Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: SÜRYANİLER  (Okunma sayısı 6283 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mayıs 14, 2007, 01:03:18 öö
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

Süryaniler Kimdir?

Süryaniler, kökenleri 5000 yıl öncesine giden bir toplumdur. Mezopotamya'da yeşeren ve uygarlığın gelişiminde önemli rol üstlenen eski Mezopotamya halklarının yani köklü bir kültürün mirasçılarıdır. Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, coğrafyayı istila edenlerin baskı ve egemenlikleri yüzünden başlangıçtaki etkinliklerini kaybetmişlerdir. Günümüzde ise dünyanın değişik bölgelerinde dağınık bir şekilde yaşamaktadırlar.

Süryanilerin kökeni ve nerden geldiklerine dair bilinen üç farklı görüş vardır.Bu görüşlerden birisi, Süryanilerin Aramiler'den geldiğini savunan tezdir. Bu tezin dayanağı Süryani halkının Aramca konuştuğu ve bundan dolayı da kökeninin Aramiler olduğunu iddia etmektedir. Süryanilerin kökenine dair ikinci görüş ise Süryanilerin Asurlular'dan geldiğini savunan tezdir. Bu görüşe göre Süryaniler, eski Mezopotamya'da imparatorluklar kurmuş olan Asurlular'ın torunlarıdır. Bu iki görüşün eksiklikleri, Süryanilerin kökenini tüm eski Mezopotamya halklarına dayandığını belirten yeni bir görüş ortaya çıkarmıştır.

Aslında bu farklı görüşlerin önemi, getirdikleri tarihsel açıklamalardan ziyade, bu görüş sahiplerinin Süryaniler için düşledikleri farklı toplumsal modellere sahip olmasındadır. Yani Asur görüşünü savunanlar, Süryanilerin öncelikle siyasal bir toplum olmasını arzu etmekte; Arami görüşünü savunanlar ise daha çok inanca dayalı bir toplum modeli oluşturmak ve bu model çerçevesi içinde toplumu bir arada tutmaya çalışmaktadırlar.

Aslında Asur ve Arami ile anlatılmak istenen halk aynıdır. Söz konusu olan halk, Eski Mezopotamya kültürünü taşıyan ve inancı bakımından Hıristiyan olan bir topluluktur. Bu halk Irak ve İran'da daha çok "Asur" adıyla tanınırken, Suriye ve Türkiye'de aynı halk için "Süryani" adı kullanılmaktadır. Süryani kelimesi özellikle Hıristiyanlığı sonrası yaygınlık kazanmıştır ve Hıristiyan olan Yukarı Mezopotamya halkını belirtir. "Asurlu" kelimesi ise İsa'dan önceki Yukarı Mezopotamya halkı için kullanılmaktadır. Başka bir deyişle "Asurlu" kelimesi "Süryani" kelimesi ile anlatılmak istenen halkın Hıristiyanlıktan önceki zamanını belirtir. Bir yerde bugün bu halk için kullanılan, "Asur", "Arami", "Süryani" (ve daha başka adlar; Keldani, Maruni vs.) kelimeleri aynı topluluğu nitelemektedir.

Süryanilerin kökenini sadece Aramilere veya Asurlulara dayandırma çabalarının , Mezopotamyanın eski tarihine bakıldığında çok anlamlı olmadığı görülecektir. Buna karşılık Süryanilerin kökenini, tüm eski Mezopotamya halklarına (Fenikeliler, Akkadlar, Keldalılar, Babiller, Kenanlar, Asurlular ve Aramiler) dayandırmak daha mantıklıdır. Çünkü bütün bu halklar aynı kökenden oldukları için daha kolay kaynaşabilmişlerdir. Aynı dili konuşan, benzer örf ve adetleri yaşayan bu halklar Hıristiyanlık inancı ile birlikte aynı dine de sahip olmuşlardır. Ve bu eski halkların temeli üzerinde, yeni bir ada sahip olan Süryaniler doğmuştur.

Süryani' Adı Nereden Geliyor?
Süryani (Süryoyo) adının nasıl, ne zaman ve neden dolayı kullanıldığı kesin olarak bilinmiyor. Süryani isminin kökeni hakkında pek çok varsayım var. Varsayımların ortak özelliği; Süryani adının ya Mezopotamya'daki bir şehirden ya da bu coğrafi bölgede hüküm sürmüş bir kralın adından kaynaklandığıdır. Sizlere bilgi olması açısından, bugün en sık rağbet edilen iki varsayımı aktaracağım. Bu iki varsayım Yakup Bilge'nin, Yeryüzü Yayınları arasında çıkan ve 1992 yılında basılan "Anadolu'nun Solan Rengi Süryaniler" kitabından alınmıştır.

1) Kimi yazarlara göre Suriye adı, bölgeyi ele geçiren Kilikos'un kardeşi Suros'tan geliyor. Süryani adı da bu sözcükten türüyor. XII.yy'da yaşamış olan Diyarbakır metropoliti (Bir bölgede yaşayan Süryanilerin kilise içindeki en üst rütbedeki kişisi) Arami kralı Suros'un adına izafeten, egemenliği altındaki ülkenin "Surisyin" olarak adlandırıldığını, daha sonra Surisyin adındaki son "s" harfinin atılarak "Suriyin" şeklini aldığı ve burada yaşayan halkında bu adla anılmaya başlandığını söyler.

2)Asurluların ülkesine Yunanlılar tarafından sözcüğün onuna bir 'y' eklenerek "Asurya" deniliyordu. Yunalıların kullandığı ve gitgide yaygınlık kazanan "Asurya ve Asuryan" kelimeleri Aramca konuşan halkın diline girdiği zaman, dil kurallarına göre bazı değişikliklere uğradı ve Asuroyo şeklinde telaffuz edildi. Tarihsel süreçte "A" harfi düşerek kelime Suroyo (Süryani) şeklini almıştır.

