamış, her şeyin efendisi olma ve tüm
canlı ve cansız nesnelerin insan için yaratıldığı fikrine sürükleyerek, yaşayan her canlının bu
düşünceden olumsuz pay almasına ve acı çekmesine de neden olmuştur. Ta ki Polonyalı Kopernik
(M.S. 1400), bunun tersinin de doğru olacağı fikrini ileri sürünceye kadar. Ne var ki, Kopernik, bu
düşüncesinin benimsendiğini görmeden öldü. Ondan önce de birçok düşünür, Batlamyus
yaklaşımındaki gitmezlikleri saptamışlardı; ancak egemen inanışa “dinlerin katı dayatmasına” ters
düşmemek için, bu gitmezliklerin üzerine yürüyeceklerine, acaba bu gitmezlikleri nasıl olur da
düşünürlerin dikkatinden kaçırabiliriz ya da o günkü inançlar içerisinde inandırıcı bir yol bularak
geçiştirebiliriz diye çabalamışlar (bugünkü aydınların ve üniversite hocalarımızın kulakları çınlaşın) ve
kiliseden de nemalanmışlardır.
Örneğin, gezegenlerin ve yıldızların izledikleri yolda ortaya çıkan; fakat Batlamyus’un
yaklaşımıyla bir türlü çözülemeyen sorular, o günkü sözde bilim adamları, ancak ve ancak bugün bizim
birçok televizyonumuzun programlarında dogmatik düşünceye saplanmış, çıkmazdaki ülkelerin ve
bizim sorunlarımızın nedenlerini göz ardı ettirmek ya da uzaklaştırmak için iler sürülen, hepsi kendi
başına bir komedi olan söyleşilere bile taş çıkaran çözümlerle geçiştirilmeye çalışmışlardır.
Batlamyus’un kitabı Arapçaya da çevrilmiş, Müslüman ülkelerin tümüne dağıtılmıştır ve İslam
dünyasınca en büyük alim olarak nitelendirilmiştir. Çünkü tüm semavi dinlerde olduğu gibi, insan,
Batlamyus’un bu yaklaşımında, evrenin tam orta noktasına yerleştirilmiş, her şey, hatta kendi cinsinin
dişileri dahi, insanoğlunun, yani burada kastedilen erkeğin emrine verilmişti. Bu düşünce, Avrupa’yı da
din adamları ve şairler aracılığıyla, tamamen sarmıştı. Bırakalım daha sonraki yıllarda, bu düşüncenin
ortaya çıkardığı vahşi kapitalizminin neden olduğu doğanın tahribini, geçmişte yüz binlerce kadın,
doğal felaketlerin nedeni olarak gösterilerek, yakılmıştı.
Bugün biz Batlamyus’u suçlamıyoruz, suçlayamıyoruz. Çünkü evrendeki olayları inceleyebileceği
elindeki tek araç, gözleriydi; yapabileceği de o kadardı. Ancak, bizim kınadığımız, bu geleneksel
düşüncedeki gedikleri görmeyip, bu gedikleri yok sayanlar ya da bu gedikleri görüp, ancak onları
bilimsel gerçeklere dayanıyormuş görüntüsü ile bir cambazın kıvraklıkları ile daha az bilen insanları
yanıltmak için kullananlardır. Bu iki zümrenin her kesimi de şu anda ülkemizde ve üniversitelerimizde
tahminlerinizin çok daha ötesinde yüksek sayılarda temsil edilmektedir. Hatta bu bilimsel düşünceye
ilişkin eksiklikleri gidermek için ders verenler bile bu –eyyamcı, yanıltmacı, oportünist- kesimin
içindedirler.
Doğal olarak, kast ettiğimiz kesim, geleneksel düşünceye her zaman ters düşmesi beklenen,
değişimin ilkelerini incelemekle yükümlü olan evrim kavramını üniversitelerde ders olarak verenlerdir.
Bizatihi bu kesimin birçoğu, Kopernik öncesi, Batlamyus’un kusurlarını ve eksikliklerini bile
görmemezlikten gelen, hatta bu kusurlara kılıf uydurmak için çırpınan bilim adamı kadrosundan maaş
alan insanlardır. Esas tehlike burada yatmaktadır; tuz kokmuş ise kokuşmayan hiçbir şey kalmamış
demektir. Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden birinde, ‘Kuran’a göre neden evrim olamaz” adlı bir
bitirme tezi yaptırılmış ise, bu ülkede bir evrim kavramının algılanmasından söz edilemez.
Öğretmenin en önemli kısmı, nerden başlanacağını bilmedir!
• Darvin (Darwin), genetiği, mutasyonları, moleküler evrimi, popülasyon genetiğini, hatta
mayozu, mitozu hiç tanımadan evrim fikrini geliştirdi. Eğer, tertip komitesi, mutasyonları, gen
kaymalarını, rekombinasyonları, direnç mekanizmalarını vs. en iyi şekilde anlattığımızda, bu ülkenin
ve kökten dinci uygulamaları benimsemiş ülkelerin insanlarının evrimi benimseyeceğini
düşünüyorlarsa, büyük bir hata yapıyorlar demektir. Siz neyi açıklarsanız açıklayınız, hep karşınıza
başka bir bilinmezlikle çıkacaklardır. Milyonlarca canlı türünün evrimini, hatta her birinin organlarının
evrimini talep edeceklerdir. Siz sürekli bir şeyleri kanıtlamak peşinde yuvarlanıp gideceksiniz.
• Eğer, insanlar için, bu ülke için iyi bir şeyler yapmak arzusunda iseniz, “bu ülkede, eğer
cesaretiniz varsa” size bir önerim olacak, evrimdeki mekanizmaları açıklamaları akademik bir amaç
olarak çalışın; ancak, bunu halkın bilinçlendirilmesinde etkili bir yol olacağını hiç ummayın.
Yapacağınız en önemli görev, yaptıklarınızın doğru olduğunu değil, karşınızdakilerinin binlerce yıldır
yaptıklarının hata olduğunu söylemek ve yüzlerine vurmaktır. Bu hataların insanları hangi acılara
sürüklediklerine ilişkin mevcut belge ve kayıtlar, evrim mekanizmasının açıklanması için elde
edilenlerden çok daha fazladır.
