Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Bir Tapınak Yapıldı - 30  (Okunma sayısı 2557 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Aralık 03, 2010, 04:49:47 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Sur Kralı Hiram görüşmelerde bulunmak üzere yanında birkaç kişiyle birlikte yine Kudüs’e gelmişti. Kabul salonunda yapılan bu görüşmeler sırasında i Kudüs Kralı Süleyman da yanına üst düzey görevlilerini almıştı. Yoapert de konuşulan her şeyi not etmek üzere yerine geçmişti.

Birkaç saat çeşitli konular üzerinde konuştular. Çoğunlukla dostça ve uyum içinde süren bu toplantıda, çözümlenmesinde güçlük çekilen birtakım sorunlarla da karşılaşılmıştı. Bunların başında parasal konular geliyordu. Bunun bir nedeni de bir süre önce Süleyman’ın başhaznedarının ölmüş olmasıydı. Süleyman, artık tapınağın yapımında yapacak pek bir işi kalmamış olan Stolkin’i çok güvenilir oluşu nedeniyle onun yerine getirmişti. Stolkin ise bu görevde daha pek yeniydi; henüz acemiliğini üzerinden atamamıştı. Önlemli davranıyor, söze pek karışmamayı yeğliyordu ama anlaşılan hesapları bir düzene sokmak için uğraşması gerekiyordu; bunun için de biraz zamana gereksinmesi vardı. .Sur kralı, her nasılsa bu kez anlayışlı davranmıştı. Yoapert bu davranışı kendince şöyle yorumladı: “Elbette… Stolkin onun sedir ağaçlarını çok güzel işledi; dolayısıyla ona iyi para kazandırdı da ondan.”

Sonra da kendi kendine kızdı, Sur kralıyla ne alıp veremeyeceği vardı? Kralın ona ne zararı dokunmuştu? 0nun hakkında niçin böyle ters düşünüyordu? Bu  yargılamasında haklı mıydı; yanılgılı olamaz mıydı?

Akşamı bulmuşlardı. Sur Kralı Hiram ile yanındakiler ayrılarak dinlenmeye çekildi. Stolkin, Adoniram, Zadok ve Akizar kaldı. Süleyman Yoapert’e de bugünlük işimin bitmiş olduğunu, gidebileceğimi söyleyince, o da ayrılıp saraydaki odasının yolunu tuttu.

Tam soyunmuştu ki, sarayın dışından gelen birtakım bağrışmalar duydu. Sesler onun bulunduğu yere kadar uzandığına göre, önemli bir olay çıkmış olmalıydı. Birileri bar bar bağırıyor, bir tartışmadır gidiyordu ama ne olup bittiği anlaşılmıyordu. Vakit hayli ilerlemişti ve neredeyse gece başlayacaktı. Böyle ilerlemiş bir saatte sarayın dibinde herhangi bir olay çıkması hiç alışıldık bir şey değildi; hani gündüz olsa neyse. Şimdi orada her kim her ne yapmış ya da yapıyorsa, bunun cezası mutlaka çok ağır olacaktı.

Sesler kesilmek bilmiyordu. Yoapert merak etti. Üzerine alelacele bir şey geçirip odasından çıktı; sarayın ana giriş kapısının bulunduğu yerin üstündeki koridora girdi. O yana yaklaştıkça sesleri daha iyi duyuyordu ama hâlâ ne denildiğini anlamakta güçlük çekiyordu.

Ön cephe pencereleri yerden hayli yüksekti. Dışarısı görülmüyordu. Birine tırmanmayı başarsa bile aslında pek bir şey göremeyecekti çünkü artık karanlık basmaya başlamıştı. En iyisinin aşağıya inip bakmak olduğunu düşündü. Meraklanmıştı bir kere. Şu meraklılıktan da bir türlü kurtaramamıştı kendini.

Ancak seslerin geldiği ön avlu kapısına ulaşabilmesi için önce geri dönüp binanın diğer yanına geçmesi, sonra en alt kata inip yan koridordan dolaşarak ana giriş kapısına doğru gitmesi gerekiyordu. Gerçi ortadaki büyük merdivenden dosdoğru inebilirdi ama sarayda konuklar vardı; bir gören olabilirdi; uygun düşmezdi.

