Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Aydın Kişi ve Mason... 19  (Okunma sayısı 2133 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mart 04, 2013, 05:17:21 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Gele gele geldik işte o kara taşa…


Aydın görünümlü ancak, gerçek aydın kimliğinden uzak bireyler üzerine…
(Olumsuz algılanabilen “Aydın” Tipleri)


Toplumumuzda halka ışık tutmayan, faydası bulunmayan aydınların sayısı fazla olduğu için, halkın değerleri ile aydının değerleri arasında daima büyük bir fark ortaya çıkmıştır. İlmî gerçekleri görmek istemeyen, doğruları söylemekten kaçınan ve yalanları bilimsel ambalajlarda pazarlamaya çalışan insanlar, her ne kadar kendilerini aydın kabul etseler de, onlara aydın demek mümkün değildir.

Dünyada ve Türkiye’de kültür ve sanat adına neler olup bittiği umurlarında bile olmayan, üzerinde düşünülmüş bir dünya görüşünden yoksun, beğenileri gelişmemiş, incelmemiş kişilerce alınan bir diploma, “tahsilli” etiketini ister istemez sağlasa da “aydın” niteliğini kazandırmış değildir.

Bir de “aydın cahiller” var ki, bunlar kendilerini aristokrat sınıfından sayarlar. İyi bir eğitim almışlardır. Toplumda belli bir yerleri vardır. Gelir düzeyleri yüksek, prestijleri fazladır. Bir çoğunun isminin başında, meslek ve kariyerini gösteren bir unvanı mevcuttur. Kendilerini toplumun öncüleri olarak görürler. Halk tarafından seçilmemişlerdir ama kendilerini “seçkin” olarak kabul ederler. Toplumun da öyle kabul etmesini isterler. “Aydın” geçinirler, ama iyiliği, gelişmeyi hiç sevmezler. Kendi çıkarlarını çok iyi korurlar, fakat topluma olan zararları kara cahillerden daha fazladır.

Yakın tarihimize şöyle bir baktığımız zaman, bizi çağdaş uygarlık seviyesinden uzaklaştıranların bu aydın cahiller olduğunu görürüz.

Birçok isyan ve ihtilalin, anarşi ve terör hareketlerinin, ortaya çıkmasında bu tür aydınların dolaylı veya doğrudan etkileri vardır. Çeteler, mafyalar, vurguncular, hortumcular; hep aydın cahiller arasından çıkmaktadır.

Kara cahiller imzalarını atmaktan aciz iken, bu aydın cahiller imzaları ile trilyonları götürmektedirler. Yine kara cahiller evde çocuklarına söz geçiremez iken, aydın cahiller kitleleri peşlerinden sürükleyip, anarşi ve teröre teşvik edebilmektedir.

Türkiye’nin aydınlar ortamında, birbirinden çok farklı aydınlar öbeği ile karşılaşılmakta oldğunun altını çizen, düşünce dünyamızın önemli isimlerinden Ahmet Cemal, son yapıtında (2012) çoğumuza bilindik gelen aydın tiplerini şöyle betimlemektedir:
“Bunlardan birincisi-ağır aydınlardan ayrı tutmak için-‘normal aydınlar’diye adlandırabileceğimiz öbek. Bu öbeğe giren ve artık nesilleri tükenmek üzere olan aydınlar, herhangi bir konuyu hangi düzeyde ele alırlarsa alsınlar, hiçbir bilgiçlik dolambacına sapmaksızın, okurlarına tam bir saydamlık içerisinde paylaşırlar.

‘Ağır aydınlar’a gelince, onların konumu çok farklıdır. Her şeyden önce bu aydınlar, dilleri bağlamında-en azından-“güç anlaşılır” olmayı temel amaçları arasına almış olan kişilerdir. Onlar, aynı kültür ortamını paylaştıkları insanlara değil, fakat sanki bir sömürge ülkesinde yaşayan sömürge halkına seslenir gibidirler; herhangi bir konuyu-özellikle de yazı dilinde-işlerken, kendi kültürlerinin diline gönül indirmek gibi bir kaygıları asla yoktur. Öte yandan ağır aydınların anlaşılmak gibi bir meseleleri zaten yoktur; hatta tam tersine, onlar genelde ne kadar az anlaşılıyorlarsa, kendilerini o kadar aydın sayan kişilerdir-tıpkı, aslında kendilerini buralı olmadıkları ölçüde aydın saymaları gibi!

