Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: Bir Tapınak Yapıldı- 31  (Okunma sayısı 2041 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Aralık 09, 2010, 05:38:31 ös
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




Ertesi sabah, birçok kişi daha tan yeri ağarmadan sarayın ön avlusunda ana giriş kapısının önünde toplanmıştı. Yanında çoban Faros ile birlikte Zabud, Akizar ve Zadok da gelmişti.

Akizar ve Zadok dışında bu toplanmış olanların hepsi Hiram Usta’yı öldürmüş olanların peşine düşmek üzere gönüllüydü. Kral Süleyman Akizar’a geceden öyle bir buyruk vermişti; gönüllü olacakları toplasın diye. Sadece Yoapert’in haberi yoktu bu buyruktan ama o zaten biliyordu.

Kral Süleyman gelip de kapının önünde toplanmış kalabalığı görünce şaşırdı. Bu kadar çok kişiye gerek yoktu. Zaten Faros da çok sayıda insan bir arada gidecek olursa dağa çıkarken ister istemez gürültü edeceklerini, suçlular zaten diken üstünde oldukları için üstlerine gelenlerin sesini duyarlarsa hemen kaçabileceklerini söylemişti. Hatta mağaranın olduğu yere sadece birkaç kişinin çıkmasını, diğerlerinin çevreyi kuşatmasını önermiş, «Yüce kralım Süleyman, bence böyle yapılmalı ama en iyisi ve en doğrusunu sen bilirsin.» demişti.

Katiller üç kişi olduğuna göre, Süleyman her birine karşı üç kişi olmak üzere toplam dokuz kişiyi yeterli buldu. Toplanmış herkesin gitmeye gönüllü hatta gönüllüden de öte hevesli olduğunu bildiğini, bu durumda kendisinin tek bir kişiyi seçeceğini, diğerlerinin ise kimseye haksızlık etmemek için kura ile seçileceğini söyledi. «Zerbal başınızda olacak. Diğerleri, her kim olursa olsun onun sözünden çıkmayacak.» diyerek, kendi seçtiği kişiyi hatta bu görevin liderini açıklamış oldu. Ardından Süleyman’ın verdiği yönerge üzerine Akizar, kaç gönüllü bulunduğunu saydı. Bir torbaya önceden getirmiş olduğu çakıl taşlarını sayarak doldurdu. Bunlardan sekizi beyaz, diğerleri renkliydi.

Süleyman, «Akizar görüyorum ki hazırlıklısın. Bu kadar çok gönüllü çıkacağını nereden bildin?» diye sorunca, kralın buyruğu üzerine gece haber saldığında böyle bir durumun ortaya çıktığını söyledi.

Torba elden ele dolaştırıldı. Akizar ile Zadok dışında herkes elini torbaya daldırıp bir taş aldı.

Yoapert’e neredeyse kıpkırmızı denilebilecek renkli bir taş çıktı.

Bunun üzerine Yoapert âdeta çöküntüye uğradı. O nasıl olur da gitmezdi!... Ancak şansı elvermemişti işte; yapabileceği bir şey yoktu. Suratı asıldı; ağlamaklı oldu.

O sırada, saraydaki törenlerde ve diğer bazı toplantılarda içerideki koruyuculuk görevini yürüten Ben Dekar, Yoapert’in yanına yaklaştı; bir çırpıda onun elindeki taşı kapıp yerine bir beyaz taş koydu.

Yoapert şaşkınlıktan neredeyse dilini yutacaktı. Hiçbir şey diyemeden Ben Dekar’ın yüzüne bakakaldı.

Ben Dekar başını hafifçe öne doğru eğip ona “Tamamdır.” gibi bir anlama gelen bir kaş göz işareti yaptı. Yoapert titrek bir sesle, «Peki ama neden?» diye sorunca, «Sen gitmeyi çok istiyorsun, belli. Böyle gönülden bir isteğe karşı durulamaz. Ben gitmesem de olur.» diye yanıtladı.

Böylece görev için seçilmiş dokuz kişi belirlenmişti. Yoapert Ben Dekar’a nasıl teşekkür edeceğini bilemezken, o yanından uzaklaşmıştı bile.