Dolaşarak inip oraya varana kadar sesler kesilmişti. Buna karşın tam ön kapıdan dışarı çıkıp bakacaktı ki, biri kolundan sıkıca yakaladı.

Döndü; Zerbal.

«Nerelerdesin?... Epeydir seni arıyoruz. Hiçbir yerde bulamadık. Kralımız çağırıyor.» diye çıkıştı.

Yoapert, dışarıda bağrışmalar duyduğunu, ne olup bittiğine bakmak istediğini, onun için de sarayın öte yanından dolaştığını söyleyecek oldu ama Zerbal «Haydi, yürü yürü.» diyerek onu dinlemedi bile. «Peki!... Çabucak giyinir gelirim.» deyip, geldiği gibi geri dönmeye yeltenince de «Giyinmeyi falan bırak şimdi!... Üstündeki yeter. Hemen gidelim!» diyerek onu âdeta sürükledi. Birlikte hızlı adımlarla kabul salonuna doğru giderken, bir çırpıda bildiği kadarıyla konuyu özetledi.

Yoapert hayret etti. Zerbal hiç bu kadar çok konuşmazdı. Galiba çok heyecanlanmıştı.

Zerbal’ın anlattığına göre; az önce Yapu Dağı’nda sürü otlattığını söyleyen bir çoban sarayın kapısına dayanmış. Kral Süleyman’ı görmek istediğini söylemiş. İçeri sokmamışlar. Çok önemli bir bilgi getirdiğini ileri sürmüş. Adamı ciddiye almamışlar; artık geç olduğunu, şimdi gidip ertesi gün gelmesini öğütlemişler. Adam ise çok acele olduğunu, vakit yitirmemek gerektiğini, diyeceklerinin ertesi güne kalamayacağını ileri sürerek diretmiş. Bu sözünü ettiği önemli bilginin ne olduğunu sormuşlar; söylememiş. Bunu sadece Kral Süleyman’a anlatabileceğini belirtince; adamı çılgın sanıp, aslında kötü niyetli olabileceğini de öngörerek başlarından savmışlar. Gitmemiş. Üstelik bağırmaya, sanki işitebilirmiş gibi Kral Süleyman’a seslenmeye başlamış. Ona «Sus!... Bağırma. Çek git.» demişler ama o bunun üzerine sesini daha da yükseltmiş. Bunun üzerine koruyucular da bağırmaya başlamış. Araların bir itişme çekişme de olmuş.

Yoapert’in duymuş olduğu bağrışma sesleri işte bunlarmış. Tam adamı pataklayarak kovalayacaklarmış ki, bir ara ağzından tapınağın mimarını öldürenlerle ilgili bir şey anlatacağı çıkmış.

Bunun üzerine işin rengi değişivermiş.

Bakmışlar ki adam kaçık değil. Kaba saba biri ama kötü niyetli gibi de görünmüyor. Üstünü aramışlar. Elindeki değnekten ve koynundaki küçük bir keseden başka bir şeyi yok. Dediğinin doğru olabileceğinden çekinip bekletmiş, durumu hemen içerdeki koruyuculara iletmişler. Konu Süleyman’a kadan uzanınca o da adamı önüne getirmelerini buyurmuş. Üstelik kabul salonuna alıp, koruyucuları dışarı çıkarmış. Sonra da Yoapert’in hemen getirilmesini istemiş.

Yoapert, “Şu işe bakın!... Kral Süleyman bir çobanı diğer krallarla görüştüğü, törenler yapılan kabul salonuna alıyor.” diye düşündü ama aslında bunun saçma sapan bir düşünce olduğunun da farkına vardı. Çobanı küçümsediği için öyle düşünmüştü. Süleyman zaten kabul salonundaydı. Sırf bir çobanla görüşmek üzere dışarı çıkacak, başka bir yere geçecek değildi ya!... Koruyucuları uzaklaştırmasının gerekçesi ise açıktı. Her ne olursa olsun, çobanın vereceği bilgiyi herkesin duymasını istemezdi. Ancak ne kadar gizli tutulmasına çalışılırsa çalışılsın, bu haber şimdi sarayda çabucak yayılırdı.

