Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: HERMETİZM İLE İSLÂM ARASINDA BAZI BAĞLANTILAR - 2  (Okunma sayısı 3745 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Haziran 05, 2010, 10:21:46 öö
  • Seçkin Üye
  • Uzman Uye
  • *****
  • İleti: 7217
  • Cinsiyet: Bay




İlk dönem İslâm düşünürlerinin akıl yürütme tarzını şöyle özetleyebiliriz

-   Allah vardır.
-   Allah’ın dışında bir âlem vardır.
-   Bu âlem iki bölümden oluşmaktadır.
-   Allah bütün âlemlerin yaratıcısı, yöneticisi, tüm sahibidir.

Bu akıl yürütmede, Allah’ın sonsuz ve yaratıcı buyrultusuyla zamanın başından beri var olduğu kabul edilmektedir. Kaldı ki âlem zorunlu bir varlığın taşması olduğuna göre, südur aşamasından önce bir yokluk tasarlamak abestir; hele Meşşai düşünüşüne göre bu olanaksızdır.

11. yüzyıl İslâm düşüncesinin âdeta kavşak noktasında duran ve kendi çağının yaygın tutumuyla hesaplaşmaya girişen Gazzali, Farabi ile İbni Sina’nın eserlerinde yer alan “ezeli âlem” tasarımını şiddetle eleştirmiştir. Âlemi Allah’tan başka bir eski oluşum şeklinde düşündükleri ve böylece İslâm’daki “tevhid” ilkesinin dışına çıktıkları gerekçesiyle onların yanıldıklarını ileri sürmüştür. Gazzali’nin bu bağlamdaki hareket noktası, Allah’ın âlemi buyrultusunun dışında belirlenmiş bir zamanda değil, kendi dilemiş olduğu anda yaratmış olduğudur. Buyrultusu herhangi bir sınırlama ve belirlemeyle bağımlı olmadığı için, Allah’ın âlemi neden şu zamanda değil de bu zamanda yarattığını sorgulamak saçmadır. Aynı şekilde Allah’ın buyrultusu herhangi bir nedene, gerekçeye bağlı da değildir; en azından bu neden ya da gerekçe, kendi buyrultusu dışında değildir. Ayrıca her nedeni o anda doğacak bir sonucun izlediği düşüncesi de zorunlu değildir. Sonucun nedenin var oluşundan bir süre sonra doğması akıl dışı sayılamaz.

Dolayısıyla, Gazzali’ye göre Allah’ın buyrultusunu ezeli kabul edip, âlemin bu buyrultu nedeniyle belirlendiğini, zaman içinde oluştuğunu benimsemek son derece mantıklıdır.

İslâmi gelenekte ortaya çıkan gerek südurcu âlem görüşünde yer alan ve bu sürece katılan aracı ve görevli varlıklar bulunduğu düşüncesi gerekse Eşariyye kelâmın dayandığı Allah’ın yegâne faili muhtar varlık oluşu düşüncesi, aslında birçok bakımdan Hermetik geleneğin yaratılış ilkesine yaklaşır. Ancak yer yer farklılıkları olduğu da görülür.

Kelâm ilmini savunanlar “oluş” (kevn) esas almıştır. Âlem, Allah’ın yaratıcı buyrultusunun gereği olarak sürekli bir var ve yok oluş süreci biçiminde tasarımlanmıştır.

Kelâm atomculuğu, âlem ve âlem ötesi gerçeklik arasındaki süreksizlik ilkesine dayanır. Meşşai ve İşraki model, sonlu ve sonsuz arasındaki sürekliliği esas alır. Mutezile kelâmcılarından Ebu el-Hüzeyl ile El-Allaf, doğayı sistemli olarak açıklamaya çalışan ilk Müslüman düşünürlerdendir. Onlara göre âlem atomlardan oluşmuştur ve değişkendir. Bunlar basit varlıklar olup, üç boyuttan yoksundur. Varlığın en basit ve bölünemeyen parçası atomda son bulur. Bu basit cevherler birbirleri ile birleşip oluşumlar kurar ya da birbirlerinden kopup ayrılır; hareket halinde ya da durağanlık içindedirler. Atomların hareket ve bitişmeleri sonucunda oluş ortaya çıkar. Ayrılmaları ile bozulur; fesat meydana getirir. Ancak hareket ve durağanlık, doğrudan atomların doğası değildir; onları hareket ettirip durağanlaştıran Allah’ın buyrultusudur.