Bir aydın çeşidi de ‘alıntı aydınlar’dır. Bu tip aydınlar, sözlerini dinletebilme ve kendilerini çevrelerine bir otorite olarak benimsetme şansları doğal olarak yaşadıkları çevrenin genel bilgi ve düşünme düzeyiyle doğrudan orantılıdır. Başka deyişle, yaşadıkları çevredeki genel bilgi düzeyinin düşüklüğü ve ‘düşünme özürlü’ insanların fazlalığı, alıntı aydınlar için neredeyse bir varlık koşuludur.  Belki de bu nedenledir ki, böyle aydınların genel söylemi hep, ‘Gel, sen de öğren ve bil!’ değil, ama ‘Sen beni dinle ve oku yeter!’ tarzındadır.

Çünkü alıntı aydınları için birincil önem taşıyan nokta, bilgiyi yaymak değil, fakat çevresinde belli bir ya da birkaç alanda herkesten çok bilir görünerek sağladığı ayrıcalıklı bir konumu ve temelsiz bir saygınlığı ne pahasına olursa olsun koruyabilmektir.

Öğrenmeye uzanan yolda yanlışlar da yapmayı doğal sayan ve kalıcı bilginin doğruların yanında yanlışların da yaşandığı serüvenli bir yolculukta kazanılabileceğini iyi bilen gerçek aydınlardan farklı olarak, alıntı aydınların birinci hedefi başkalarının-gerçekte olan, ya da olmaya da bilen!-yanlışlarını yakalamaktır.

Böyle bir yanlışı bulduğu anda alıntı aydın, ikili bir tepki sergiler: Kendince yanlış yapana, çoğunlukla bu yanlışın sınırlarını çok aşan, onun kimliğini de hedef alan bir saldırı yöneltmek, ardından da örneğin, ‘Keşke benim yazdıklarımı okusaydın!’ diyerek, kendine atıfta bulunmak. Öte yandan yapılan atfın mutlaka somut konuyla ilgili olması da gerekli değildir; önemli olan, ilintili ya da ilintisiz, alıntı aydının yazdıklarını bir yerlere sıkıştırıvermesidir.

Alıntı aydınların, başkalarından alıntıladığı düşüncelerden yola çıkarak ortaya özgün bir sentez koymak gibi bir kaygısı da yoktur. Alıntı aydın, çoğunlukla-genelde ne ölçüde bildiği de tartışmaya açık olan- bir yabancı dilde okuduklarını kendi ortamında kendisininmiş gibi tanıtma peşinde olan kişidir.

‘Omurgasız Aydınlar’: İlk kez, İlhan Selçuk’un ağzından duymuştum ‘Omurgasız Aydınlar’ kavramını. Bilindiği gibi omurga, insan bedeninin ayakta ve dik durmasını sağlayan, başka bir deyişle insan bedenine duruşunu kazandıran kemik yapısıdır. Omurgadaki herhangi bir aksaklık, bedenin duruşunu bozar; bu aksaklığın ağırlığına göre, bedenin nasıl durduğu, dahası durabilip duramadığı, biraz sonra nasıl bir duruşa geçeceği anlaşılmayabilir. İnsanın tinsel omurgası da bunun çok benzeri bir şeydir; beyin ne kadar bilgiyle beslenirse beslensin, bu bilgiler tinsel omurganın, yani hayat karşısında, içinde bulunulan bireysel ve toplumsal koşullar bağlamında belli bir duruşun, düşünsel bir eksenin temeline yerleştirilmediğinde, tinsel omurgadaki aksaklıklar hemen ortaya çıkmaya başlar. Böyle durumlarda gerektiği gibi işlemeyen omurganın taşıyıcısının çevresindekiler,  örneğin o kişinin onca bilgili, onca okumuş oluşuna rağmen, kimi zaman öyle bir bilgi dağarcığından beklenmesi olanaksız bir biçimde nasıl eğilip bükülüverdiğini, nasıl kolaylıkla saf değiştirebildiğini, dahası, kendi düşünsel geçmişini yadsırcasına, nasıl değişim geçirdiğini, kendini nasıl ve ne gibi ucuzluklar karşısında satma noktasına gelebildiğini görüp büyük şaşkınlıklar yaşayabilirler.”