Salona vardıklarında Zerbal kapıya gelişigüzel vurdu. Akizar açtı. Yoapert’i alelacele içeri çekti ve kapıyı kapattı. Zerbal dışarıda kaldı.

Yoapert’in dikkatini her şeyden çobanın duruşu çekti. Yüzü tahtında oturan Süleyman’a dönük olmak üzere salonun tam ortasında, dimdik ayakta duruyordu. Yüzünü göremiyordu. Sırtında kirlice ve yıpranmış bir kepenek vardı. İçeri girerken elindeki değneği bile almamışlardı.

Süleyman Yoapert’i görünce eliyle görevimi yapmak üzere yerine geçmesi için işaret etti. Yoapert her zamanki yerine geçince de hazırlanmasını bekledi. Bereket Yoapert kimi zaman böyle ivedi durumlar olabileceğini düşünerek orada kağıt kalem bırakmayı alışkanlık edinmişti.

Süleyman çobana seslendi: «Senin adın ne çoban?»

Çoban «Herkes bana Faros der.» diye yanıtladı. Dediği doğruysa, adamın adı “fener” anlamına geliyordu.

Süleyman «Kimlerdensin?» diye sorunca yanıt vermedi.

Duymamış olması olanaksızdı. Galiba duymazdan gelmişti. Çünkü Süleyman sorusunu yineleyince bu konuda bilgi vermek istemediği anlaşıldı. Sonunda şöyle dedi: «Yüce kralım Süleyman, sen bizim kimlerden olduğumuzu ne edeceksin?... Biz köylüyüz, çiftçiyiz, rençberiz, çobanız. Hiç kimselerden sayılmayız.»

Ne demek istemişti acaba?... Yoksa kendince alay mı ediyordu? Hiç böyle bir şey yapabilir miydi? Nasıl olur da kralın sorusunu doğru dürüst yanıtlamazdı?

Çobanın bu sözü Süleyman’ı kızdırmış mıydı yoksa daha da meraklanmasına mı neden olmuştu, belli değil. Çünkü sesini yükselterek, «Çoban Faros, tepemi attırma. Kimlerdensin? Açıkça söyle de bilelim.» diye sorusunu yineledi.

Çoban başını öne eğdi. Bir süre durdu. Sonra “B... j...” gibi bir şey mırıldandı.

Süleyman duyamamıştı. Ona daha yakın olduğu halde Yoapert bile ne dediğini duyamamıştı.

Başını kaldırınca Süleyman’ın ona dik dik bakmakta olduğunu gördü. Biraz korkmuş gibiydi. Yoapert onun aslında hiç de korkmuş olmadığını, bu işin içinde başka bir sorun olduğunu daha sonra anladı ama o esnada ona öyle gelmişti.

«Yüce kralım Süleyman, beni bağışla. Bize uygun düşmez ama...» diye başlayıp bir soluk aldıktan sonra yüksek sesle «Benjamin.» deyiverdi.

Kral Süleyman donmuş gibiydi. Birdenbire ayağa kalktı. Onun üzerine diğer herkes hemen kalktı. Ne yapacaktı acaba?... Çobanın bu sözü onu niçin bu kadar etkilemişti?

Yoapert şimdi ne olacağını merak ederken, Süleyman hiçbir şey demeden yine oturdu. Usulca, «Tapınağın mimarını öldürenler hakkında bildiklerini bir kez daha anlat.» dedi. Yoapert’i göstererek «O da duysun ve yazsın.»

Çoban diklendi: «Anlattım ya yüce kralım.».

«Biliyorum. Bir kez daha anlat. Kayda geçecek ona göre.»

Faros daha önce anlatmış olduklarını, istendiği için bir kez daha anlattı:

«Geçen gün sürüdeki keçilerimden birini yitirdim. Her yeri aradım. Keçi sürüden ayrılmaz. Başını alıp gitti sanırsın ama sonra kendiliğinden dönüp gelir. Bu oğlaklıktan yeni çıkmış genç bir keçiydi. Dönmedi. Bir türlü bulamayınca, “Acaba kayalıklara çıktı da orada başına bir şey mi geldi?” diye düşündüm. Keçi koyun gibi düzde yayılmaz; kayalar arasında yeşeren otları sever.»