Simpozyumlarda, mutasyonlar, gen kaymaları, rekombinasyonlar değil, evrimsel ve özellikle
analistik düşünme tarzının Anadolu topraklarında neden bin yıldan beri bir adım bile atamadığının
masaya yatırılması gerekir. Yaşadığımız ve tanık olduğumuz bağnazlıklar, Brezilya’da, Kongo’da,
Tibet’te vd. birçok ülkede olsaydı hoş görülebilirdi; ancak Anadolu topraklarındaki böyle bir
bağnazlığı hiç kimse affedemez. Gramerin, tarihin, bir anlamda felsefenin, matematiğin, geometrinin,
astronominin, doğa bilimleriyle ilgili ilk gözlemlerin yapıldığı bu toprakta son 1000 yıldır tek bir şey
yapılamamış. Bırakın yapılmayı, dünya tarihine bilimin köken aldığı yer olarak geçen Milet’teki
insanlık tarihinin en büyük düşünürleri, felsefecileri, bilimcileri, örneğin Thales’i, Anaximander’i
tanıyan ve düşüncelerini kavrayan tarihimizde kaç kişi olmuş. Bir imparatorluk düşünün ki, 400 yıl
Mısır’da kalmış, Çin Seddi’nden sonra en büyük insan yapısı olarak bilinen piramitler konusunda
gözleme dayalı tek bir cümle bile yazılmamış. Empati ve merak insan olmanın temel iki özelliğidir
NEREDEN NEREYE GELDİK?
Bir şeyin kökenini bilemez iseniz, geleceğe yönelik doğru yorum da yapamazsınız! Bu nedenle
geçmişten zamanımıza kısa bir yolculuk yapalım.
ESKİ TÜRKLERİN DÜNYAYA BAKIŞLARI “ŞAMANİZM”
• Türk milleti olarak oluşum, evrimleşme, köken hakkında hiç bilgimiz olmadı mı? Oldu:
Müslümanlıkla tanışmadan, daha Orta Asya’da iken, her insan gibi Türkler de kökenleri konusunda
merak ettiler ve kendi mitlerini Anahan dini olarak bilinen Şamanizm içerisinde yarattılar.
Şamanizm‘de inanca göre insanlar iyi ya da kötü diye gruplara ayrılmıyordu. Bu nedenle cennet ve
cehenneme denk kavramlar geliştirilmemişti (bu şekildeki kavramlar ilk defa İlhanlık dininde
müslümanlıktan transfer edilmişti). Şamanlıkta her yer (acun) ve her şey (mana) kutsaldır. Bu nedenle
büyük kayalar, ağaçlar, su kaynakları hatta yaban hayvanları kutsaldır. Onların hepsi akrabamız olarak
bilindi. Doğayı tüm canlılarla birlikte paylaşmayı benimsediler; insanı doğanın efendisi olarak kabul
etmediler. Şamanizm‘de kutsal kitap ve tapınak yoktu.
• İçkinin kurallar içinde içilmesi kaydıyla serbest olduğu, erkek-kadın eşitliğinin tam sağlandığı
bir düzendi. Şamanizm’in İslamiyet’le değişmeyen tarafları Anadolu Aleviliği (keza Bektaşilik) ile
günümüze taşınmıştır. Bu yaklaşımda katı bir tutum gözlenmez, emredici ve yaptırımcı unsurlar
bulunmaz.
Zorla dünyaya bakışı değiştirilen bir millet “Türkler
• Bu düşünce tarzı, Türk yurdunun işgali için ilk denemeleri yapıldığı, yani Muaviye'nin Horasan
valisi Ubeydullah bin Ziyad’ın, Buhara‘yı (M.S. 637) kuşatması ve sonunda Emevi komutanı El
Kuteybe başta olmak üzere yaklaşık 100 yıl boyunca Türkleri kılıç zoruyla Müslüman yapmasıyla
sonlanır. Ancak, Türklerin oluşumla ilgili kendi özgün mitleri, bu tarihte sona erer ve ancak çeşitli din
ve inançların etkisi altında değişime uğrayarak, bugünkü Bektaşilik ve Alevilik kültürü içerisinde
zamanımıza kadar ulaşır.
• Anadolu’da birçok başka uygarlık da yaşamıştı (Urartular, Asurlar, Hititler, Lidyalılar,
Frikyalılar vd); her birinin kendine özgü yaratılış miti vardır. Ancak, Hıristiyanlık zaman olarak
Türklerden çok daha önce Anadolu’ya ulaştığı ve yerleştiği için, Türklerin bu mitleri yaşam tarzı olarak
tanıma fırsatı olmadı ve belki onların öyküleri, davranış biçimleri, bölük pörçük kültürümüze girdi.
Buhara’da ve Maveraün-Nehir’de Türkler neyle ve hangi mitolojiyle karşılaştı
• Bunu da kısaca görelim: Türklerin karşılaştığı mitolojinin iki önemli kaynağı ya da ayağı vardır.
Birincisi Sümer mitolojisi, ikincisi Mısır uygarlığıdır. Bu ikisini birbirine bağlayan ve yeni sentez
çıkaran, Uruk şehrinden köken alıp, Urfa üzerinden Filistin’e, oradan da Mısıra giden ve Mısır’dan
geriye gelerek Kudüs’te yeni bir inanç sistemini dünyaya empoze eden Musevilerdir. Bu süreci kolay
anlayabilmek için tarihsel sıralamaya göre bazı başlıklar altında görelim.
DÜNYAYA EGEMEN OLAN MİTOLOJİ: SÜMER ve MISIR MİTOLOJİSİ
• Ben yine evrimi neden anlayamadığımızı anlatabilme için, toplumumuzu etkileyen mitolojilerin
anlatımı taraftarıyım; hem de Türk insanı evrimi nasıl algılıyor başlığı altında:
• Yaratılışın ne olduğunu insanlarımıza doğru anlatabilmek için, ilk olarak Sümer, daha sonra
Babil, daha sonra, Süryani ve İbrani tarihini ve mitolojisini bilmek gerekiyor. En azından S. N.
Kramer’in (1990) “Tarih Sümer’de başlar (History Begins at Sumer) kitabını okumak ve İstanbul
Arkeoloji Müzesi’nde bulunan çok sayıdaki Sümer yazıtlarını bir defa görmek gerekiyor. Çünkü evrim
kavramını bugünkü çağdaş bulgularla bile anlatamayacağımız apaçık.
• Neden mi dersiniz?
• Dünyanın en çok bilim adamı barındıran ve en çok bilgi birikimi olan Amerika yönetiminin
hemen hemen tümü, halkının önemli bir kısmı, bizim bilim adamı kadrosundan maaş alanların da
neredeyse tümü, halkımızın tümüne yakını katıksız olarak yaratılışa inanıyor. Bu nedenle evrimleşmeyi
sağlayan düzeneğin doğru olduğunu anlatmak için çırpınmanın hiçbir yarar getirmeyeceğini bir daha
vurgulamak istiyorum. Eğer cesaretiniz varsa, eğer gerçekten sorunu kökten çözmek istiyorsanız,
yaratılışın, bilinmesi ve kuşaktan kuşağa saklanması gereken sadece ve sadece bir mitoloji olduğunun
bizim ağzımızdan açıklanması gerekiyor.