 


Mayıs 14, 2007, 01:04:24 öö
Yanıtla #1
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

ESKİ TARİH
Süryanilerin millatan önceki tarihleri, eski Mezopotamya'da yaşayan ulusların tarihidir. Hıristiyanlık inancı tüm yukarı Mezopotamya'daki halkların tek bir potada erimelerini sağlamıştır. Süryani halkının kökleri de eski Mezopotamya'nın en eski tarihsel dönemine kadar inip orada kaybolmaktadır.
Yukarı Mezopotamya'nın yazılı tarih evresi Akkadlarla başlar. İ.Ö.3000'lerde Sümerin kuzeyinde yer alan Akkad'da ve Fırat'ın orta kesiminde, çok sayıda bağımsız site devletleri kurulmuştur. Buradaki halk, Sümerler'e benzemeyen bir kabileden (tribulan) oluşuyordu. Bu kabile bir Sami dili (Akkadça) konuşuyordu ve Mezopotamya'nın batısında bulunan ovalarda yaşayan Tribulerle akrabaydılar yani Akkad'ın Samileri batıdan gelmişlerdi. (1)

Akkad bölgesi Dicle ve Fırat arasında merkezi bir bölgeydi. Bölgenin bu merkezi durumunda yararlanan Akkad kralları, kısa zamanda büyük fetihler yaptılar. "Dünyanın dört bölgesinin kralı" ünvanını alan Akkad kralı Naramsin (İ.Ö.XXIII.yy) kuzeyde Doğu Anadolu dağlarına kadar ilerlemiştir. (2)

Asur halkının çekirdeğini oluşturan bu insanlar, Akkad bölgesinde kuzeye yayılan Samilerdir. İ.Ö. 3000'lerde Orta Fırat dolaylarında yerleşmeye başlayan Akkadlar, burada bir çok yerleşim birimi kurmuşlardır. Bunlardan birisi de kabilenin ve tanrısını ismini alan Asur kentidir. (3) Daha sonra bu kabile adını tüm bölgeye ve verecek kadar güçlenmiştir.

Tüm Sami halkları birbirlerinden çok farklı olmayan uygarlıklar yaratmışlardır. Çünkü bu halklar birbirlerinin mirasına çok kolaylıkla sahip çıkıyorlardı. Asurlularda Akkad kültür temeli üzerine kendi kültürlerini geliştirmiş ve bu kültürü daha geniş bir bölgeye yaymayı başarmışlardır.

Kısa zamanda tüm Yukarı Mezopotamya'da Asurluların yarattıkları kültür egemen olmaya başlamıştır. Asurlular, bu egemenliğe tanıklık yapan binlerce maddi kanıt bırakmışlardır. Asur, Ninova, Kolah v.b gibi kentler ve buradaki yığınla tablet bu durumu tartışmasız kanıtlamaktadır. Yukarı Mezopotamya'nın güney kesiminde Asurluların hakimiyeti tartışmasız bir şekilde kabul edilirken, Süryani tarihi açısından tartışılmaya daha açık olan bölge Yukarı Mezopotamya'nın kuzey bölgesidir. Çünkü bu bölgede egemenlikler sürekli olarak el değiştirmiştir.
Arkeoloji biliminin halen bu bölgede yapması gereken çok sayıda çalışma vardır ama eldeki veriler buralardaki bir çok yerleşiminin tarihinin Asurlulara kadar uzandığını gösteriyor. Bu bölgeler için kullanılan ilk coğrafi terimler ve kent adları Asurcadır. Ayrıca ilk tarihi kayıtlarda Asur dilinde çivi yazısı olması bir rastlantı değildir. Bölge için kullanılan coğrafi terimlerin ve kent adlarının Asurca olması, bölgenin çok eski zamanlardan beri belki de Asurluların siyasi egemenliğinin bu bölgeye gelmeden önce Asurlularla ilişkili ve onlardan etkilendiğini göstermektedir.

Örneğin bugünkü Harran adı, Asurca'daki Harranu'dan gelmektedir. Bu kelimenin Asur dilindeki anlamı ise yol'dur. Bu adlandırma, eski çağda buradan geçen ticari ve askeri yollardan kaynaklanmıştır. Tur-Abdin (Midyat ve civarı) bölgesi hakkındaki ilk tarihi bilgiler ve coğrafi terimler Asurluların XV.yüzyıldaki genişlemesinden sonraya dayanmaktadır. Asur krallarından I.Adat Ninari ve oğlu I.Salamsar'dan kalma kitabelerde "Kaşiari Dağları" diye sözü edilen bölgenin Mardin-Midyat yani Tur-Abdin çevresi olduğu bilinmektedir. Bu bölgeyle ilgili diğer bir coğrafi terim olan "İzala'da" o dönemden kalmadır. Çivi yazı tabletlerde ve daha sonraki Roma ile Bizans kaynaklarında Mardin ve civarı için İzala terimi kullanılmıştır.

Bugünkü Cizre ilçesinin 20 km kuzey batısındaki örenler bir zamanlar Asurin (Asur) hükümdarları için başkentlik yapmış büyük bir kente aittir. Nusaybin'in 15 km kuzey-doğusunda bulunan Merdis (Süryanice Marin) örneklerindeki kaya ve mağara ağızlarındaki Çivi yazısı (Asurca) ve Strangeli (Doğu Süryanice) yazılar ile çeşitli kabartma ve resimlerin yan yana bulunması bölge halkının kökenlerini gösterir niteliktedir. Yine bu bölgede bulunan Hassana (Kösreli) köyünün de İsa'dan önceki döneme dayanan bir yerleşim bölgesi olarak tarihselliği Asurlulara kadar uzanmaktadır. Bölgedeki Nisibis (Nusaybin), Merdo (Mardin), Urhay (Urfa), Omif (Amid, Diyarbakır) v.b gibi kentlerini kuranlarda yine Asurlulardır. (4)

