Masonlar.org - Harici Forumu

Sanat => Edebiyat => Bir Tapınak Yapıldı => Konuyu başlatan: ADAM - Eylül 27, 2010, 04:03:21 ös

Başlık: Bir Tapınak Yapıldı - 3
Gönderen: ADAM - Eylül 27, 2010, 04:03:21 ös

Çalışmak…

İşin aslına bakarsanız, şu özetle sözünü etmiş olduğum sınavları geçerek bizim mesleğe girmeyi başarmış olanlardan kimileri için çalışmak, bir zorunluluktur. Çünkü çıraklar da gördükleri eğitimin yanı sıra çalışmalarının karşılığında az da olsa bir ücret alır. Ticaret ile uğraşmayan bir kişi, hırsızlık ya da haydutluk da etmiyorsa, ancak emeğini satarak, bir diğer deyişle kendisini kiralayarak gelir elde edebilir. Yoksa ne kendini geçindirebilir ne de varsa ve onun eline bakıyorlarsa ailesini…

Zorunluluktan ötürü çalışanlar için bu bir bakıma azaptır hatta işkencedir; olabilse, zenginler gibi armut pişsin ağızlarına düşsün isterler.

Bence onlar daha başlangıçtan bu kuruma girmeye heves edecek yerde gidip kendilerine bir başka meslek ve iş seçmeliydi. Girişteki sınavları geçmiş olmak gerekli alma yeterli değildi. Bu meslekte kalmak için insan işini sevmeliydi. Nitekim aramızdan ne yazık ki tek tük de olsa öylelileri de çıkardı ve meslekte ancak bir süre dayanır; sonunda ya kendileri çekip gider ya da kapının dışına konurlardı.

Benim açımdan ise, -tarlada toprak işlemeyi hariç tutacak olursak- çalışmak ve üretmek, yoktan bir şeyler var etmek, bunda pay almak bir zevkti. Hatta kutsal bir işti; âdeta tapınma gibi bir şeydi. (Tarım yaparak çalışmayı istisna tutarken, bunu sadece o aşamadaki düşüncem olarak yazdım. Sonradan bu bağlamdaki görüşüm değişikliğe uğradı.)

Hep bir tanrıya, -hangisine inanıyorsak- dua mı edecektik?

Hep varsaydığımız üzere onun bize vermiş oldukları için ona şükretmekle mi yetinecektik?

Onun için kurbanlar kesip tütsüler yakmak mıydı bütün yapacaklarımız; yapmamız gerekenler? O bizden bunları mı bekliyordu? Duayı, şükürleri, kurbanları, tütsüleri ne yapacaktı o gerçekten de tanrıysa?

Hem şayet bizim bir şeylerimiz varsa, sanki doğrudan o mu veriyordu bize onları?

Bir an için diyelim ki o veriyordu; doğrudan vermekte olmasa da en azından o sağlıyordu. Daha da öteye gidelim; diyelim ki oydu bizim asıl sahibimiz; şu yaşadığımız kentin kralı falan değil. O zaman biz de bunun karşılığında onun için bir şey yapmayacak mıydık? Ona, bırakın öyle kurban ve tütsü gibi uydurmacaları, elle tutulur ve gözle görülür somut bir şey sunarak hizmet etmemiz gerekmez miydi?

Çalışmaktan ve şu üzerinde yaşadığımız dünyada yeni ve yararlı bir şeyler üretmekten başka nasıl üretebilirdik ki bu hizmeti?

Üstelik çalışmak ve bir şeyler üretmek insanın kendine olan güvenini de artırırdı. İnsan yapıtıyla öğünür, bundan ötürü mutlu olurdu.

Tanrı, kullarının mutlu olmasını istemez miydi?

Sadece o varsayımsal öteki dünyada mı vardı mutluluk?

Varsa bile, bu dünyadaki gibi miydi? Kim biliyordu bunu?

Bildiğini söyleyenler yalancıydı. Mutlaka bu deyişlerinin ardında bir başka niyet hatta çıkar vardı.

Mesleğimize döneyim.