Tarih ve semavi dinlerin inançları M. Ö. 3000 yıllarında Sümer’de başlar. Tanrılar insan tarzında tanımlanmıştı. Başlangıçta bir yaratılış olduğuna inanılmıyordu, sadece diğer tüm tanrıları yaratan Deniz Tanrıçası NAMMUN’nun denetlediği sonsuz bir suyun olduğuna inanılıyordu. Ayrıca iki büyük tanrının Su Tanrısı ENKİ ve en büyük tanrı NİNHURSAG’ın olduğunu, bu tanrıların çocukları olarak AN (erkekti ve gök tanrısıydı) ve Kİ (dişiydi ve yer tanrısıydı) tanrılarının olduğuna inanılıyordu. Semavi dinlerde, Allah (Tanrı) ile birlikte hiçbir zaman yaratıldığı belirtilmeyen ve hep var olduğu bilinen dört büyük meleğin, Cebrail, Azrail, Şeytan ve Mikail’in (ve diğer) yapısı ile bu tanrılar arasında bir homoloji kurulmaktadır. AN ile Kİ’nin birleşmesinden yine büyük bir tanrı olan hava tanrısı ENLİL doğdu. Kutsal kitaplarda (Tevrat, Kuran ve zaman zaman İncil’de) yerleri göklerden ayırdık sözcüğü, ENLİL’in gökleri yerden ayırma efsanesinin tekrarıdır ve buna bağlı olarak bitki ve hayvanların oluşması ile Sümer Evrimi başlamıştır. ENLİL, Tevrat’ta Erek olarak geçen ve bugün Uruk şehri-devleti olarak bilinen yerde yüzlerce yıl takdis edilmiştir (2. Cihan savaşından kısa bir süre önce Almanlar tarafından bulunan kitabelerden). ENLİL, asasını kime verirse,bir çeşit peygamber ya da tanrı rütbesini ona verirdi. MUSA’nın asa taşımasının kökeni de bu geleneğe dayanmaktadır. ENLİL’in en önemli iki tanrıdan biri olan NİNHURSAG’ın kızına bir kayıkta tecavüz etmesi ile iki adı olan (NANNA ve SİN) Ay Tanrısı doğdu. Bu adların Süryanilerin esas dili olan Aremiceye Habil ve Kabil olarak geçtiği söylenir. Güneş tanrısı UTU ve Venüs tanrıçası İNANNA ise ay tanrısının çocuklarıdır. Ay’ın simgesel özelliği bu nedenle çok önemlidir. Camilerin minaresinin şerefesinde bulunan ay simgesinin de bu önemden kaynaklandığı bilinmektedir. ENLİL bu kusurundan dolayı yer altında “Hades” denen cehenneme (Tevrat’ta Sheol, İncil’e ve Kuran’a Cehennem olarak geçmiştir) sürülmüştür. Ayrıca, statüsü gittikçe düşün yüzlerce tanrı vardı (örneğin Tuğla Tanrısı KABATA statüsü düşük olan tanrılardan biridir). Sümer mitolojisinde insanın yaratılış öyküsü, semavi dinlere kaynaklık etmesi bakımından çok önemlidir: İbraniler (yani İbrahim soyundan gelen ve bugünkü İsraillilerin temelini oluşturan kavim), dünya tarihinde ortaya çıktıkları zaman, Sümerler çoktan tarih sahnesinden silinmişti. Ancak, İbranilerin sonradan gelip yerleştikleri Filistin’de yerli halk olarak bulunan Kenanlılara komşu olan Asur, Babil, Hitit, Huri ve Aremilerin, Sümerlerle çok yakın temasları olmuştu. Dolayısıyla İbraniler, dolaylı olarak Sümerlerden etkilenmişti ve daha sonra göreceğimiz gibi, Mısır uygarlığından da etkilenince, ikisinin sentezi olan bir yaşam tarzı ortaya çıkmış oldu. İbrani mitolojisi (edebiyatı) ile Sümer mitolojisi (edebiyatı) arasındaki parelellik, ilk defa 1915 yılında yayınlanan Bulletin of the American School of Oriental Research dergisinin 1 nolu sayısında
Supplementary Study olarak çıkmış, daha sonra da 1945 yılında University Museum’da bulunan 6 sütün üzerine 278 satır taşıyan bir tabletle bu yaratılış mitolojisi hemen hemen tümüyle açıklanmıştır.
Bu tablette (yazıtta), saf, temiz ve parlak, hastalığın, ölümün bilinmediği, ağrısız ve acısız doğumun
yapıldığı, hep yaşayanların ülkesi olarak inanılan bir ülke “Dilmun” tanımlanmıştı (bu ülke Babililerde
ölümsüz yaşayanların ülkesi, Tevrat, İncil ve Kuran’da da Cennet olarak geçer). Bu ülkede ne yazık ki
su kıttı. Dilmun daha sonra Tevrat’a Fırat, Dicle ve dört bucağa uzanan nehirlerin arasında yer alan,
doğuya doğru uzanmış Eden Bahçesi’ne ve daha sonra da Cennete dönüştürülmüştür. Bu son iki tanım Kuran’da da aynen tekrarlanmıştır. Dilmun bahçesine yer yüzünden su taşıyan NİNHURSAG 8 bitkiye filizlendiriyor (aynı anlam Tevrat’ta Musa 2: 6’da, şöyle geçiyor: Yerden çıkan nem bütün toprağın yüzünü suladı). Tanrı ENKİ (Tevrat, İncil ve Kuran’da Adem olarak geçen), iki yüzü olan tanrı
İSİMUD’un (Tevrat, İncil ve Kuran’da Şeytan olarak geçen) gizli gizli getirdiği bu bitkileri ve özellikle yasaklı bitkiyi yiyor. Tanrı NİNHURSAG son derece kızıyor onu, ölümlü yaparak cezalandırıyor. ENKİ’nin sağlığı bozuluyor, 8 organı hastalanıyor (……, çene, diş, ağız, …., kol, kaburga, ….; noktalı kısımlar kırık olduğu için okunamamıştır). Kurulu düzene ilk karşı çıkan varlık, simgesel olarak ENKİ olmuş ve lanetlenmiştir. Bu lanetlenme, daha sonra dinler tarihinde her türlü cezayla ve aforozla sürdürülmüş; içine şeytan girdi diye Orta Çağda 100.000 kadın bu düşüncenin devamı olarak yakılmıştır. Tevrat’ta “Havva Âdem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır” denmektedir. Niye kaburga kemiği? Bizim Müslüman alimler de, insanın en son çürüyen kemiği bu kemiktir, buradan DNA çıkarılabilir, gibi çok güzel yorumlar yapmaktadırlar.