Asurluların bu kadar geniş bir coğrafik bölgeye yayılmalarının nedeni, Asur şehrinin daha İ.Ö.'ki 3000'lerde bu bölgelerle ticaret ilişkilerine başlamış olmasıdır. Asur şehrinin; Aşağı Mezopotamya, Asurya ve Anadolu ile bakır ve gümüşün çıkartıldığı Doğu Anadolu'nun merkezi yerinde bulunması kentin süratle gelişmesine yol açtı. Kapadokya ve Doğu Anadolu ile yapılan ticaret, Asurluların buradaki bir çok şehirde koloniler ve yerleşim birimleri kurmalarına yol açmıştır. Bu durum ise Asur krallarının bu bölge ile daha yakından ilgilenmelerine ve buralar sefer yapmalarına zemin hazırlamıştır. Ticaretin serbestçe yapılabilmesi için ticaret yollarının güvenlikli olması gerekiyordu. Bu güvenliği sağlamakta Asur krallarına düşüyordu. Ticaret için yapılan fetihler ise halkın gitgide kuzeye ve tüm Mezopotamya'ya yayılmasını sağlıyordu. Asurluların kuzey ve kuzey-batıya olan büyük genişlemesi ise İ.Ö. XV.yy'dan sonraki "Orta Asur Dönemi" ile İ.Ö. VIII. - VII.yy'da olmuştur.



Mayıs 14, 2007, 01:06:00 öö
Yanıtla #2
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

İ.Ö.XII.yy'da Asur kralları I.Salmanasar ve oğlu I.Tikulti Nunurta büyük bir ordu ile kuzey ve batıya seferle düzenlerler. Kuzeyde Van gölüne kadar olan yerler Asur topraklarına katılır. Fırat geçilir ve batıda sınırlar Kargamış'a kadar genişletilir. (5)

Asurluların Yukarı Mezopotamya ve komşu bölgelere yayılmalarındaki diğer bir etken de, o dönemdeki savaşların niteliğidir. Bu savaşlar fetihçi halkın dışında kalan öteki halkların yıkımına neden oluyordu. Fatihler, fethettikleri yerlerin halkını kılıçtan geçirir, ganimetleri başkente taşır ve fethedilen topraklara Asurlu koloniler gönderirlerdi. O dönemde köle emeği yaygın olmadığı için, köleler daha çok ev işlerinde kullanılırlardı. Böylece sınırlı olan köle ihtiyacı karşılandıktan sonra, diğer savaş tutsakları kılıçtan geçirilirdi. Gerçi daha sonra bu durum değişecek ve Asur ile diğer şehirlerde önemli sayıda köle çalıştırılacaktı.

Yukarı Mezopotamya'da halk Asurlu idi. Babilanya denen yerde ise etkin bir rahipler sınıfı vardı. Dolayısı ile Asur kralları bu sınıfla ittifak içerisinde idiler. Bu yüzden bu bölge dışında kalan yerlerin yazgıları daha farklı oluyordu. Örneğin eski İsrail krallığında ve Suriye'nin bazı bölgelerinde halk kılıçtan geçiriliyor ve sürgüne gönderiliyordu. Sürgün edilenlerin yerlerine Asurlu koloniler yollanıyor ve yönetimde krallik valilerine veriliyordu. (6)

Asurluların bu yayılmacı politakası sonucu özellikle İ.Ö.VIII ve VII.yy'da Yukarı Mezopotamya ve ve buraya yakın bölgeler yoğun bir şekilde hem kültürel hem de siyasal alanda Asurluların etkisi altında kalmıştır.
Fakat İ.Ö.'ki dönemde iki önemli olay, Yukarı Mezopotamya'daki halkların bölgeye daha da dağılmasına ve ve buradaki halkların birbirlerine kaynaşmalarına yol açmıştır. Bunlardan birincisi Aramiler'in Mezopotamya'ya sızmaları ; ikincisi ise Asur imparatorluğu ve sonrasında kurulan Babil devletinin yıkılması sonucu oluşan yeni durumdu.

Suriye çölünde göçebe ya da yarı göçebe bir hayat süren Aramiler İ.Ö.'ki XII.yy'ın başında Mezopotamya'ya sızmaya başladılar. Bu sızma çeşitli Arami kabilelerinin Fırat ve Dicle nehirleri arasına girmesiyle başladı. Bu kabileler Asurya bölgesinde bulunan kentlere baskınlar yapıyor, kent ve köyleri yakıp yıkıyor, halkı köleleştiriyor ve Asur şehirlerinde ganimetler topluyorlardı. Bu korkunç durum karşısında vadilerde, ovalarda oturan halk dağlara kaçıyor ve kentlerin nüfusü azalıyordu. Asurlu halk kuzey ve kuzey-doğu (Urmiye bölgesi) bölgelerine kaçıyordu.

Fakat Aramilerin bu saldırıları İ.Ö.yy'da azaldı ve giderek yok oldu. Çünkü Fırat ve Dicle nehirleri arasında Mezopotamya'ya yerleşen Aramiler aşama aşama yerleşik hayata geçtiler ve Asur halkı ile kaynaştılar. Arami akınları da bundan dolayı sona erdi. Bu sırada Asur'da kendini toparlamış ve karşı saldırya geçmişti. Çok sayıda Arami köleleştirilerek Asur şehirlerindeki görkemli yapıların inşaatlarında kullanıldı. İ.Ö.VII.yy'da Asur'un saldırısı sonucunda tüm Arami devletçikleri ortadan kaldırıldı.

Böylece Aramiler, Asur'un siyasal otoritesi altında birleşmiş oldu. Bu durum Aramiler'e Mezopotamya'da hareket serbestliği sağladı ve Asurlularla kaynaşmalarını daha da hızlandırdı.

