Pek basit bir tanımıyla bilgi, “bir “bilen” ile bir “bilinen” arasındaki ilişkidir.
Kuşkusuz tanımı böyle yapınca “bilen” ve “bilinen” kavramlarını da tanımlamak gerekiyor.
Bu işe girişince konu genişledikçe genişler; içinden çıkılamaz bir hal bile alabilir. Aslında içinden çıkılır kuşkusuz ama neredeyse başlı başına bir kitabı dolduracak denli uzar da uzar.
Bunun sorumlusu ben değilim. Bu başlığı açmamı Sayın Promethus istedi. Ben konuya sadece bir giriş yapıp kaçacağım.
“Bilgi” denilen şeyin ne olduğu, bunun kaynağı, özü, niteliği ve sınırı üzerinde tarih boyunca gerek düşünürler gerekse bilim adamları tarafından yapılmış araştırmalar, çok sayıda değişik ve çelişik öğretinin doğmasına neden olmuştur.
Bu öğretilerden bazıları bilginin olanaksızlığını ileri sürmüşlerdir. Ancak bu bağlamda çok dikkatle olmak gerekir. Şayet bu tür öğretileri “Bilinemezcilik” adı altında toplarsak, sonra bunun karşılığı “Agnostizm” olabilir ki, o da konumuzun içeriğini pek sınırlayabilir.
Tersine, bilginin olanaklılığını savunan öğretiler ise, onun nasıl elde edilebileceği konusunda birbirlerinden farklı yöntem ve yaklaşımların gereğini benimsemiştir. Nitekim bu bağlamda da tüm bunları “Bilinircilik” olarak alırsak, aynı biçimde “Gnostizm” ile sınırlı duruma düşebiliriz.
İşin ilginç yanı şu ki, böyle öğretilerin arasındaki uyuşmazlıkların büyük çoğunluğu aslında “bilgi” kavramının tanımlanmasından kaynaklanıyor. Oysa bilgininin olanaklı ya da olanaksızlığını tartışmadan önce kavram üzerinde uyuşsalar ya!...
Bilginin türleri olabilir. “Bilen ile bilinen arasındaki ilişki” genel, soyut, belirsiz bir tanımlamadır. Belki önce bilgiyi türlerine ayırmak, somut ya da belirgin bir tanım yapmaya olanak verir.
Demek ki bir sonu da şu: Nasıl bir bilgiden söz ediyoruz?
Bu tutumla bilginin olanaksızlığını ileri süren öğretilerin savlarını daha başlangıçta bir yana itmiş olduk. Doğru mu yaptık acaba?
Bir an için şu genel tanıma dönelim.
Bu tanımı akla yatkın bir dil bilgisi kuralı ile çözümlemeye girişirsek; burada “bilen”in özne, “bilinen”in de nesne olduğunu söyleyebiliriz.
Nesne edilgin yani pasiftir. Dolayısıyla bilinen haline dönüşecek olan bilinecek oradadır, vardır, gerçektir ama kendini bildirmek için bir eylem göstermez; bilinmek üzere durağan bir bekleyiş içindedir.
Özne ise etkin yani aktiftir. Dolayısıyla bilen olmaya dönüşecek bilecek, sürekli bir gözleyiş, izleyiş, arayış, değerlendiriş içindedir.
Bilen ile bilinen bu ikisinin buluşmasıyla oluşur. Birinin etkin diğerinin edilgin olması nedeniyle yekdiğerinin karşıtıdırlar. Bu karşıtlık ya da çelişki, iki kavram arasında diyalektik bir ilişkinin doğması zorunluluğunu ortaya çıkarır.
Karşıtlık ya da çelişki olumsuz bir olgu olarak düşünülmemelidir. Evrendeki her şeyin oluşma biçimi, bir tez ile onun karşıtı olan antitezin çelişkisi sonucu doğan bir sentezi gerektirir. Her sentez de yeni bir tez olarak antitezini arar; bu arayışın verdiği olumlu sonuç, evrendeki her şeyin gelişme yasasını çizer.
Sonradan bilen ile bilinen olmaya dönüşecek özne ile nesne arasında bir karşıtlık bulunmazsa bilgi doğmaz. Dolayısıyla bilinen dediğimiz nesne, bilinmek için sürdürdüğü bekleyişi içinde kendi başına kalır. Bu durum ise nesnenin bilinmeyenliğe ve giderek bilinmezliğe tutsak oluşudur. (Bilinemezcilik de zaten buradan yol buluyor kendi öğretisine.)
Öte yandan bu karşıtlığın bulunmaması, bilenin potansiyel gücünün eyleme dönüşememesine neden olur. Dolayısıyla bilen dediğimiz özne, gözleyiş ve arayışları boşa çıkan bir “bilemeyen”e dönüşür.
Bilinmeyen ile bilemeyen arasında da bir ilişki vardır. Fakat bu ilişki, bilen ile bilinen arasındaki ilişki olan “bilgi” gibi yeni bir bilen yaratacak olumluluğa, bir verimliliğe sahip değildir. Bu olumsuz ya da verimsiz ilişkinin adı “bilgisizlik”tir.
Bir giriş olması bakımından bu kadarı yeter mi?
Yetsin.
Bu mantıksal tanımlama karmaşası üzerine söz söyleyecek olanlar vardır sanırım. Hatta belki bilginin türlerine de sıralayabilirler. Bunu yapan olmazsa ben yine devreye girebilirim,
Söz sizindir.