Aydın yanılgısı bağlamında Atatürk’ün tespiti de önemlidir “Biz cahil dediğimiz vakit mutlaka mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okuma bilmeyenlerden de hakikati gören hakiki âlimler çıkar.”

Pek çok insanımız, kendisini yetiştirip “aydın” sınıfına geçtiğinde; “egolaşma”nın ve “materyalizm”in yani “maddeselleşme” tutkusunun dayanılmaz çekiciliğinde, geldiği yerle yani halkla geçmişteki bağını büyük ölçüde koparır.

İnsanların doğasında var olan “egoizm”in; aydın insan niteliğindeki kişilerin önlenemez ölçüde birincil özelliği konumuna geldiğinde; Aydınlanmaya giden yol, pek çok insan için, genellikle maddesel zenginliğe kavuşmanın yegane amaç ve büyük tutkusu haline gelebilmektedir. Bu durum, aydın ya da aydın geçinen sınıfı halktan koparır ve haklı olarak tabanda “ihanete” uğramış olmanın tepki ve isyanları ortaya çıkar.

Bilinç dışı güçlerin (bedenimizden ve çevremizden, kültürümüzden gelen) etkisiyle insanın kendisiyle karşılaşmasında çetin zorluklar vardır. İnsan gerek çevresine uymak, kendisini korumak, gerekse kendisiyle karşılaşmamak için kendisini saklar. Aydın sakladığından bellidir. Aydın bilmediğine, anlamadığına tavrıyla kendini gösterir, ele verir. Bilmediklerimizi küçümsüyor muyuz? Değersiz olduklarını mı ileri sürüyoruz? Uzmanlık işi olduğunu söyleyerek, bilmediklerimizle ilgimizi kesiyor muyuz? Bilmediklerimizi bilir gibi mi yapıyoruz? Anlayamadığımız bir süreç, bir metin karşısında ne yapıyoruz? Anlama isteğimiz, tutkumuz var mı? Nereye kadar? Ne zaman, nasıl pes ediyoruz da: “Bilemiyorum, anlayamıyorum” diyoruz. Diyebiliyor muyuz?

Anlayamamak gücümüze gidiyor mu? Neyi anlayıp neyi anlayamadığımızın, neyi bilip neyi bilemediğimizin ayırdında mıyız?

Saklananları, üstü örtülenleri, çarpıtılanları bulup ortaya çıkarmaya çalışan aydın, anlayamamasını, bilememesini saklar mı? Bildiğini, anladığını saklar mı?

Aydın sakladığından bellidir. Anlayamadıkların, bilmediklerin karşısındaki tavrını, davranışını, duygularını söyle, sana nasıl bir aydın olduğunu söyleyeyim.

Dalbudak saran bilim, sayıları sürekli artan bölümlere ve alt-disiplinlere ayrılarak genişliyor. Bu açılım kaçınılmaz ve yararlı bir gelişmedir. Git gide uzmanlaşan bilimci de eskisine oranla daha dar ama daha derin bir bilgin olma yolunda. Kimileri kendi alanlarında adamakıllı ayrıntıya inerken, bazen yakın dalları bile gereği gibi bilmiyor, genel bir görüngeden (perspektiften) yoksun kalıyorlar.

Oysa geçmişin büyük düşünürleri, belki bilginin kendinin de o yıllarda çok sınırlı olması nedeniyle belirli ama dar konularda uzmanlıktan çok bütüncüydüler.

Ancak, Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770–1831) şu sözünü anımsamakta yarar var: “Gerçek bütündedir!”.

Küçük gerçekler de vardır, ama büyük gerçekler kendi başlarına aranmalıdırlar. İşte, toplumbilimciler bunu zaman zaman ya da uzun süre savsakladılar.

Aydın kişi bir düzenin köklerini ve nedenlerini incelemekle kalmaz, inişe geçişine ve değişimine de eğilir. Daha iyi bir dünya için ilk adım bu kapsamlı girişimdir. Akılcılık kişinin kendi ürünüdür; doğayı ve toplumu kavramasına yarar; herkes için yaşam koşullarını iyileştirme de söylenceyi bırakıp akılcılığı benimsemesine bağlıdır.

Tanımlar farklılık gösterse de, sınıf kavramının temelinde ekonomik nedenler vardır. Kimisi, üretim araçlarına sahip olan olmayan şeklinde dar tanımlamalar yapmakta, kimisi ise üretime katılırken gösterdiği farklılığa göre daha geniş bir tanımlamaya gitmektedir.