Aramilerin yerleştikleri bölge, onlara tüm Mezopotamya'nın kara ticaretine hakim olma fırsatı verdi. Arami tüccarları, Asur askerlerinin fethettiği bölgelere kolayca girip ticaret yapıyorlardı. Bu durum Aramilerin ticaretini daha da geliştirdi ve kısa zamanda onları doğunun en etkili kara tüccarları haline getirdi. Fırat ve Dicle nehirleri arasında yerleşik hayata geçen ve Asurlular'la kaynaşan Aramiler'in ticari etkinliği Aramca dilinin basitliği ile birleşince, Aramca tüm yakın doğuda Asurca ile birlikte kullanılmaya başladı.

Yukarı Mezopotamya haklarının İ.Ö.'ki dönemde birbirleriyle kaynaşmalarını sağlayan ve bunların tümüyle birleşmelerine neden olan ikinci etken ise Asur ve Babil imparatorluklarının yıkılması ile ortaya çıkan yeni durumdu. Asur ve Babil imparatorlukları yıkıldığı zaman, yakın doğuda yaşayan tüm Sami halkının kaynaşmasını sağlayan temeller artık hazırdı. Temeli Sümerler'den kaynaklanan, Akkad ve Babillilerin geliştirdikleri kültürel mirası Asurlular'da almış ve bu kültürü çok geniş bir bölgeye yaymışlardı. Bu ortak kültürel geçmişten dolayı Sami halkları birbirlerinden çok farklı olmayan uygarlıklar kurdukları gibi, kolaylıkla da kaynaşmışlardır.

Sami halklarının üçüncü büyük göçünü oluşturan Aramiler'de Mezopotamya'ya yayıldıklarında hem kolayca diğer Sami halklarıyla kaynaşmışlar hem de getirdikleri dil ve etkin ticaret tüm Mezopotamya halklarınca kullanılmaya başlamıştır. Aramca dili sonraki dönemlerde tüm Sami halklarının ortak dili haline gelmiştir. Babil devletinin yıkılmasından sonra Akamenya imparatorluğunun Aramca'yı resmi dil olarak kullanmaya başlaması, Aramca'nın Med-Pers dilinden daha yaygın bir dil durumuna gelmesini sağladı. Aramca hem "daha önceden bu alandaydı" hem de kardeş bir Sami dili olduğu için Akkadça kullanan insanların onu öğrenmeleri tamamen yabancı bir Hint-Avrupa diyalektiğini öğrenmelerinden çok daha kolaydı.

Böylece Aramca Hıristiyanlık çağının birinci yüzyılda Mezopotamya'nın Samice konuşan halkları arasında; doğuda Akkadca'nın, batıda ise Kenanice'nin yerini aldı. (7) Bazı Süryani tarihçilerinin sırf Süryaniler'in Aramca konuşmalarından dolayı kökenlerini Aramiler'e dayandırmalarının yanlışlığı da buradadır.

Asur ve Babil devletleri yıkıldığı zaman Yukarı Mezopotamya'da yaşayan halkların ortak kültürel geçmişlerine, onları birleştirecek yeni ve önemli bir faktör olan halkların ortak gelecek umudu eklenmiştir. Yabancı egemenliği altında yaşayan Asur, Arami ve diğer Mezopotamya halkları aynı bölgede oturuyor ve aynı dili konuşuyorlardı. Yabancı saldırı ve istilalara beraberce karşı çıkıyor ve egemenlere karşı ayaklanıyorlardı. Bu dönemdeki kaynaşmadan ötürü artık tek bir adla çağrılıyorlardı. Bu halklar Asuryalı, Süryani arada Kaldeliler diye anıldıkları da oluyordu. (8)

Yakın doğuda İsa'dan önceki son yüzyıllara gelindiğinde, Yukarı Mezopotamya'daki Asurlu, Arami ve Kaldeliler birbirleriyle kaynaşmış, ortak geçmişe dayanan birlikteliğe sahip ve ortak gelecek umutları olan bir millet haline gelmişlerdi. Bu yüzyılda Mezopotamya halkları da büyük bir birleşme ve kaynaşma yaşıyorlardı. Fakat belli bir süre sonra insanlık tarihine damgasına vuracak olan Hıristiyanlık inancının doğuşu bölgede büyük değişimlere neden olacaktı.


Mayıs 14, 2007, 01:07:10 öö
Yanıtla #3
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

Süryani Tarihinde Bölünmeler

Süryanilerin tarihine baktığımızda karşımıza iki dönem çıkmaktadır: Putperest Süryaniler ve Hıristiyan Süryaniler. Süryaniler Mesih İsa'dan önce putperest bir yaşam sürmekteydiler. İsa'nın gelişiyle Hıristiyanlık, Kudüs'ten Antakya'ya oradan da Mezopotamya'ya doğru hızla yayılmıştır. Hıristiyanlığın Mezopotamya'da yayıldığı dönemlerde, bu bölgede yaşayan Süryaniler, bu yeni öğretiyi benimsemişler ve böylece onlar için artık yeni bir dönem başlamıştır. Süryaniler, M.S 37 yılında seçtiği Hıristiyanlıkla birlikte kilise etrafında kurumsal bir kimlik kazanmıştır.

Antakya'dan sonra kurulan Urfa (Orhoy) Süryani Kilise'si ile bölgedeki bir çok halk Hıristiyanlığın şemsiyesi altında bütünleşmiş, İsa Mesih'in öğretisi etrafında yeni bir dünya düzeni oluşturulmuştur. Bu arada Hıristiyanlık da yerel kültürlerin etkisiyle kültürel gelişimine devam etmiştir. Dönemin ve bölgenin egemen gücü olan Roma imparatorluğu ve Bizans, Hıristiyanlık inancındaki etkin rolünü 4. yüzyıldan itibaren ağırlıklı olarak hissettirmeye başlamıştır. Bu dönemde ortaya çıkan kristolojik tartışmaların temelini, İsa (Oğul) ve Tanrı (Baba) ilişkisi üzerine oturan fikir ayrılıkları belirlemiştir. Daha sonraları doğu ile batıyı, imparatorlukları ve kiliseleri birbirinden ayıracak olan bu teolojik tartışmalardan en çok Süryaniler etkilenmiştir. Bu dönem içerisinde Süryaniler, tarihçiler tarafından coğrafik olarak Batı ve Doğu Süryanileri olarak isimlendirilmişlerdir. Batı Süryanileri coğrafi olarak Diyarbakır, Antakya, Maraş, Urfa, Mardin, Midyat ve Nusaybin ve Suriye'de yaşayanları; Doğu Süryanileri ise İran, Irak ve Hindistan coğrafyasında yaşayanları tanımlamak için kullanılıyordu.