Oluşun doğrudan etkeni ilâhi buyrultu düşünüsüdür. Bu da İslâmi kelâm bilginlerini Helenlerin atomcu âlem düşünürü Demokritos’un atomculuğundan ayırır. Demokritos’un sonsuzdan gelen ve sonsuza giden birer cisim olarak ortaya koyduğu atomların aksine, İslâm atomculuğu, atomları Allah’ın yaratıcı sözcüğü (kün) ile zaman içinde var ve yok edilen boyutsuz varlıklar olarak tanımlamıştır.

Bölünemeyen parça düşünüsü, yaratıcı ilâhi buyrultu ve kudret düşünüsüyle bağlantılıdır. Bu düşüncenin amacı, sınırlı ve arı bir birim elde etmek, böylece atomların toplamından oluşan varlıkların da sonlu olduğunu göstermektir.

İlk Sufiler, özellikle tasavvufu tanımlarken “âlem”, “kevn” ve “halk” sözcüklerini kullanmış, bunlara dünya ve ahiret anlamı vermişlerdir. Gazzali’den başlayarak mutasavvıfların âlem anlayışı değişmiş, bu kez farklı görüşler ortaya konmuştur. Gazzali “İhya’ü  ulumi’d–din” adlı yapıtında üç âlemden söz ederek, madde ve cisimler âlemine “mülk âlemi”, manevi varlıklar sıfatına  “melekût âlemi”, ikisinin arasında kalana da “ceberrüt âlemi” adını vermiştir.

Bir başka düşünür, âlemi maddi ve manevi olmak üzere ikiye ayırırken maddi âleme yakın olanı için bazen “ceberrüt” bazen “melekût” sıfatını kullanmıştır.

12. yüzyılın ünlü İran asıllı düşünürü Şahabeddin Sühreverdi, âlemi nur tabakaları (heykelleri) şeklinde tasarımlamıştır. Ona göre; Allah nurların nurudur. Âlemler ise ona ne kadar yakınsa o kadar nurlu, ondan ne kadar uzaksa o kadar karanlık olur. Yokluk ve madde, karanlık âlemini oluşturur. Ruhani âlem ise nurludur.

[Bu aşamada öyle bir noktaya giriyorum ki, bilgimin yetersizliğinden ötürü kaybolabilirim. Umarım Sayın ceycet, benim burada yazacaklarımın kapsamındaki olası yanlışlarımı giderir.]

Vahdeti vücud felsefesine dayanan Muhiddin İbni Arabî, âleme “Allah’ın sureti”, Allah’a da “âlemin ruhu” tarzında bakmıştır. Ona göre sadece Allah vardır. Âlem ise apayrı bir şey olmayıp, onun varlığının çeşitli tecellilerinden ibarettir. Bu nedenle bazı mutasavvıflar, “Allah vardı; onunla birlikte başka bir şey yoktu.” mealindeki hadise, «Şimdi de öyledir.» sözünü eklemişlerdir.

Arabi’ye göre; âlem her an yaratılmakta ve her yeni yaratıldığı anda yok olmaktadır. O buna “el-halku, el- cedit” adını verir. Bu anlamdaki yaratma, aslında sürekli tecelliden başka bir şey değildir. Bu tecellinin farklı dereceleri beş âlemi (avalim-i hamse) meydana getirir.

Tasavvufta genellikle üç âlemin varlığı kabul edilir. Akıl ve duyu ile bilinen maddi âlem bu yolla bilinmeyen manevi âlem ve ikisi arasında köprü oluşturan “berzah âlemi”… Maddi ve manevi âlemler yapılarına göre cismani ve ruhani, şeffaf olup olmadıklarına göre kesif ve lâtif, kaynaklarına göre nurhani-nurani olarak algılanır. Var olup olmadıklarına göre şehabet-gayp, derecelerine göre de sulfi-ulvi gibi çeşitli adlar alırlar.

Arabi’den sonra, insana “küçük âlem” (mikrokozmos), evrene de “büyük âlem” (makrokozmos) denmiştir. Bu vurgulamasıyla tasavvufun o aşaması, kendini, Hermetik geleneğin evren tasarımına en fazla yaklaşıldığı aşaması olarak gösterir.