Zerbal da hazırlıklı gelmişti. Getirmiş olduğu çuvaldan birer hançer çıkarıp seçilmişlere dağıttı. Yüksek sesle, « Umarım kullanmak zorunda kalmazsınız ama ne olur ne olmaz! Yanınızda bulunsun.» dedi.

Onun bu sözü üzerine Kral Süleyman, «Tek göreviniz zanlıları yakalayıp sağ salim getirmektir.» diye hepsini uyardı, «Size verilmiş olan hançeri ancak gerekirse kendinizi korumak için kullanabilirsiniz. Çatışma çıkarsa onların kılına bile zarar gelmemeli. Kıskıvrak yakalamalısınız. Üçünü de canlı istiyorum.»

Yoapert, tüm yaşantısı boyunca hep inşaat işiyle uğraşmış, eline hiç silâh almamıştı. Onun aletleri gönye, pergel, düzeç, şakûl, mala gibi şeylerdi. Bunu ilk kez taşıyacaktı.

Kınından çıkarıp nasıl bir şey olduğuna baktı. Bu, hafifçe kavisli, ucu sipsivri ve her iki yüzü de çok keskin bir tür bıçaktı. Gerekecek olursa nasıl tutulacağını da bilmiyordu ama sesini çıkarmayıp diğerlerinin yaptığı gibi kuşağına yerleştirdi. Ancak zihnindeki bir soru işaretini de atamadı hatta o soru yüzüne bile yansıdı: “Peki ama niçin?... Hem madem onları canlı getireceğiz, bu silâha ne gerek var?”

Süleyman Yoapert’in aklından geçeni âdeta sözlü olarak dile getirmiş gibi yüzünden okudu ya da belki daha diyecekleri bitmemişti. «Onlar bizce suçlu sayılsa bile yargı önünde henüz birer zanlıdır. Suçları kesinlik kazanıncaya dek öyle kalacaklardır. Mutlaka yargılanmaları gerekir. Onlara kendilerini savunma hakkını ve fırsatını tanımalıyız. Gerçekten suçlu olup olmadıklarına, suçlu iseler nasıl cezalandırılacaklarına hiçbirimiz karar veremeyiz. Bu, Yargıçlar Kurulu’nun işidir. Ancak siz onları yakalamak isterken onlar size saldırabilir. Bizim için siz, hepiniz çok önemlisiniz. Onun için kendinizi korumanız da gerekebilir. Buna karşın, size emaneten verilmiş olan hançeri kullanmaktan olabildiğince kaçınacaksınız.»

Sonra dediklerini tam ve iyi anlayıp anlamadıklarını göreve seçilmişlerin her birine teker teker sordu. Anlamış oldukları kanısına varınca, «Haydi size uğurlar olsun!» diyerek dönüp sarayına girdi.

Şafak sökerken develerle yola çıktılar. Gerçi insan deveden en az iki kat daha hızlı yürürdü ama Faros’un dediğine bakılırsa yol uzundu. Yorulmamalıydılar. Faros’un sürüsünü otlattığı yaylaya vardıklarında, güneş tepelerindeydi artık.

Develerden dağdan görünemeyecek bir yerde inip, yürüyerek yaklaştılar. Zerbal’ın verdiği yönerge uyarınca üç gruba ayrılıp tırmanmaya başladılar. Aslında bu yaptıkları Faros’un dediği gibi olmamıştı. O çevrenin iyi kollanması gerektiği görüşündeydi. Bunu hatırlattığında Zerbal, «Merak etme kaçamazlar.» demekle yetindi. Faros, çaresiz boyun eğdi; komutan oydu, herhalde ne yapacağını biliyordu. Dağın bir bölgesini işaret edip, çıkılacak yeri gösterdi.

Faros’un gösterdiği yer oldukça sarp bir yamaçtı. Dosdoğru çıkamayacaklarını, bunun çok zor ve tehlikeli olacağını, pek dar birer patika gibi görünen keçi yollarını izleyip dolana dolana tırmanmalarını önerdi.