Bir birlik anlayışı içerisinde faaliyetlerini sürdüren Batı Süryanileri ile Doğu Süryanilerinin birbirinden ayrılmasında, M.S 451 yılında toplanan Kalkedon (Kadıköy) Konsilinin önemli bir rolü vardır. Süryani kilisesi, Kalkedon iman ilkelerini kabul etmeyerek İstanbul Kilisesi'yle ilişkilerini kesmiştir. Bu ayrılıkta en önemli neden, Bizans'ın, Doğu'da Süryaniler tarafından kurulan kiliselere kendi görüşlerini empoze etmeye çalışmasıdır. Bu konsil'de öne çıkan isim ise Süryani asıllı olan ve konsil esnasında Bizans Kilise'sinin patriği olan Mor (Aziz) Nastur'dur.

Mor Nastur ya da Süryanice'deki adı ile Mor Barsawmo, M.S 380 yılında Maraş'ta Batı Süryani anne ve babadan dünyaya geldi. Yüksek okul eğitimini Antakya Akademisi´nde aldı. Bu akademi Elen felsefesinin etkisi altında bir felsefe okuluydu. Mor Nastur´un iki onemli yardımcısı Süryani Malfoneleri (Öğretmen) Mor Teodor ve Mor Diyodor´du. Her ikisi de iyi filozoflardı ve Mor Nastur'un daha sonra tartışmaya açtığı İsa'nin doğasi konusunu bu hocaların yanında öğrendi. Bu ve buna benzer teoriler Antakya Akademisinde çok uzun bir süreden beri tartışılan, araştırılan ve incelenen konulardı. Ama daha sonraları İstanbul'da ki Bizans Kilisesi´ne patrik atanmasından sonra bu görüşlere yeniden el atmıştır. Bilinenlerin aksine Mor Nastur hiç bir zaman Doğu Süryani Kilisesi'nin ruhbanlık hiyerarşisinde yer almamıştır. Sadece bu ayrılıklıklarda etkili bir isim olmuştur.

Mor Nastur'dan önce bir çok Süryani bilge, Bizans otoriteleri tarafından sindirilmiştir. Mor Nastur´a da aynı sindirmeler yapılmak istendiği anda, Doğu Süryanileri protesto seslerini hemen yaşama soktular. Bu protestolar nedeniyle de Mor Nastur sürgün olarak çeşitli yerlere yollanır. Onun savunan herkese "Nasturi" damgası vurulur. Bu yetmiyormuş gibi, Nasturi diye lanse edilenlere, İsa´yı inkar anlamında, İsa'yi küçük düşüren "Çift doğa" yanlısı da ekleniyordu. Doğu Süryanileri üzerindeki baskılar Mor Nastur´dan sonra da uzun yıllar devam etmiştir. Bu anlaşmazlıkta Mor Nastur‘un görüşlerini benimseyen Süryaniler, tarihte "NASTURİLER" ismiyle anılmaya başlandı. 19. Yüzyılda Nasturi Kilisesi ismini Doğu Asuri Kilisesi olarak değiştirmiştir. Bu arada Batı Süryanileri olarak adlandırılan Antakya Süryani Kilisesi de, bu dönemde yaşadığı baskılar sonucu yok olma tehlikesi geçiriyordu. Yok olma noktasına gelen Batı Süryanilerini Yakup Burdono isimli genç bir Süryani rahip toparlamıştır. 578 yılında ölen Burdono, Urhoy'da (URFA) 543'de ayrı bir kilise örgütlenmesine gitmiştir. Yaşadığı dönemde 27 rahip ve yüzlerce papaz yetiştirmiş ve resmetmiştir. Bu kilise de anti-Kalkedoncu olarak bilinmiştir. Kilisenin adı daha sonraları Bizans otoriteleri tarafından küçümseyici anlamda Yakubiler adı ile tanıtılmıştır. (Günümüzdeki SÜRYANİ ORTODOKSLAR).

Ayrıca bu konsil sonrasında bir grup Süryani de Bizans İmparatoru Markian‘ın yapabileceği baskı ve zulüm uygulamalarından korkup Kadıköy Konsil'inin aldığı kararları benimsemiştir. Bu Süryanilere de, konsilin kararını benimsemeyen Süryaniler tarafından "MALKOYE MELKİT (Melkitler)" denilmiştir. Bu isim Süryanice de "Kralın Yandaşları" anlamına gelmektedir. Uzun bir süre Bizans kilisesinin şemsiyesi altında Süryanice liturjik dille devam ettiler. Arap istilalarından sonra Bizans kilisesinden ayrıldılar. Dillerini daha sonraları Süryanice'den Arapça'ya çevirdiler. Bu topluluk günümüzde Rum Ortodoks adıyla anılmaktadır.
Malkoye Melkit (Melkitler) adı verilen bu topluluk içerisinde M.S. VII. Yüzyıl‘da bir bölünme daha yaşanmıştır. Başını Aziz Maro'nun çektiği Lübnan‘daki Mor Marun Manastırı rahipleri ', Melkit Patriği Maksimus‘un savunduğu dini teorik -itikadi- görüşle ters düştüler ve "MARONİT PATRİKLİĞİ" adı verilen bağımsız bir patriklik kurdular. Bu patrikliğe bağlı insanlar MARUNİLER olarak anılmaya başlandılar. Bu Patriklik 13.Yüzyıl‘da Papalığa bağlandı. Diğer yandan Rum Ortodoks (Melkit) Kilisesi bireylerinden bir bölümü başka bir anlaşmazlık yüzünden Roma Papalık Kürsüsü‘ne bağlandılar. Bu topluluk, 1724 yılında "Rum Katolik" ismiyle, kendilerine ait bir Patriklik Merkezi kurdular.