Mutasavvıflara göre âlem son derece geniştir. Allah’ın öyle yaratıkları vardır ki, onların yeryüzünde ve burada insanların yaşamakta olduğundan bile haberleri yoktur. Tasavvuf yapıtlarında bu genişliği dile getirmek için on sekiz bin ya da üç yüz altmış bin âlemin var olduğundan söz edilmiş.



Haddimi aşmamak için bu aşamada durayım… Ancak bu bağlamda söylenmesi gerektiğini düşündüğüm birkaç nokta daha var. Onları da izleyecek bölümde toparlamaya çalışacağım.


ADAM OLMAK ZOR İŞ AMA BUNUN İÇİN ÇALIŞMAYA DEĞER.


Haziran 07, 2010, 02:37:50 ös
Yanıtla #1
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 1731
  • Cinsiyet: Bay

Sayın ADAM bendenize de,bu konu başlığı altında bir sorumluluk yüklemiş;iltifatından dolayı teşekkür ederim.Ancak,ben kendisinin derinliğine sahip olmadığım için,bildiklerimden ziyade düşüncelerimi ve hislerimi söylemekle yetinmeliyim.

Evren sonsuz ve ezelidir.Kuşatılmaz;dolayısıyla ölçülemez,katlanamaz,merkezsizdir,devinimsizdir.Çünkü,olmayı isteyebileceği,kendisi dışında birşey yoktur.Bu özellikleri nedeniyle,formu arzulayan maddeyle çelişse de,madde,evrenin tözünü ve tinini bünyesinde barındırır.

Madde,heran değişim içerisindedir.Burada kastettiğim maddeye, canlılar ve duyu organlarıyla algılayabildiğimiz "doğa"nın tüm unsurları dahildir.Ama bu değişim yolculuğu,düz bir çizgi şeklinde değil,aksine bir çemberin oluşum sürecine benzetilebilir.Madde,başlangıçtaki haline duyduğu özlem ile,formsuz durumuna doğru bir yolculuk misyonu üstlenmiştir.

Su havaya,hava suya,toprak ateşe,ateş toprağa...Buğday tohumu başağa,başak buğdaya,buğday ekmeye,ekmek kana,kan embriyoya,embriyo cenine,cenin canlıya,canlı toprağa....

Madde herhaliyle,kendisine etki eden prensibin yüklediği misyon nedeniyle,bürüneceği formun özelliklerini bünyesinde negatif halde barındırır,dolayısıyla sürekli devinim halindedir.Kendisinden bir parça olduğu evrenin,yalın haline dönüşme gayreti içerisindedir.Bu prensibi,genel anlamında "doğa"prensibi olarak tanımlayabiliriz."Doğa",evrenin dolaylı olarak "Tanrı"nın yansımasından ibarettir.

İbn-i Arabi,İslam felsefesinde dönüm noktası oluşturmuş bir üstadtır.Söylemleri,ruhban sınıfının işine gelmemiş,avam tarafından ise hiç anlaşılamamıştır.Sapkınlıkla suçlanan İbn-i Arabi'yi anlamadan,İslam felsefesini,tasavvufu ve Kur'an'ı tam olarak kavramak mümkün değildir.


Saygılar
« Son Düzenleme: Haziran 07, 2010, 02:40:21 ös Gönderen: ceycet »
Ben"O"yum,"O"ben değil...


 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
3 Yanıt
6506 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 02, 2007, 10:12:50 öö
Gönderen: ohannesburq
İTTİHAD-I İSLAM (İSLAM BİRLİĞİ)

Başlatan LuckyEye « 1 2 ... 11 12 » Islam

118 Yanıt
50447 Gösterim
Son Gönderilen: Mayıs 18, 2009, 04:46:32 ös
Gönderen: ceycet
0 Yanıt
4096 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 09, 2010, 08:55:29 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3969 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 06, 2010, 07:35:04 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
2795 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 07, 2010, 02:26:28 ös
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
4127 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 09, 2010, 02:20:53 ös
Gönderen: Texan
0 Yanıt
2768 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 01, 2010, 07:45:00 öö
Gönderen: ADAM
0 Yanıt
3729 Gösterim
Son Gönderilen: Haziran 08, 2010, 10:41:42 öö
Gönderen: ADAM
2 Yanıt
4699 Gösterim
Son Gönderilen: Aralık 27, 2011, 05:55:21 ös
Gönderen: karahan
0 Yanıt
1458 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 20, 2015, 02:05:33 öö
Gönderen: ayilmaz92