Yoapert ortadaki grupta, Faros’un hemen arkasındaydı. Ağır ağır tırmanırlarken Faros bir an durdu; eliyle yukarıda, kendine göre belli bir noktayı gösterdi.

Orada mağaraya benzer bir şey görünmüyordu. Yoapert Faros’a iyice sokuldu. «Neresi dedin?» diye sordu. Faros’un yukarıya doğru uzattığı koluna yaslanarak baktı. Evet, orada kaya tabakaları arasında sanki üçgen biçiminde leke gibi bir şey vardı. Fakat şayet orası bir mağaranın ağzıysa, Faros’un daha önce söylemiş olduğu gibi çalılarla örtülü falan değildi.

Yoapert’in içine kurt düştü. Faros onları hiç görmemişti. Sadece duymuştu. Belki de buraya sırf gecelemek için gelmiş, sabah erkenden çekip gitmişlerdi. Nitekim Faros’un dediği doğruysa yani dün akşam o mağaranın ağzı çalılarla örtülü idiyse, şimdi öyle olmadığına göre, bu durum gitmiş olduklarını göstermez miydi? Ancak bu da bir olasılık diye oraya çıkmazlık edemezlerdi elbette.

Bir an arkasına dönüp baktı. Zerbal elini sallıyor, hepsinin dikkatini çekmeye çalışıyordu. Oradan mağaranın ağzını görebiliyor muydu acaba?... Ortadakilere yukarı doğru çıkmalarını, diğerlerine ise her iki yana doğru yayılarak ilerlemelerini anlatıyor gibiydi. Hiç ses etmeyişine karşın ne demek istediğini öyle iyi gösteriyordu ki, Yoapert “Acaba Süleyman’ın başkoruyucusu olmadan önce asker miydi?”diye düşündü.

Şimdi Yoapert ortada ve en öndeydi. Onu diğer iki seçilmiş gönüllü izliyordu. Öyle bir yere gelmişlerdi ki, artık dolanarak ilerleyemezlerdi. Ya dosdoğru tırmanmalı ya da gerisin geriye dönüp aşağıya inmeli, sonra bir başka yandan yeni baştan çıkmalıydılar.

Yamaç giderek daha da dikleşiyordu. Yoapert kayaların üzerine bedenini iyice yaslayıp kendisini ağır ağır yukarıya doğru çekmeye başlayınca, diğer ikisi de onun gibi yapmaya girişti.

Böyle diklemesine tırmanmaya kalkışınca doğru dürüst tutunamıyorlardı; ikide birde ayakları kayıyor, kopan kaya parçacıkları çatır patır aşağı yuvarlanıyordu.

İşte o zaman Faros’un niçin onlara dosdoğru değil, dolanarak tırmanmalarını öğütlediğini anladı. Fakat artık yapılabilecek bir şey yoktu. Bu aşamaya kadar sessiz sedasız gelmişlerdi; şimdi ise hayli patırtı çıkarıyorlardı. Belki de onlara öyle geliyordu. Ancak şayet gerçekten ses çıkarıyorlarsa, Yoapert Zerbal’ın aşağıda kim bilir nasıl küplere binmiş olduğunu düşündü. Bu nedenle bir an için durup, geri dönmek, aşağıya inmek istedi. Denedi de… Fakat hayır! Bu noktadan geri dönüş yapmak her an tepe taklak yuvarlanmak demekti. Ya kayalara yapışmış bir halde öylece duracak ya da tırmanmaya devam edecekti; başka yolu yok!

Mağaranın önünde dar bir düzlük olduğu anlaşılıyordu. Faros da bundan söz etmişti ama anlaşılan bir başka yandan dolanarak gelmişti. Yoapert ve yanındakiler kestirme tırmanınca kendi işlerini zora sokmuşlardı.

Yoapert tam o düzlüğe varıyordu ki, mağaranın ağzında biri belirdi. Demek gitmemişlerdi; buradaydılar. Kan ter içinde kalmış, gözleri buğulanmıştı. Kim olduğunu pek seçemedi. Ancak gördüğü o kişi, her kimse, bir çığlık atıp gözden kayboldu.