• Kaburganın Sümercesi “Ti”dir; ENKİ’nin kaburgasını iyi etmek için yaratılan tanrının adı
Sümercede hem “Kaburganın Hanımı” hem de “Yaşatan Hanım’ anlamına gelmektedir. Sümer
edebiyatında “Kaburganın Hanımı” kelimesi, İbranicede, kelimelerin birbirinden farklı yazılması
nedeniyle “Yaşatan Hanım’ anlamına “Havva” ya dönüşmüştür. Çünkü İbranicede “Kaburga” ile
“Yaşatan” kelimeleri bir değil, ayrıdır.
• Burada yaratılan, sadece bir insan değil, bir çeşit peygamber olarak niteleyeceğimiz tanrıinsandır,
yani Âdem ve Havva’dır. Ancak sade insanın ortaya çıkışını Sümer’deki başka bir mitoloji ile
öğreniyoruz:
• Sümer’de Tanrılar, özellikle dişi Tanrılar çoğalmaya başlayınca, işlerin çokluğundan,
yiyecekleri hazırlamanın zorluğundan yakınıyorlar ve tanrıların hepsini var eden Deniz Tanrıçası
Nammu’ya bir çare bulması için yalvarıyorlar. O da Bilgelik Tanrısı’na bilgeliğini ve marifetini
göstermesini söylüyor. Bunun üzerine:
• Bilgelik Tanrısı yumuşak bir kilden şekiller yapıyor ve Tanrıçaya sesleniyor:
Ey Annem! Adını vereceğin yaratık oldu,
Onun üzerine Tanrıların görüntüsünü koy,
Dipsiz suyun çamurunu karıştır,
Kol ve bacakları meydana getir,
Ey Annem! Yeni doğanın kaderini söyle!
İşte o bir insan!
(M.İ. Çığ, age: 36).
• Tevrat ve Kuran’da da insanın çamurdan, ıslak çamurdan, kuru çamurdan yaratıldığına ilişkin
en az 6 ayet bulunmaktadır.
• Darül-Zaferan/Mardin’deki Süryani Metropoliti ya da yardımcısı olan Gabriel’e Âdem
kelimesinin anlamını sorduğumda, eski Süryanicede (herhalde Aremice’de) bu kelimenin bir şeyler
üreten (verimli) toprak anlamına geldiğini söylemiştir. Yukarıda anlatılan bilgilerin dayandığı tabletler
1915 yılında Pere Scheil, daha sonra S. N. Kramer tarafından gün yüzüne çıkarılmasına karşın, hiç
kimse gerçeği öğrenme cesaretini gösterememektedir.
Korkak özgür düşünemez Özgür düşünemeyen insan olmaz.
• Arno Poebel’in 1914 yılında ve British Müzesi’nden George Smith’in “Gılgamış Destanı”nın
on birinci tabletindeki efsaneden anlaşıldığı kadarıyla, Tevrat, İncil ve Kuran’da geçen “Tufan
Efsanesi” bir Sümer efsanesidir. Öykü tamamen aynıdır; ancak NUH Peygamber yerine, ölümlü
(sonradan tanrı katına yükseltilmiş) ZİSUDRA vardır.
• ENLİL’in gökleri yerden ayırması ile evrenin yaratıldığına inanan Sümerler, dualarında yerleri
ve gökleri yaratan ulu Enlil diye dua ederken, anlaşılması çok kolay olan bir kalıtımla, Tevrat, İncil ve
Kuran’da da yerleri ve gökleri yaratan ulu tanrı diye dua edilmektedir.
• Yaratılışa ya da başka bir mitolojiye inanabilirsiniz, bu sizin tercihiniz. Ancak, bir olay,
kullandığınız kaynaktan önce belgelenmiş, yazılmış ya da yorumlanmış ise, ahlaki olarak, o kaynakları
da birlikte vermeniz gerekir. İşte dogmatiklerde bu ahlaki gelenek oluşmamıştır. Bu nedenle de hiçbir
şeyin aslını anlayamazlar.
• Örneğin Kaptan Jaques Cousteau (Kusto), Atlantik’te iki su akıntısının birbirine karışmadığını
açıklayınca, İslam ülkelerindeki kendine ilim adamı süsü veren birçok kişi, yıllarca şu açıklamayı
yaptılar: Kutsal kitabımızda zaten bunlar yazılıydı; ancak bilim adamları bulamadılar. Kendisi bu bilgi
üzerine Müslüman oldu diye bir de yakıştırma yaptılar. Jaques Cousteau vasiyeti gereği Hıristiyan
mezarlığına gömüldü. Bilim adamı sorumluluğu gereği, suların birbirinden ayrılmama durumunu da biz
incelediğimizde, bu sözcüğün ilk olarak Sümer Mitolojisinde yazılı olduğu görülür:
• Sümer Efsanesine göre evrende ilk olarak Su Tanrıçası Nammu ve uçsuz bucaksız bir su vardı.
Tanrıça o sudan büyük bir dağ çıkardı. Oğlu Hava Tanrısı Enlil, onu ikiye ayırdı. Üstü gök oldu, onu
gök tanrısı aldı, altı ise yer oldu ve yer, hava tanrısı ile yer tanrıçasının oldu. Bilgelik Tanrısı ile Hava
Tanrısı, birlikte, yeryüzünü bitkiler, hayvanlar ve sularla donattılar (M. İlmiye Çığ, Kuran, Tevrat ve
İncil’in Sümer’deki Kökeni, Kaynak Yayınları 10. Basım, 2006: 35).
• Aynı ifade Tevrat’ta şöyle anlatılıyor: Tevrat Tekvin 1.2-9: Suların yüzü üzerinde Allah’ın ruhu
hareket ediyordu. Allah “suların ortasında kubbe olsun, suları ayırın” dedi ve Allah kubbeyi yaptı. Altta
olan suyu üstte olan sudan ayırdı ve Allah kubbeye ‘gök’ ve alttaki kuru toprağa da ‘yer’ dedi.
Aynı ifade Kuran’da yer alır: Kuran Enbiya Suresi ayet 30: Gökler ve yer yapışık iken onları
ayırdığımızı, bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmez misiniz?
• Neden doğruyu söylemekten çekinelim?
• Neden eğitimde, inançlarımızı, geleneklerimizi sosyal saplantılarımızı körü körüne devam
ettirebilmek için, genç dimağlardan bilgiyi saklayalım ya da çarpıtalım?
• Gerçekleri sonsuza kadar saklayamayacağımıza (taş olduğu için yakılarak yok edilmesi zor)
göre, bir gün, tüm bunları öğrenen insanımız, güvenlerini yitirdikleri için, sahip olduğumuz diğer tüm
değerlere de sırt çevirecektir.