Çoban lâfı uzatınca Süleyman, «Konuya gel Faros. Asıl ne söyleyeceksen onu söyle.» diyerek onu uyardı.

Çoban başını eğdi ve sözünü şöyle sürdürdü: «Dağın üst yamaçlarına doğru tırmandım. Derken kulağıma insan sesleri geldi. Oysa bizim oralara pek uğrayan olmaz. Ara sıra hırsızlar düşer. Aklım hep keçide olduğu için “Sakın hayvanı sahipsiz yakalayıp kesmiş olmasınlar!” diye telâşlandım. Ortaya çıkmanın tehlikeli olabileceğini düşündüm. Hiç ses etmeden yaklaştım. Bir baktım ki orada, yamacın üstünde bir düzlük, kaya tabakaları arasında da bir mağara var. Üstelik hayli büyük gibiydi. Daha önce hiç dikkatimi çekmemişti. Dolaşarak yandan sokuldum. Mağaranın ağzı çalılarla örtülmüştü. Dağın çalı çırpısı böyle bir yerde nasıl olur da mağaranın ağzını doldurur? İnsan eli değmiş olduğu belliydi. Sürünerek iyice yaklaştım ve içeriye doğru şöyle bir göz attım. Pek bir şey görünmüyordu ama konuşanların sesini duyabiliyordum. En az üç kişiydiler. Benim hırsızla uğursuzla işim yok. Aklım keçide ama onu çalanlar üç kişiyse başa çıkamam. Bu kadar yaklaştığıma pişman bile oldum. Tam caymış ve dönecektim ki, buradaki tapınak ile ilgili sözler ettiklerini duydum. Bunun üzerine ses çıkarmadan bekleyip ne konuştuklarını dinledim.»

Faros tüm bunları bir çırpıda anlatmıştı. Bir süre durup soluk aldı. Süleyman sabırsız davranıp, «Ne diyorlardı? Anlat.» diye üstüne gidince, sözünü sürdürdü:

«İçlerinden biri “Bu işi yapmamalıydık. Onu öldürmemeliydik.” dedi. Bir diğeri ona sert bir sesle “İsteyerek mi yaptık? O da konuşsaydı.” diye terslendi. Beriki “Her şey senin yüzünden oldu. Görürsün, bizi nasıl olsa yakalayacaklar. İşte o zaman sen ölümlerden ölüm beğen.” deyince, öteki kızıp “Bana bak!... Bu işi hep birlikte yaptık. Suçu bir tek bana yüklemeye kalkışma.” diye bağırdı. Önceki “Keşke mimar yerine başkasını sıkıştırsaydık. Kral Süleyman’ı öldürsek ancak bu kadar suçlu olurduk.” deyince, üçüncü adam “Tartışmayı bırakın. Bakın aradan kaç gün geçti, bizi aradılarsa da bulamadılar. Bundan sonra da bulamazlar. Bu işi unuturlar, gider. Artık bu konuyu kapatalım da başımızın çaresine bakalım.” dedi.»

Süleyman «Aynen böyle mi dediler?» diye sorunca, Faros şaşaladı. Belki daha önce farklı4 anlatmıştı. «Bilmem.» diyerek yanıtladı. «Aklımda böyle kaldı. Belki böyle değil de bir başka türlü konuştular ama dedikleri aşağı yukarı böyleydi.»

Faros yine durunca, Süleyman daha sonra ne olduğunu sordu. Bunun üzerine, çoban bir ekleme yaptı: «Geçenlerde köye inmiş, orada birkaç kişi aralarında konuşurken tapınağın mimarının öldürülmüş, katillerin kaçtığını duymuştum. Mağaradaki konuşmaları dinleyince onların kim olduğunu anladım. Korktum. Hiç ses etmeden hemen oradan ayrıldım. Bunun çok önemli olduğunu sandığım için sürüyü başıboş bıraktım. Nasıl olsa gece vakti toplaşıp uyurlar. Koşarak buraya geldim. İşte hepsi bu kadar.»