Görülmüştü. O çığlık atan kişi herhalde onun yanı sıra oraya kadar gelmiş olan diğerlerini de görmüştü. Artık saklanmanın, ses çıkarmamaya özen göstermenin gereği kalmamıştı.

Yoapert bir an önce mağaranın önündeki o düzlüğe çıkmaya çalıştı. Ancak tutunabilecek bir yer bulamıyordu. Ayağını basmaya çalıştığı kaya çıkıntıları ufalanıp dağılıyordu. Oraya çıkamayıp aşağıya yuvarlanırsa sağ kalabileceği kuşkuluydu.

Canını dişime takıp son bir hamleyle, âdeta sıçrayarak kendisini o düzlüğün kenarına doğru atıverdi. Sivri kayalar ellerini ve dizlerini kesti. Acıya aldırmayarak kendini yukarıya çekip hemen doğruldu. Hiç durmadan, buraya çıkmış ve ayaklarını sağlama basmışken ardından gelenlere el verip onların da çıkmalarına yardım etmeyi akıl edemeden, olmayacak bir iş yaptı. Dosdoğru mağaraya daldı.

İçerisi karanlıktı ama Yoapert daha birkaç adım bile atmadan Abiram’ı görür gibi oldu. Elinde parlayan bir şey olduğunu da fark etti; bunun bir hançer olduğunu anlamakta ise çok geç kaldı.

Tam o esnada ayağı bir taşa takıldı ve öne doğru kapaklandı. Hızla üzerine doğru gelen Abiram da ona çarpıp üzerine yuvarlandı.

Yoapert Abbiram’ın dengesini yitirmesinden yararlanıp altından sıyrılırken, daha önce söylenmiş olanların hepsini unutup, hançerini kınından çekti.

Yuvarlandığı sırada Abiram elindekini ya düşürmüş ya da bir başka yere saplamış olsa gerekti ki, Yoapert’i giysimden yakalayıp mağaranın dışına doğru sürüklerken her iki eli de boştu. Yoapert’ten çok daha güçlüydü. Onu yarın kenarına doğru çekti. Sonra üzerine çullandı ve aşağıya doğru itmeye başladı.

Yoapert can havliyle hançere sıkıca sarılmış olduğu eliyle Abiram’ın kafasına vurdu. Sadece vurmuş muydu yoksa onu yaralamış mıydı, belli değil.

Abiram alnını tutarak geriledi. Yoapert’i orada öylece bırakıp hızla mağaraya koştu, hançerini buldu ve yine hızla dönüp «Geber!» diye haykırarak Yoapert’in üzerine saldırdı.

Yoapert sırt üstü yattığı yerden kalkamamıştı. Başı uçurumdan yana, artık ölmek üzere olduğunu sanıyordu ki, Abiram gözleri yuvalarından fırlamış gibi donup kalakaldı;onun üzerine yıkıldı. Yoapert, ne yaptığını, niçin öyle yaptığını bilemeden, farkına bile olmadan hançerini ileri doğru uzatmıştı. Daha Abiram onu vuramadan Yoapert’in elindeki hançer dibine kadar göğsüne saplanmıştı.

Şimdi Abiram Yoapert’in üzerindeydi ama kıpırdamıyordu. Yoapert henüz ölmemiş olduğunu anlayınca, sıkı sıkı tuttuğu hançeri bırakmadan üzerinde yığılı duran Abiram’ı yana itip doğruldu. Onun ölüp ölmediğini bilmiyordu. Bakmadı bile. Hançeri hâlâ elindeydi. Ne yaptığını bilmez bir tarzda hançer tutan elini öylesine savurdu. Hançerin keskin yüzü Abiram’ın boğazına denk geldi. Kafası kopup mağaraya doğru yuvarlandı. Yoapert de olduğu yere yığılıp kaldı. O sırada mağaradakilerin de dışarı çıkıp üzerinden atlayarak kaçtığını fark etti ama artık herhangi bir şey yapabilecek halde değildi artık.