1445 yılında Nasturilik‘ten kopan ve çeşitli nedenlerden dolayı Papalığa bağlanan Kıbrıs Nasturi Metropoliti Timotheos ve onunla birlikte hareket eden kalabalık kitle, Papa IV. Evgin tarafından "Keldani" adıyla nitelenmiştir. Bu şekilde Nasturilik‘ten kopup Katolik inancı benimseyenlerden oluşan bu kilise, "KELDANİ KİLİSESİ" olarak adlandırılmıştır. Bu kiliseye bağlı Süryanilere de KELDANİLER denilmiştir.

Antakya Süryani Kilisesi, 18. Yüzyıl içerisinde bir bölünmeye daha sahne oldu. Episkopos Mihael Carve‘nin önderliğini yaptığı bir grup Süryani, Papalığa bağlandı ve "SÜRYANİ KATOLİK" ismi altında bir Patriklik Merkezi kurdu. Aslında bu bölünmenin sancıları çok daha önceden başlamıştı. 1626 yılında Roma'da bulunan papalıkla dirsek temasına başlayan ve papalığa bağlanma yolunu arayan bazı Süryaniler, 1667 yılında yapılan patriklik seçiminde 2 adayın da eşit sayıda oy almasını bahane göstererek bu bölünmeyi gerçek hayata taşıdılar. 1773 yılında Süryani Katoliklik partikliği kurulmuştur. 19. asırda Protestan misyonerlerinin (genelde Amerikalı ve İngiliz) Süryani bireyler arasında yürüttüğü çalışmalar sonucunda bazı Süryaniler'den Protestanlığı benimseyenler olur ve böylece SÜRYANİ PROTESTAN topluluğu da oluşur.. Protestanlık inancında ruhban sınıfı anlayışı olmadığı için bunların bağlı bulunduğu bir patriklik merkezi yoktur. Turabdin yöresinde Süryani protestanlara ait bir çok kilise bulunmaktadır. Fakat sayıları oldukça azdır.

Bu bölünmelerden ayrı olarak islam dinine geçen Süryanilerin varlığından bahsedilmektedir. Müslümanlığa geçen Süryaniler konusu gecmişte hiç araştırılmadığı için kesin çizgilerle bir şeyler belirtmek biraz zordur. Adına MHALMİ denen bu insanların önemli bölümü etnik olarak Süryani olabilirler. Mardin ve çevresindeki köylerde yaşayan Mhalmi'lerin bugün tüm köylerinin adı Süryanice'dir. Bu köylerde bugün cami ve mescide çevrilmiş bir çok tapınma yeri eskiden kilise ve manastırdı. Bugüne kadar Süryanilik ve hıristiyanlık adına yapılan bir çok gelenek aralarında devam etmektedir. Mhalmi'lerle ilgili elimizdeki tek kaynak Patrik Mor Afrem'in kaleme aldığı Turabdin Tarihi'dir. Burada Mhalmi'ler din değiştirmesi üzerine verilen ilk tarih 1609'dur. Bu topluluk geçmişte Süryani Ortodoks kilisesine bağlıydı.

Görüldüğü gibi tarihleri boyunca Süryaniler dini ve siyasi tartışmalar yüzünden devamlı bölünmelere uğramış ve başlangıçtaki etkinliklerini bu ayrılıklarla kaybetmişlerdir .



Mayıs 14, 2007, 01:09:10 öö
Yanıtla #4
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

1912'de Şark Yıldızı Gazetesi

 Gazete, yayınlandığı dönemde, Süryani toplumunun modernleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Hıristiyan topluluklar arasında işbirliğini geliştirmiştir. Şark Yıldızı 27 Nisan 1910'da yayına başlar ve iki yıl sonra 27 Nisan 1912'de 43. ve son sayısı çıkar.

Şark Yıldızı gazetesinin sahibi Naum Faik, gazetenin amacını yeni gelişmeleri, Süryani toplumuna Süryanice ulaştırmak, altı yüz yıl boyunca Osmanlı'ya bağlı kalmanın gururunu dile getirmek, Osmanlı sayesinde katledilen mesafeleri gelecek nesillere ulaştırmak ve Süryanicenin unutulmaması, gelecek nesillere öğretilmesi olarak tanımlamaktadır. Osmanlı devletinin dinî, siyasal, askerî ve hukuk alanındaki yapısal değişimi Tanzimat Fermanı ile başlamıştır. 1839'da başlayan ve bir süre ertelenen Tanzimat Fermanı ve özellikle dinin formel kurallar üzerinde etkinliğinin azaltıldığı kırılma noktası Islahat Fermanı'dır.

İşte bu dönem, Osmanlı'da yaşayan gayrimüslim tebaaya tanınan haklar ile Batı tipi laik yönetim anlayışının ilk uygulamalarının başlangıcını oluşturur. Esasen bütün bu haklar adı geçen toplulukların dini esas alan kültürel kimliklerinin geliştirilmesini sağlanmıştır. Gayrimüslim tebaa din belirleyicili kültürel kimlikle kendini ifade etme çabalarının bir sonucu olarak, eğitim kurumları ve basın yayın araçlarını kullanmışlardır.