• Tüm bu anlatılanlar, 5.000 yıl önce kil tabletlere ve taşlara yazılmış olan bilgilerdir ve müzelerde korunmaktadır.
Mitolojimizin ikinci kolu Mısır Uygarlığı kaynaklıdır; arzu ederseniz bu bilgileri, Luvr/Paris,
British Museum/Londra, hatta İstanbul Eski Eserler Müzesi’nde görebilir inceleyebilirsiniz.
Mısır’da M.Ö. 1350 yıllarında başa 4. Amenofis (Amenophis) (TUTANKAMON’un kayınpederi)
geçti. Bilindiği gibi, tek tanrılığı ilk defa Amenofis ortaya attı. Çok tanrısı olan bir evrende kargaşalık
olur yaklaşımı ile tanrı sayısını bire indirdi (yani tek tanrılılık semavi dinlerin değil Amenofis’in
fikridir). Tahta çıkar çıkmaz tanrılar tanrısı AMON-RA’yı ve diğer tüm tanrıların (Maat, Hathor, İsis,
Nephthys, Set, ...) adını tapınaklardan sildirdi ve bir yasayla sadece tek bir tanrıya tapınılacağını
emretti. Tek bir tanrı vardır o da güneşin kendisi “ATON’ dur, dedi. Böylece dünyada ilk defa tek
tanrılı Aton Dinini (Atenism bazen Atonism) kurmuş oldu. TEB rahipleri . Amenofis bu yaklaşımına büyük tepki gösterdiler.Amenofis adını değiştirerek, her şeyin yaratıcısı ve güneşin sevgilisi, Aton’a hizmet eden anlamına Akneton (Akhenaton) adını aldı. Bir de Aton’a şiir yazar: Akhenaton'un tanrı Aton'a yazdığı bir şiir:
Tanrı uludur, birdir, tektir
Ondan başkası yoktur.
Bir tanedir,
O'dur her varlığı yaratan,
Bir ruhtur tanrı, görünmeyen bir ruh,
Ta başlangıçta vardı tanrı,
tek varlıktı o.
Hiç birşey yokken o vardı.
Her şeyi o yarattı,
Ezelden beri süregelen varlığı,
Ebediyete kadar sürecek,
Gizlidir tanrı, kimse görmemiştir onu.
İnsanlara ve yarattıklarına sır kalır her zaman.
Daha sonra yüzyıllar boyu eski Mısır’ın başkenti olan, Amon kültürünün de merkezi sayılan, Karnak tapınağının bulunduğu Teb’i terk ederek, yeni başkent ilan ettiği ‘Güneşin Ufku ‘ anlamına gelen Akhetaton şehrine yerleşmiştir. Amenofis TEB’den ayrılıp göç etmesine karşın, TEB rahipleri tarafından öldürüldü.Ölümünden sonra bu din TEB rahiplerinin etkisiyle yasaklandı. Daha önceki tanrılar yine sahneye çıktı. AMON-RA en büyük tanrı oldu (bu tanrıya dua etmek için ya rab ya da ya rabbim dendi, bu sıfat ilk olarak Tevrat’a sonra İncil’e en sonunda da Kuran’a geçti); duaların kabulü için, duaların sonunda en büyük tanrı adına, Amon ya da Amen adına bir bağlama yapıldı. Bu da üç semavi dindeki duaların sonunda amen ve amin kelimesini oluşturdu. Bazı kaynaklarda Amenofis (Tanrı Aton’un dünyadaki temsilcisi olduğunu ileri sürerek, yani ilk olarak dünyada peygamberlik ilan ederek), okunan duaların sonuna, adından kaynaklanan amen kelimesinin eklenmesini emretti ve bu gelenek Musa tarafından Tevrat’a taşındı ve sonunda 3 dinin de dualarına girdi. Amen kelimesi zamanla değişerek ‘Amin’e dönüştü. Mısırlılar daha önce de ruh dünyasına ve insanın ölünce ahirette gideceğine, mahşer günü “Yargıç Allahın” giden kişinin iyiliklerini ve kötülüklerini tartacağına, iyi ise kişinin ebedi cennete giderek, daha sonra ortaya çıkan semavi dinlerde tariflendiği gibi çok rahat yaşayacağına, kötülükleri fazla çıkarsa cehenneme giderek orada yanacağına, sonsuz eziyet çekeceğine inanılıyordu.
4. Amenofis, Filistin’den Mısır’a göç eden Yusuf ve kavimi ile Musa arasındaki bir tarihte
yaşamıştır. Yani Musa, hem Aknaton’un öğretisini bire bir yaşamış ve öğrenmiştir hem de 2. Ramses
döneminde yaşamıştır ve 2. Ramses’ten İsrailoğullarına eziyet etmemesini istemiştir. Hz. Musa, 10
emrin de yazılı olduğu Akneton tapınaklarında yazılı olan tek tanrılılığa, yani Allah’a inanmıştı.