Aydınların konumu ise, yapılan sınıf tanımlamalarının hiçbirine uymamaktadır. Yani aydınlar ne üretim araçlarına sahip ne de nesnel değerler üreten bir konumdadırlar. Aydınlara her ne kadar “kafa işçileri” denmekte ise, de, aydınların işçi sınıfının içinde oldukları söylenmek istense de aydınlar, kafa işçilerinden ayrılmaktadırlar.

Paul A. Baran bu ayrımı şöyle ortaya koymaktadır: “Kafa işçilerini aydınlardan ayıran kesin sınırı, biz tüm tarihsel sürecin ortaya koyduğu sorunlar karşısında benimsenen tutumda aramalıyız.

Çünkü bir kimseye aydın dedirten ve aydını kafa işçilerinden ve diğer herkesten ayıran şey, onun tüm tarihsel sürece duyduğu ilginin, teğet geçen türden bir ilgi olmayıp bütün düşüncesini kapsıyor ve işini önemli ve anlamlı bir biçimde etkiliyor olmasındandır”. “Hemen belirtmeli ki aydınlar diye ayrı bir homojen sınıf yoktur.” 

Aydın geçinen ancak “şeriatçı aydın” tiplemesine uygun davranışlar gösteren aydınlar, genel olarak Eski Yunan kaynaklarından ve özellikle Aristo’dan ve Stoik felsefe kurucularından yararlanırlarken, insancıl duyguları geliştirme yoluna sapmamışlardır.

Farabi gibi dev düşünürler ya da İbn Sina gibi emsalsiz bilginler, ya da İbn Haldun gibi çağ üstü sosyologlar, ya da İbn Rüşt gibi olağanüstü zekâlar ve daha niceleri, bütün okumuşluklarına ve Eski Yunan’dan yararlanmış olmalarına rağmen, insanlığa aşık davranışların temsilciliğini yapamamışlardır; yapmak şöyle dursun, şeriatın insanlığa ters düşen hükümlerini (örneğin “Kafire karşı savaşmayı- Cihad- öngören emirlerini ya da köleliği doğal bilen ya da kadını küçülten ya da kişiyi kul kertesine indiren ya da buna benzer hükümlerini) geçerli saymışlardır.

Batı dünyasının aydınlarıyla, İslam dünyasının aydınları arasındaki başlıca fark, insan anlayışı konusunda kendisini belli etmiştir.

Batılı aydın, Yunan felsefesinden ve Yunan akılcılığından yararlanarak insan değeri fikrini ve insan sevgisi öğesini geliştirirken, Batı’ya bu kaynakları tanıtan İslam düşünceleri, bu tür sorunlara karşı ilgisiz ve duygusuz kalmışlardır.



Bunu okuyanlar biraz sindirsin bakalım…

Yazarımızın bu başlık altındaki çalışması henüz sona ermedi.


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Mart 04, 2013, 05:58:43 ös
Yanıtla #1
  • Aktif Uye
  • ***
  • İleti: 730
  • Cinsiyet: Bay

Olağanüstü güzel.

Dil, üslup ve yargılar mükemmel.

Bu inceleme bir kitap tadında. Kitap olarak basılsa da kaynaklarımız arasına koysak.
Özgürlük zeka demektir, sevgi demektir. Özgürlük sömürmeme, yetkeye boyun eğmeme demektir. Özgürlük olağanüstü erdem demektir.
Jiddu Krishnamurti


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
7 Yanıt
5555 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 18, 2013, 07:08:55 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2396 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 22, 2013, 06:02:18 ös
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
3028 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 25, 2013, 01:40:54 öö
Gönderen: dogudan
0 Yanıt
3018 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 26, 2013, 04:50:55 ös
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
3420 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 31, 2013, 01:52:28 öö
Gönderen: peacewings
5 Yanıt
4528 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 22, 2013, 04:01:06 ös
Gönderen: ADAM
8 Yanıt
5729 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 05, 2013, 04:21:03 ös
Gönderen: ADAM
3 Yanıt
3419 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 06, 2013, 11:20:35 öö
Gönderen: ruzber
0 Yanıt
2017 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 11, 2013, 01:38:45 ös
Gönderen: ADAM
9 Yanıt
3191 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 15, 2013, 12:49:41 öö
Gönderen: Alşah