II. Meşrutiyet döneminde derneklerle ilgili yeni düzenlemeler getirilmiş ve derneklerin ve basın faaliyetlerinin sayısında da önemli artış olmuştur. Dernekler yasası 6 Ağustos 1909'da yeniden ele alınmıştır. (1)

Avrupa ve özellikle Amerikan patentli iletişim araçlarının ithali ve kullanımına erken uyum gösteren gayrimüslim tebaa basın yayın hayatının gelişiminde etkili olmuştur. Bu araçların girişi daha çok üst düzey dinî temsilcilikler ve misyon şeflikleri aracılığı ile olabilmekteydi.(2)

Osmanlı'nın hayata geçirdiği Tanzimat ve Islahat uygulamaları İstanbul dışında, Diyarbakır'da da yankı bulmuştur. Bunun en güzel örneklerinden biri de Diyarbakır Süryanileridir. Bu itibarla, 1800'lü yılların son çeyreği ile 1900'lü yılların başında Süryaniler, kentin eğitim ve kültür yaşamında önemli atılımlar gerçekleştirmeye başlamışlardır.

Tanzimat ve Islahat Fermanı ile gayrimüslimlere sağlanan yeni imkânların yanında misyonerlerin faaliyetleri de Süryanilerin basın yayın hayatında daha etkili olmalarını sağlamıştır. Çünkü Batılı misyoner teşkilatlarının yerli Hıristiyanlar üzerinde yoğunlaşmaları, ilk zamanlarda dinî çatışmaları da beraberinde getirmişti. Bu faaliyetlerin bir sonucu olarak, geleneksel kilise cemaatlerinin bölünmesi, kilise vakıf gelirlerinin ve gayri menkullerinin paylaşılmasına neden olmuştur. Böylece yerli Hıristiyan cemaatleri daha kötü duruma düşmüştür. (3)

Yukarıda dile getirilen iki noktanın bir sonucu, millet (din) olarak tanımlanan bu toplulukların ulusal kimliklerini ön plana çıktığı yeni bir tanıma yönelmelerine de yol açmıştır. Ulusal tanımlamalı kiliseler (Süryani Ortodoks, Keldani-Nesturi, Ermeni Gregoryan) kendi içinde bölünmeye başlamıştır.

Katolik ve Protestan olarak yeni oluşumlar başlar. Merkezî otoritenin zaafları, yerel kiliseleri, misyoner oluşumlar karşısında koruyamaz hale gelmiş buna karşın yerel kiliseler, kültürel kimlikli direnç noktaları geliştirmeye başlamışlardır. İşte Diyarbakır'daki Süryaniler, 1876'da "Kadim" ifadesiyle geleneksel kilise hiyerarşisini tesis etmeye çalışırken, (4) Keldaniler de "Asur" kimlikli kilise oluşumunu başlatır.

Modernleşme adına yeniden ihdas edilen Katolik ve Protestan (Ermeniler de olmasına rağmen sadece Süryaniler kastedilmektedir) kiliseleri kendi kültürel kimliklerinden vazgeçerlerken, Süryani kadim cemaati varlığının muhafazası ve geliştirilmesi için yoğun bir eğitim ve basın-yayın faaliyetlerine başlamıştır.

Bu amaç doğrultusunda dernekleşme faaliyetlerine girişilir ve şehrin ileri gelen Süryani elitlerinin katkılarıyla Diyarbakır merkezli "İntibah Cemiyeti"ni 1908'de kurulur. (5)

Süryaniler basın-yayın ve özel eğitim alanlarında "Süryani Kadim Kardeşler Şirketi" ismi altında toplanarak faaliyetlerini gerçekleştirmeye başlamışlardır. Süryaniler arasında düşünceleri ve faaliyetleriyle göze çarpan Naum Faik, (6) "İntibah" cemiyetinin hedef ve politikaları doğrultusunda çalışmalar yapar, derneğin yayın ve bültenlerini hazırlar.

Cemiyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra "Diyarbakır'da" adlı gazeteyi çıkarmıştır. (7) Gazete, Diyarbakır Süryani Kadim Metropolitlik makamı bünyesinde tesis edilen "Kevkeb Şark Matbaası"nda basılmıştır. (8) 1869'da şehirde yayınlanan ilk resmi gazete "Diyarbekir"den sonra, 1910'da yayınlanan Peyman ve Şark Yıldızı (Kevkeb Medinho) eş zamanlı olarak yayın hayâtına başlamıştır. (9)

Naum Faik, yazılarını daha çok ülke dışında ABD'de Cebrail Boyacı Efendi'nin intibah dergisi ile Aşur Yusuf Efendi'nin Harput'ta yayınladığı Asurilerin Mürşidi adlı dergilerde yayınlamaktaydı. Naum Faik'in sahip olduğu birikim ve gelişmeleri izleme imkânı, yeni düzenleme ve girişimlerin başlatmasına ön ayak olma durumuna da itmiştir. Diyarbakır'da ilk Süryani gazetesi olan Kevkeb Şark gazetesi hazırlıkları başlatılır. Bu faaliyetin fikir babası gazeteye maddi destek de veren Edip Bişar Burucu Efendi'dir.

Bu gazetenin, önceleri bir dergi hacminde olması öngörülmüştü. Ancak baskı zorlukları ve maddi problemler, Kevkeb Şark'ın gazete olarak çıkmasına karar verilir. İlk sayısı 27 Nisan 1910'da çıkar. 15 günde bir yayınlanmak üzere başlık atılır. 25x36 cm, çift sütun ve 8 sayfa olmak üzere Süryanice harfler ile Arapça, Türkçe ve Süryanice dillerinde yayınlanır.