Yoapert’in hemen ardından oraya tırmanmış diğer iki gönüllü de düzlüğe çıkmayı başardıklarında, kaçanları görmüşlerdi ama onların peşine düşecek yerde önce kan revan içinde kalmış olan Yoapert ile ilgilendiler. Onu sürükleyerek mağaranın yanına çekip, sırtını kayaya yasladılar.

Nerede kalmıştı sessizlik!... Çoktan bozulmuştu. Şimdi çevredeki diğer tepelerden dalga dalga yankılanan bağrışma sesleri duyuluyordu.

Abiram’ın başsız bedeninden fışkırmış olan kan mağaranın önündeki düzlükte kızıl gölcükler oluşturmuştu.

Diğerleri Yoapert’i olduğu yerde bırakıp, mağaraya girerek içeride neler olduğuna baktılar. Bir kaya çıkıntısı üzerinde hâlâ yanan tek bir mum vardı. Verdiği cılız ışıkla mağaranın bir bölümü şöyle böyle seçilebiliyordu. Orada birkaç parça giyim eşyası ile boş bir şarap testisi ve yemek artıklarından başka bir şey görünmüyordu.

Burada yapabilecekleri bir iş kalmamıştı. Dışarıya çıkıp yine Yopert’in başına geldiler. Durumu pek de kötü görünmüyordu. Onu kollarına girerek götürmek istedilerse de, Yoapert, «İyiyim bir şeyim yok. Kendi başıma gidebilirim.» dedi. Ayağa kalktı. Kana bulanmış hançeri hâlâ elinde tutuyordu. Onu öylece kınına soktu. Tam o sırada ayağına Abiram’ın kesik başı takıldı. İçimden ona şiddetli bir tekme atmak geldi ama her nedense yapmadı. Kesik kafayı saçlarından kavrayarak eline aldı. Diğerleriyle göz göze geldiğinde, onların yüzünden bir iğrenme duygusu yansıdığını fark etti.

Az önceki bağrışmalar kesilmişti. Aşağıda kalmış olanlar merakla onlara doğru bakıyordu ama orada neler olup bittiğini anlayamamışlardı. Ancak öteki iki katilin savuşup dağın arka yanına doğru kaçtığını uzaktan onlar da görmüştü.

Yukarıdakiler Abiram’ın cesedini öylece orada, doğaya terk edip bıraktı. Dolana dolana aşağıya doğru inmeye başladılar. Yoapert en öndeydi. Hâlâ kendine gelmiş sayılamazdı. Sarhoş gibiydi. Belki de aklını kaçırmıştı. Bir adam öldürmüş, üstelik öldürmekle de kalmayıp kafasını kesmişti. O kesik kafayı sıkıca yakalamış elinde taşıyordu; bilerek mi, farkında bile olmadan mı belli değil.

Kimdi bunu yapan?... O, Yoapert, deneyimli duvar ustası, gizli bölmenin yerini bilen kendisine güvenilir sırdaş, Mimar Hiram Usta’nın temsilcisi, Kral Süleyman’ın özel yazmanı…

Olacak şey değil.

Fakat olmuştu işte.

Üçü ağır ağır aşağıya inerken tepelerinde çoktan bir akbaba türemiş, tur atmaya başlamıştı.



ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
3 Yanıt
5964 Gösterim
Son Gönderilen: Eylül 22, 2017, 11:53:28 ös
Gönderen: Tık-Tik-Tak
0 Yanıt
2862 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 01, 2010, 10:31:32 öö
Gönderen: ADAM
1 Yanıt
3314 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 02, 2010, 05:25:21 ös
Gönderen: ceycet
0 Yanıt
2669 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 03, 2010, 12:40:35 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2399 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 04, 2010, 06:31:13 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2476 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 06, 2010, 12:03:30 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2348 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 07, 2010, 03:31:59 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2490 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 08, 2010, 06:09:00 ös
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2460 Gösterim
Son Gönderilen: Kasım 09, 2010, 06:33:54 ös
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
3583 Gösterim
Son Gönderilen: Şubat 21, 2012, 03:17:13 ös
Gönderen: ADAM