Daha sonra 2. Ramses tahta çıktı ve bu dönemde Akneton’un tek tanrılı inancı bırakılarak, eski
inanca geri dönüldü.Hz. Musa ve yedek ya da yardımcı peygamber olarak bilinen Hz. Harun aynı zamanda yaşadılar ve her ikisi de Firavunla (yani 2. Ramses ile) çatışmaya girdiler. Allah (her üç dinde de söylendiği gibi) Ramses’e ceza verir; ilk olarak (7 sene süren) kuraklık başladı; Nil nehrinin seviyesi düştü; aşırı sıcaklıklar oldu. Tufan oldu, çekirge istilası yaşandı, buğday güvesi musallat oldu.Musa’nın bu felaketlerden yararlanarak halkı kışkırtacağını hisseden, tek tanrılığı reddetmiş olan Ramses, Musa’yı kavimi ile birlikte Filistin’e göçe zorlar. Ancak, Ramses, kendine haber vermeden kavmini peşine takarak göç etmeye kalkışan Musa’nın peşine düşer ve onu Sina Yarımadası’nda yakalar. Kavminin bir kısmı Musa’ya baş kaldırır: Köleydik ama yaşıyorduk, şimdi Firavun bizi öldürecek derler. Musa ise: Allah bana yardım edecek diyerek, asasını vurur ve Kızıl Deniz’i ikiye ayırarak kendi kavmini (13 kavimden 12’sini) selametle geçirir; Firavun ise askerleri ile birlikte Kızıldeniz’in tekrar kapanan sularında helak olur. Musa ve kavimi, Allahın İsrailoğullarına vaat ettiği topraklara doğru yol alırlar ve bugünkü Filistin’e yerleşirler. Türkiye’de Urfa, Mardin, Midyat ve Mezopotamya da, bugün Irak toprakları içinde yer alan Uruk şehrinin bulunduğu yer ve çevreleri de Tanrının İsrail oğullarına vaat ettikleri topraklar içerisinde kalır. Kutsal kitaplara göre Kudüs’te Allah’a ait ilk tapınak yapılır. Tarihsel bilgilere göre de Allah’a ait ilk tapınak Akneton tapınağıdır; çünkü tek tanrılılık ve Allah tanımı, namaz, sünnet, cennet, cehennem, kurban, ahiret, mahşer, kıyamet vs. bu tapınağın inanç sisteminin içinde yer alıyordu ve Musa’ya tanrı tarafından indirildiğine inanılan 10 emir de Akneton tapınağının giriş sütunlarında yazılıydı. Dört semavi dinde de, yaratılış mitolojisi, günlük işlerin düzenlenmesi ve ahiret işleri, bir taraftan kökleri Uruk şehrine kadar uzanan ve İbrahim Peygamber ve kavimi tarafından daha batıya taşınan Ön Asya ve Mezopotamya inanç ve öğretisine (örneğin şeri kanunlar), bir taraftan da Musa peygamber tarafından Filistin’e taşınan Akneton Tapınağının öğretisinin yoğrulmasıyla ortaya çıkmış görünmektedir. İşte Türkler’in Buhara’da ve Maveraün-Nehir’de karşılaştıkları mitoloji, bir taraftan Mezopotamya kültürlerinden özellikle Sümerlerden köken alan, diğer taraftan Mısır inançları ile yoğrulan “Tek Tanrılı Yaratılış Mitolojisi” Tevrat’a, İncil’e ve Kuran’a bu haliyle geçti.
• M. Ö. 400-500 yıllarında yazılmış olan Tevrat’ın, kendisinden en az 300-400 yıl önce yazılmış
olan Zerdüş’lerin el kitabı Avesta’dan da büyük ölçüde esinlendiği görülür. Avesta’da İyilik Tanrısı
Hürmüz ile Kötülük Tanrısı Ehrimen arasındaki mücadele geniş bir ayrıntıyla anlatılır; ayrıca Tevrat
ve İncil’deki Mesih tanımlanır. Öyle ki: Kıyamet, öldükten sonra diriliş, ödül ve ceza, kız oğlan kızdan
(yani Meryem’den) doğacak bir peygamber (yani İsa) dünyayı kurtaracak.
• Daha doğuda yaygın olan Vediizm ve Brahmanizm gibi kast sistemine dayalı dinlerde de
fakirlerine şunu öğütler: Siz iç huzurunuzla uğraşın, bu dünya işlerini üstün insanlara bırakın, acı
çekerek Tanrıya ulaşın (Hint Fakirlerini anımsayın).
• Çevremizde tanıdığımız tüm semavi ya da semavi olmayan dinlerde, ikinci ortak bir anlaşma
noktası: Tanrı dilediğine verir.
• Türklerin batıda karşılaştığı dinlerin hepsinde ortak bir kabul vardı:
• Bu da kuralları tanımlanmış güçlü bir kölelik kurumuydu. Köleliği semavi dinlerin hiç biri
yasaklamamıştı. Hâlbuki Türklerin geleneğinde, inancında (Şamanizm’de) ve idari sistemlerinde
kölelik hiçbir zaman olmamıştı.
• İşte semavi dinlerin zaman içinde güçlenerek yayılmasının ve diğer dinlere egemen olmasının
temelinde, bu kölelik sisteminin, zaman zaman değişik kimliklere bürünen köleci-feodal sisteme
inanılmaz kaynak aktarmasında ve bu sömürü düzenini güçlendirmesinde yatar.
• Yine de M.S. 1016 yılına kadar, değişik uygarlıkları bünyesinde bulundurmuş Ön Asya
kültürlerinin değişik inanç ve mitlerinin zaman zaman etkisini gösterdiğini, insanların düşünmesi ve
yeni olasılıkları araştırması için kapıları açık bıraktığını görüyoruz. İslam âlimi olarak bilinen Cahız:
Bilim kuşkuyla başlar demiştir. Bu nedenle, bu dönemlerde Müslümanlığın da yaygın olduğu bu
coğrafyada, Antik Yunan düşüncesinin de temelini oluşturduğu bilimsel yaklaşımlara rastlıyoruz ve bu
bilimsel düşüncenin İslam Uygarlığına güçlü bir ivme kazandırdığını görüyoruz.
• Öyle ki bu ivmeyle Halep’te ve Mısır’da (Mekke’de ve Medine’de değil), eski Ön Asya
(Mezopotamya) ve Mısır uygarlıklarına ilişkin bilimlerinin önemli katkılarıyla Endülüs’e kadar uzanan,
zamanına göre gelişmiş bir uygarlık kuruldu.
• İslam tarihinde Burini ve Hasankaleli İbrahim Hakkı Hazretleri, evrimsel düşünceye,
geleneksel düşünceden farklı bakan insanlar olarak bilinir. Ne yazık ki bu düşünürleri de büyük ölçüde
dünyaya tanıtan batı dünyasının yazarları, bilim adamları olmuştur.
İSLAM DÜNYASI NEDEN ÇÖKTÜ?
• Ancak M.S. 1016 yılında, İslam âlimleri olarak adlandırılan çok sayıda insan bir araya toplanarak, Kuran konusunda uygulamaya yönelik bir tartışmayı başlatıyorlar. Buna bilimcilerle kadercilerin karşılaşması deniyor. İmami Gazali çok iyi bir hatip olması nedeniyle “biz ancak beş duyumuzla algılayabiliriz; hâlbuki kutsal kitabımız bu duyuların dışındaki gerçekleri bize ulaştırmaktadır” mealinde bir konuşma yapıyor ve bu nedenle “Kuran üzerinde hiçbir şekilde yorum yapamayız, tek bir esresini bile değiştiremeyiz, ebedi olarak verilen ilkelere ve düşüncelere bağlı kalmalıyız’ diyor ve İslam ülkesinin evrimleşmesini bu noktada kapatıyor ve İslamiyet bu tarihten itibaren düşüşe geçiyor.
• Sakın o eskidendi, şimdi değişti diye sevinmeyin. Ulusal televizyon kanallarımızda defalarca
aynı mealde, en son da Nisan/2007’de bir din ve ahlak söyleşisinde bir ilahiyat profesörünün yaklaşımı,İmamı Gazeli’den aşağı kalmıyordu. İfade aynen şöyle idi: Dünya işlerini anlamada akıl tek başına yetmez, her şeyi akılla, bilimle çözmeye kalkışırsanız imanınızdan olursunuz.• İşte bana anlat diye verdiğiniz Türkiye’de- buna bazı durumlarda 58 İslam ülkesinde ve bağnaz Musevilikte ve Hıristiyanlıkta ifadesini de ekleyebilirsiniz- “evrim algılanması nedir?” konusu bu tarihte noktalanıyor; bir adım atılamıyor.