Mayıs 14, 2007, 01:13:27 öö
Yanıtla #5
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

YILLAR SONRA AYNI YERDE

Midyat’ta gerçekleştirilen I. Uluslararası Süryani Sempozyumu çerçevesinde , akademisyenler, yurt dışından katılım gösteren Süryaniler ve yöre halkı  ile birlikte çeşitli etkinlikler düzenlendi.  Bölgedeki hareketlilik ve yarınlara umutla bakma algısı , toprağından uzak kalmış Süryaniler ve bu tarihi coğrafyanın eski halini özlemleyenler için  oldukça anlamlıydı. Döneminde, Doğu ile Batı arasında kültürel köprü işlevini gerçekleştirmiş bu kültürün bireyleri, şimdi de Batı’daki yaşamları  ile  ait olduklarını hissettikleri topraklar arasında köprüler kurma dileğindeler. Haliç’e balık gelmesi misali  yeniden nefes alacak mecralar yaratma gayreti , hayalperestlikten ziyade  kimliğini ve geldiği yeri, köklerini unutmama arzusuyla şekilleniyor. Kültürün dinamik bir varlık olması bağlamında , diasporada yaşayan Süryaniler’le  Türkiye’de yaşayanlar arasında değişimin izleri görülse de  ,temel kültür kodlarınının korunması konusunda  çeşitli girişimlerde bulunuluyor.

Bu sembolik girişimlerden biri de Midyat’ın Bağlarbaşı (Arnas) Köyü’nden 80’li yılların ortalarına doğru göç etmiş Süryaniler’dendi. Aziz Mor Kuryakos’ın adına ithaf edilmiş 1,400 yıllık tarihi  kilisenin restorasyonu elbirliği ile yaptırılmış  ve Mor Kuryakos’un ölüm yıldönümü olan her 15 Temmuz’da, köyün ziyaret edilmesi konusunda sözleşilmiş.* 

Konuyla ilgili haber,  basında ‘’Yıllar Sonra Aynı Kilisede’’ olarak yer almıştı. ‘’Yıllar sonra’’yla başlayan cümleler genelde özlemi duyulanların hikayelerinde geçer; uzak kaldığı sevdiğini yıllar sonra görenlerin hissettikleri aktarılır. Burada da doğup büyüdükleri sevgili memleketlerine, çeyrek asır sonra kavuşanların hikayelerine tanık oluyoruz . Köylerine, hala var olduklarını, onu sahiplendiklerini vurgulamak için Avrupa’dan gelmişler. Gerek siyasi gerek ekonomik nedenlerle yurtlarından göç edip sağa sola savrulan Süryani nüfusu , sarı sıcak bir coğrafyadan sonra steril, cilalı mı cilalı  o Avrupa kentlerinde yaşamaya kimbilir kaç yıl sonra adapte olabilmiştir ya da hala olamamıştır?.

 
Dünya'nın en gelişmiş 5 ülkesini sıralıyor gazeteler, Norveç, İsveç, Finlandiya, Hollanda ,Kanada. Zamanında kendilerini kurtaracak korunaklı mekanlar bulmuşlar ,ileriyi görebilmişler de o büyük büyük ülkelerde o  küçük taş evlerini özler olmuşlar. Şimdi onlar, yüzbinlerle ifade edilen koloni hayatlar yaşayıp çevreledikleri şehirlerin havasını teneffüs ederken, Türkiye’dekiler on beş binlik dağınık bir nüfusla kimliğini, kültürünü koruma noktasında.

Azlık-çokluk düzleminden varlık-yokluk düzlemine çekilen bu yüzyılın kimlik geriliminde, oradakiler de buradakiler kadar düşünceliler. Hüzün ve sevinçlerin harmanlandığı bu yüreklerde   kimi zaman Murathan Mungan'ın '', Dönmek, mümkün mü artık dönmek / Onca yollardan sonra, yeniden yollara düşmek?/  Neresi sıla bize, neresi gurbet '' dizeleri gelir akla; kimi zaman da  isyankar bir zılgıt sesi yükselir,  süryanice ezgilerde dindirilir kaygılar, halaylarda çoşulur.

Ve Arnas köyünün evlatları, umuda yolculuklarında  her Temmuz ayının 15'inde restore ettikleri kiliseye gelecekler Avrupa'nın dört bir tarafından.  Hikaye üstüne hikaye dökülecek suskun dillerden. Yıllar sonra hayat yorgunluğundan sıyrılıp, kabuğunu çatlatıp suya koşan kaplumbağa yavrusunun heyecanıyla memleketine koşanları mı?, eş dostunun neler yaptığını nerelerde yaşadığını bulmak isteyenleri mi ?, küçükken gönül verilen güzelin şimdi çoluk çoçuğa karışmış  halini , canlanan anıların heyecanla anlatılışlarını mı ?, masumiyetlerini uzak düştükleri ağaçlarının altında tütsüleyenleri mi görürsünüz? , çocuksu gözlerde bümbüyük duran kilisenin aslında ne kadar küçük olduğunu mu ?,  en güzel yılların yaşandığı toprakların o çoraklığında, sert taşlar arasında  bırakılan hayal gücünün , şimdinin en fiyakalı modern şehirlerinde insanı nasıl da  yalnız bıraktığını mı düşünürsünüz ?. Yıllar sonra akrabalarının ne çok olduğunu ve hiç de az olmadığının sevincini paylaşanları mı? .   

Tüm bu gel-gitler içinde yaşanan gerçeklik ve doğup büyünen yere bağlılık bilincine saygı duymak gerekiyor. Kök vermeyen üzüm bağlarını  ve Arnas ’ın evlatlarının umutlarını yeşertmek  adına, geçmişle  atılan köprülerin tekrar kurulması yolunda her türlü çabanın filiz vermesini arzuluyor ve bu zengin kültüre sahip çıkılması gerektiğine inanıyoruz; zira medeniyetlerin beşiği olan ve  susuz toprak misali kimsesiz köyleri hak etmeyen bu coğrafya hepimizin.

KAYNAKLAR;
1,6 Diakov, S.Kovalev, İlk Çağ Tarihi, C.I., Çev. Özdemir İnce, Ankara, V yayınları, 1987
2,3,4,7 Yakup Bilge, Anadolu'nun Solan Rengi; Süryaniler, Yeryüzü Yayınları, 1991
5 Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, C.I.,İstanbul, Say Kitabevi, 1984
8 Herodotos, Herodotos Tarihi, İstanbul Remzi Kitab Evi, 1983