Kısa bir süre sessizlik oldu. Belli ki Süleyman düşünüyordu.

«O mağarayı yine bulabilir misin?» diye sorunca, Faros «Oraları avucumun içi gibi bilirim.» diye yanıtladı.

«Bizi hemen oraya götürür müsün?» sorusuna ise «Yüce kralım Süleyman, gece aysız. Ben yolu bulurum bulmasına da gece gece oraya tırmanılmaz. Ateş taşırsanız, sizi çok uzaktan bile görürler. Doğrusunu sen bilirsin ama bence gündüz gözüyle gitmek gerek. Zaten gece vakti onlar da oradan bir yere ayrılamaz.» dedi.

Süleyman oraya ne kadar zamanda gidilebileceğini sorunca, «Ben onları gördüğümde güneş alçalmıştı ama daha henüz ufkun üstündeydi. Buraya koşarak geldim. Gerisini siz hesaplayın.» diye yanıtladı.

Süleyman, «Demek gece yarısı yola çıkılsa sabah olmadan oraya varılır.» diye sesli düşündü. Zadok’a dönüp «Ne dersin?» diye sordu.

Zadok «Kendi başımıza bulamayız. Çoban bize yol göstermeli ama bakmayın öyle dik durduğuna, yüzünden onun da çok bitkin olduğu belli Önce biraz dinlenmeli. Bence birkaç saat pek fark etmez.» diye yanıtladı.

Süleyman «Doğru söylüyorsun.» diyerek bir süre daha düşündü. Sonra Akizar’dan hemen sarayın sosyal işlerini düzenleyen Zabud’un bulunup getirilmesini istedi.

Akizar bunun için kapıya gidip Zerbal’a kralın buyruğunu bildirirken, Süleyman Faros’a «Sen açsındır. Otur. Yemek getirsinler.» deyince, Faros «Yüce kralım Süleyman, buyruğun olursa otururuz ama önünde yemek bize düşmez.» diye yanıt verdi.

Süleyman oturmasını işaret etti. Faros olduğu yere çöktü; değneğine yaslandı.

Az sonra kapı gelişigüzel vuruldu. Oysa Yoapert burada düzene pek alışmıştı. “Bugün burada neler oluyor? Hiç kimse kurallara uymuyor.” diye düşündü. Durumun ne denli olağanüstü olduğunu kavrayamamıştı.

Akizar gidip kapıyı açtı. Zabud gelmişti. Süleyman ona eliyle yaklaşmasını işaret etti. Kralı selâmlayarak yaklaşan Zabud’a bu çobanı alıp götürmesini, iyice doyurmasını, çok iyi bakılmasını, rahat bir yerde yatırılıp dinlenmesinin sağlamasını, sabah güneş doğmadan yola çıkmak üzere hazır edilmesini buyurdu.

Süleyman’ın işareti üzerine Faros yerden kalktı. Kralı kendine özgü garip bir tarzda eğilerek selâmladı ve Zabud’un peşine takılarak çıktı.

Gerçeklerin araştırılmasında ilk ve en önemli dayanak akıl verilerinden de güç alan bilimsel nitelikli bilgi birikimidir. Ancak bu her zaman, her ortamda, her koşul altında yeterli olmayabilir. Çoğu kez insan, doğruyu yanlıştan başarılı bir şekilde ayırt edebilmek için ona yardım edip destek olacak, yaşamı boyunca edindiği deneyimlerden onu da yararlandıracak, ona yol ve yöntem gösterecek bir önder arar. Gerçeklerin araştırılmasında bilge bir önderin yararı ve değeri yadsınamaz.

Ancak insan her zaman ve sürekli olarak bir önderin peşinden gitme olanağını elde edemeyebilir. Çoğu kez sürekli bir önderi bile olmaz. Böyle bir durum onu gerçeklerin araştırılması yolundan alıkoymamalıdır. Bu uğurda insan bir önderden çok kendine güvenmelidir.