• Bu ülkeler ve bu düşünceyi benimseyen kitleler evrimleşemiyor ve evrim algılamalarında ne yaparsanız yapın her hangi bir değişiklik meydana gelmiyor, gelemiyor. Moleküler biyoloji, genetik,
popülasyon genetiği anlatsanız dahi. İşte bu nedenle, bu simpozyum, evrim algılayamazlarlamitolojinin
organik bağının ortaya konduğu ve bu bağın nasıl kırılması gerektiğini inceleyen bir toplantı olmalıydı.
• Gördüğümüz gibi köklerimiz, kültürümüz, geleneklerimiz, göreneklerimiz, tarihin yazıldığı Ortadoğu’nun mitlerine uzanmıştır; bir açıdan kültürel bir zenginliktir; ancak, bu mitleri aynen ya da
dolaylı olarak inançlarımıza taşıyarak bu güne kadar getirmemizden ve bu mitlerin günlük yaşamımızdaki belirleyiciliğinin değişmez olduğuna inandığımızdan, bu mitlere karşı çıkanları en ağır
şekilde cezalandırdığımızdan dolayı, bu kültürel zenginlik aynı zamanda ayaklarımıza bağlanmış
prangaya dönüşmüştür.
• Bir görme özürlünün çeşitli yöntemlerle görmesi sağlanabilir; ancak iki eliyle gözünü
ısrarla kapatmayı sürdüren bir kişiyi ya da toplumu körlükten kurtaramazsınız.
EVRİMİ ALGILAYAMAMANIN DOĞURDUĞU ZARAR NE OLMUŞTUR?
• Evrimin tanımını bir de şöyle yapabiliriz: Sürekli mimarisini değiştiren bir evrende, evreni oluşturan öğelerin de değişmesidir. New York, Paris ve Moskova Bilimler Akademilerinin de beyan ettiği gibi, evrende “Evrim Kuramı”nın dışında her şeyin değişmesi beklenir. Evrim Kuramı değişmez,çünkü bu kuramın bizatihi kendisi, değişimin ilkelerini inceleyen bir bilim olduğu için, incelediği ve içerdiği nesneler değişse bile, kuramın kendisi değişmeden kalacaktır.
• Bu nedenle kurulu ve geleneksel düzene çoğunluk ters düşer.
• Doğma ise, kurulu ve geleneksel düzene koşulsuz itaat etmeyi ve değişmemeyi ilke edinmiştir.
• Bunun sonucu, toplumlarda ve özellikle bizim toplumda, evrimi algılayamama ne gibi sonuçlar
doğurmuştur? Birkaç örnek vermekle yetineceğim.
1. Doğru gözlem yapabilmek için, aynı koşulu ve aynı ortamı paylaşan, ancak bu bakımdan yani
dünya görüşleri bakımından farklı olan iki toplumdaki gelişmeleri izlemek en doğru sonucu oluşturacaktır. Bunun için, batı sosyologlarının da sık sık örnek verdiği Berlin’deki Kreuzberg
mahallesi en iyi örnektir. Sovyetler yıkılmadan önce, yaklaşık 100.000 Türk işçisi, özellikle 1964
yılında gelenler, Doğu Almanya’ya tam sınır olan ve tehlikeli bir yer olarak bilinen Kreuzberg’e
yerleştirildi. Aradan tam 50 yıl geçti, Kreuzberg’deki işçilerin gerek davranış, gerek sosyal işlevler,
gerek dünya görüşü, gerek giyim kuşam, gerek analistik düşünce vs. vs. (Sümerbank pazen pijamalarla sokaklarda dolaşmak dâhil) bakımından bir adım değişmediği gözlendi. Sokakta birbirine tekme atma, bağırma, tükürme, dükkânlardan malların yürüyüş yoluna taşması, geldikleri gün gibi kaldı. Hâlbuki 100 metre yanında uzanan caddede başka bir toplum (Almanlar) oturuyordu ve bu toplum, gelişmeleri adım adım izliyordu, değişiyordu. Siz zannediyor musunuz ki Avrupa Birliği bizi fakir olduğumuz için içlerine almada ayak diretiyorlar; ayak diretmelerinin esas nedeni değişmeyen kafa yapımızın ortaya çıkaracağı olumsuzluklardır. Düşünün ki, yazılı basına göre, hem de sağlık bakanımızın biri, peygamberimiz sofra bezinin üzerinde yemek yediği için, evinde masa bulundurmuyormuş.
2. Başka bir kültürü ve inancı da dünya mirası olarak benimsemek ve gerekirse onun izleyicisi
olmak bir erdemdir. Bunun için yüce Atatürk, Sümerleri ve Hititleri kendi kültürünün öncüleri olarak
kabul ettiği için, onlara izafeten Sümer ve Eti Bankalarını kurdu (daha sonra holdingler). Her ikisi de
satılarak ortadan kaldırıldı. Atatürk, Hititlerin simgesini Ankara şehrinin simgesi olarak aldı ve bu
kültüre sahip çıktı, Hititlerin mirasçısı olduğunu tüm dünyaya ilan etti. Ne mi oldu? Ankara’nın Hitit
Güneşi olarak bilinen simge ortadan kaldırıldı, bir cami simgesi kondu. Bunu izleyen birkaç ay
içerisinde Avrupa Birliği “Hititler Avrupa kökenli insanlardı ve Anadolu’nun esas sahipleri onlardı,
yani Avrupalılardır” kararını alarak, ileride çıkacak civcivin yumurtasını folluğa bıraktılar.
3. Ön Asya, tarım bitkileri, süs bitkileri ve bazı meyve türleri bakımından gen merkezi olduğunu
biliyoruz. Ancak, inancı gereği, değişmeyi ve evrimleşmeyi bir türlü benimsemeyen bir toplumun
bunları ıslah etmesi beklenemezdi; öyle de oldu. 58 İslam ülkesinin hiç biri, ekonomik bir çeşidin
oluşturulmasına imza atamadı. Doğa müzesi kurmadı, biyolojik arşiv yapmadı. Çevresini tanıyarak
onları bilimsel olarak sınıflandıramadı. Bu söylediklerim, İslam ülkelerinin ve diğer dinlerin de tutucu
ülkelerinin hemen hepsi için geçerlidir.
4. Dogmatik yaklaşımlar merak duygusunu bastırdığı için, kökten dinciliğin egemen olduğu toplumların hemen hepsinde, ülkelerindeki hiçbir antik eser, doğal anıtlar, hatta mitolojiler incelenemedi. Bunu, evrime inanmış toplumların içinde yetişenler yaparak, bu onurun mutluluğunu yaşadılar.
5. Dogmatik yaklaşımlar, geleneksel düzene sorgulamadan baş eğmeyi öğütlediği için, bu ülkelerde
demokrasi ve toplumsal düzenleme ile ilgili hiçbir yaratıcı adım atılamadı.Sadece ekonomik sorunlar ve inanç çatışmaları nedeniyle isyan üzerine isyanla bulundukları toplumları kemirdiler. Bu nedenle Türkiye’ye demokrasinin getirilme kararı Atatürk Başta olmak üzere birkaç kişinin iradesi ile gerçekleşmiş, bu istek toplumun alt kesiminden değil, üsten gelmiştir; 85 yıl geçmesine karşın bu nedenle demokrasi sıkıntımız sürmektedir.
6. Dogmatik yaklaşım nedeniyle evrensel kimlik kazanamadılar. Bugün, dünya nüfusunun %80’i
için “bizim inandığımız yaratılış” hiçbir şey ifade etmiyor. Çin’de bir üniversitede çalışacaksanız, onlara bizim yaratılışımızı mı anlatacaksınız? Aynı tarzda giymiyor, aynı yemekleri yemiyor, aynı şeyleri içmiyor, aynı şeyleri düşünmüyor, aynı şeylerden zevk almıyor, en kötüsü ise, kendi inancınızın ve düşüncenizin dışındakileri sapkınlık olarak niteliyorsanız, bu küre üzerinde yaşayan insanlarla nasıl
bir araya geleceksiniz. Bu nedenle son zamanlarda uygarlıklar arasındaki çatışma sözcüğünü hafife almayın.
7. En önemlisi kuşkuya yer olmadığı ve tek doğruya saplanıldığı için bu toplumlarda analistik düşünce gelişemedi. Bunun için de birkaç örnek vermek isterim. Burada yanlışlığını ya da doğruluğunu tartışmak da istemiyorum. Bu anlattıklarımı sakin bir kafayla uygun bir zamanınızda tekrar düşünmenizi diliyorum.
• Kudüs, bilinen “en yakın olarak tanımak zorunda olduğumuz" birçok peygamberin (en az üçü),
peygamberliğinin tebliğ edildiği, kutsal kitaplardan da en az 3'nün indiği, Müslümanların bile ilk ibadetlerinde yönlendiği, söylenceye göre Hz. Muhammed’in Miraç'a yükseldiği yer olmasına karşın,
burada, tarihin hiçbir döneminde barış sağlanamamıştır; en kanlı katliamlar burada gerçekleşmiştir;
çoğu da din adına. Bugün bile, dünyanın en güvensiz şehri ünvanını korumaktadır.
• Bütün minibüslerde ve otobüslerde “Allah Korusun” yazısı olmasına karşın, araç başına en çok
kaza, bizde, Türkiye’de oluyormuş.
• Kâbe Tanrının evi olarak tanımlanmasına karşın, sadece 1992 yılından bu yana sadece
ayakaltında ezilenlerin sayısı 10.000 leri geçmiş durumda. Yani Tanrının evinde bile güvende
değilsiniz.
• 2004 yılında Büyük Okyanus’ta meydana gelen tusunamide, en çok zararı Endonezya’nın Müslüman kesimi olan Ace bölgesi gördü, bir rakama göre, sadece 100.000 çocuk bu bölgede anasızbabasız kaldı. Tüm dünya bu bölgeye yardıma giderken, oradaki, yani Ace bölgesindeki Müslümanlar
ne yaptı biliyor musunuz? Tam 240.000 hacı, tusinamiden bir ay sonra, Hacca gitti ve ortalama adam
başına 8.000 dolar harcadı; çocuklar da ser-sefil ortada kaldı.
• Türkiye’de hacca giden 100.000 hacının 80.000’den fazlası yeşil kart kullanıyormuş.
• Mısır halkının gelirinin %68’i (güvenilir kaynak olmayabilir) turizmden gelen gelirmiş. Gelen turistlerin %62’si (güvenilir kaynak olmayabilir) sadece Firavunların yaptırdığı piramitleri ve eserleri görmek için geliyorlarmış. Kuran’da onlarca yerde Firavunlara lanet yağdırılıyor ve beddua ediliyor. Mısır halkı, ekmeğini yediği Firavunlara günde 5 defa lanet okuyor, her gün sopasını yediği halkın, yani İsrailoğullarının var oluşunu sağlayan peygamberlerini de günde 5 defa kutsuyor.
HACİVAT-KARAGÖZ’Ü NEDEN ÇOK SEVERİZ?
• Türk toplumu ve Ön Asya toplulukları neden “Hacivat-Karagöz” orta oyununu 600 yıl boyunca büyük bir zevkle seyretmiştir, hiç düşündünüz mü? Hacivat-Karagöz oyununun en önemli özelliği Hacivat’ın dediğini Karagöz, Karagöz’ün dediğini Hacivat tümüyle ters anlar; Hacivat mersine der, Karagöz tersine anlar, bu böyle sürer gider.
• İşimize gelmeyenleri ya yanlış anlamayı ya da anlamazlıktan gelmeyi yaşam tarzı olarak benimsemişiz. Hiçbir şeyin aslını ve dogmatik eğitimimiz nedeniyle bir ifadenin gerçekte ne anlama
geldiğini öğrenme alışkanlığımız yoktur. Dünyada üzerinde hiç tartışılmayan en önemli kemiyetler
sayılardır. Örneğin 5 dediğinizde bunu kimse tartışmaz. Gelgelelim ki, semavi dinlerde verilen
sayıların bile bir zahiri bir de gerçek anlamı vardır diye fetva veriyoruz. Bu nedenle, bu topluluklar
gerçeği hiçbir zaman öğrenemiyorlar.
Dogmatizm sadece bize özgü de değildir ve sadece bizi perişan etmemiştir?
• Bu anlattıklarım bizim için ne kadar geçerli ise, dogmatik saplantıya girmiş, her ırktan, her
inançtan, her ekonomik düzendeki toplum için de geçerlidir.
• Bakın, Hıristiyan tarihinde, “eşek davası ya da meselesi” diye ilginç bir tartışma vardır. Birileri eşeğin ağzında kaç diş olduğunu merak ediyor ve tartışma başlıyor. Tam 100 yıl. Birisi diyor ki biz niye bu kadar tartışıyoruz? Eşeğin ağzını açıp dişlerini sayalım ve böylece kaç diş olduğunu öğre