Kendine güvenen insan, ara sıra yanılgıya düşer. Çıkmaza girdiği bile olur. Gerçekleri araştırma uğraşısında düş kırıklığına uğrayabilir.

Öyle bile olsa, insan, bir zaman diliminde, beklenmedik bir anda, gerçeklerin yolunu aydınlatın bir ışık ile karşılaşabileceğini de göz ardı etmemeli, bu olasılığı hiçbir zaman gündeminden çıkarmamalı, umudunu yitirmemelidir. Karanlıklar içinde uzaktan cılız bir kıvılcım gibi görünen bir ışık kaynağı, yakınına gelindiğinde onun asıl yol göstericisi olabilecek denli bir parıltıya dönüşebilir.

Kabul salonunda ortalığa sessizlik çökmüştü. Kimseden çıt çıkmıyordu.

Sessizliği bozan Süleyman oldu. Ancak bu kez bambaşka bir şeyden söz etti.

«Biliyor musunuz, şimdi aileleri biraz deşmeye girişecek olsak, bu çoban ile ben bakarsınız uzaktan hısım ya da hasım bile çıkabiliriz.» dedi.

İşte o zaman Yoapert Faros’un herkesin önünde niçin hangi aileden olduğunu söylemekten çekindiğini anlayıverdi. Ona “Ötesi dağda sürü otlatan bir çoban!” deyip geçilemezdi. Bu adam öyle temiz, öyle yüce yürekliydi ki, Kral Süleyman’ın soyu ile aynı düzeydeki bir soydan gelme olduğunu açıkça ortaya sermekten çekinmişti. Açıklamak zorunda kaldığı zaman da bu Süleyman’ı çok heyecanlandırmıştı. Toplumsal yaşamın rastlantısal olasılıkları birinin Yahuda ailesinden gelme oluşu nedeniyle kral olmasını sağlamış, ötekini ise İsrailoğullarının gelenekleri uyarınca Kudüs’ün asıl sahibi sayılan Benjamin ailesinden gelişine karşın sürü gütmeye yöneltmişti. Yerli halk arasında zaman zaman Süleyman’ın babası Davut’un Kudüs’ü kendisine başkent yapışıyla haksızlık ettiği söylenirdi. Çünkü Kudüs, geleneksel olarak Benjamin ailesinin malı sayılıyordu ve Kral Davut’un buraya yerleşmeyip başkenti kendi ailesinin ülkesinde kurmasının daha doğru olduğunu benimseyenler vardı. Süleyman’ın Faros’a “hısım ya da hasım” deyişi de bundan ileri geliyordu.

Yine bir süredir işe gücü dalarak unutmuş oldukları ya da kim bilir belki de unutmaya çalıştıkları Mimar Hiram Usta’yı öldürenlere odaklanmışlardı.

Süleyman, «Geç oldu... Gidip yatalım. Hepinizi şafak sökmeden önce ön avluya çıkan kapıda bekliyorum.» diyerek kalktı.

Herkes kalktı. Önce Süleyman çıktı. Kapının ağzında bir süre durup Zerbal’a uzun uzun bir şeyler anlattı; yönergeler verdi. Diğerleri arkasında bekledi. Uzaklaştığında onlar da çıkıp odalarına gitti.

Kısa bir gece olacaktı anlaşılan.

Üstelik böyle bir durumda kim azıcık olsun uyuyabilirdi ki?

Ancak Faros.


« Son Düzenleme: Aralık 09, 2010, 02:26:54 ös Gönderen: dogudan »
ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
3 Yanıt
5956 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 22, 2017, 11:53:28 ös
Gönderen: Tık-Tik-Tak
0 Yanıt
2859 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 01, 2010, 10:31:32 öö
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
3310 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 02, 2010, 05:25:21 ös
Gönderen: ceycet
0 Yanıt
2668 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 03, 2010, 12:40:35 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2397 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 04, 2010, 06:31:13 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2475 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 06, 2010, 12:03:30 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2348 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 07, 2010, 03:31:59 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2488 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 08, 2010, 06:09:00 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2458 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 09, 2010, 06:33:54 ös
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
3579 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 21, 2012, 03:17:13 ös
Gönderen: ADAM