Diyonisos Zanaatçıları arasında birçok dalda uzmanlaşmaya yönelenler olurdu. Örneğin ben işe önce taş yontma iye başlamış olmakla birlikte, sonradan duvar örmeyi asıl uzmanlık alanı olarak seçenlerdendim. Bundan daha sonra söz edeceğim. Öte yanda kemer ve çatı yapanlar, kereste hazırlayanlar, ahşap işleyenler, dökümcüler, maden üzerinde dövme ve kakma ile işleme yapanlar gibi birçoğu vardı.

Fakat neresinden bakarsanız bakın, bu işin anası taş yontmaktı.

Yontulmuş taş olmayınca bina da olmazdı.

Diyonisos Zanaatçılarının hepsinin ortak amacı bina yapımıydı ama bu onlar için böyleydi. Yaşamda yararlı bir şey üretmek için ille de inşaat yapmak gerekmiyordu. Kimileri bu üretimi bambaşka alanlarda çalışarak yürütüyordu. Bedeniyle çalışanlar da vardı zihin gücüyle çalışanlar da. Bizim gibileri de her ikisiyle birden.

Bana göre hepsi kutsaldı; yeter ki çalışılsın, emek verilsin, üretilsin.

Bizim kurumda ise, ileri aşamalarda zihnin gücüyle yapılan çalışmalar beden gücüyle yapılanlara oranla giderek artardı. Bunun bizim için erişilebilecek son aşaması mimarlıktı; benim emelim.

Üstelik Diyonisos Zanaatçıları, -ezoterik ve gizemci içerikli yönünü bir yana bırakalım- öyle salt bir “meslek örgütü” de sayılamazdı. Bu topluluğun tüm çalışanları, -çırak olsun, kalfa olsun, usta hatta mimar olsun- birbirlerine sevgiyle, saygıyla, anlayışla bağlanırdı. Herkes birbirini kardeş bilir, öyle tanır, gönülden sever, hiçbiri kendi seçtiği bu kardeşi ailesindeki aynı anadan doğma aynı babadan olma öz kardeşinden ayırt etmezdi.

Söz aramızda, bu kardeşliğin aile kökenine dayanan ve “öz” denilen öteki kardeşliğe üstün olduğu bile söylenebilirdi. Hani “Akrep etmez akrabanın akrabaya ettiğini” derler ya; kimi zaman toplumda sadece hısım ve akrabaların değil iki öz kardeşlerin bile aralarındaki şu ya da bu anlaşmazlık nedeniyle birbirlerinin gözünü oyduğu görülebilirdi.

Bizim topluluğumuzda ise öylesine hiç rastlanmazdı. Aramızda belki ufak tefek, bir açıdan baktığınızda incir çekirdeğini bile dolduramayacak anlaşmazlıklar çıkabilirse de bunlar kolay giderilirdi; kardeşçe…

Özetle, burası bir KARDEŞLİK kurumuydu aynı zamanda. Böylesine, kaçınılmaz ya da doğal olarak değil bireysel buyrultuyla benimsenmiş, bir ortak amaç doğrultusunda, bir ülküye bağlanarak oluşmuş bilinçli bir kardeşliği yüreklerinin derinliklerinde yeşerterek duyumsayamayanlar da uzun süre dayanamazdı aramızda.

Benim inşaatçı olma hevesimi ve dileğimi bir an için göz ardı edin; bu mesleği seçmemin bir gerekçesi de buydu işte. Üç öz kardeşimin yanı sıra çok sayıda kardeşim olacaktı. Oldu da… Onlar da beni kendi öz kardeşlerim gibi sevecekti; ben de onları. Sevdik de…

Çünkü zaten ben oldum olası aralarında hiçbir ayırım gütmeden, şu ya da bir diğer soydan gelmeymiş hatta soyu sopu belirsizmiş, varlıklı ya da yoksulmuş, şu tanrıya ya da ötekine inanırmış hatta belki hiçbirine inanmıyormuş demeden, insanları “insan” oldukları için severdim. Onların her bakımdan özgür olmalarını, toplumda her neyi hak ediyorlarsa almalarını, birbirlerine eşit sayılmalarını, hep birlikte barış ve mutluluk içinde yaşamalarını, evrenimizi bilinçle paylaşmalarını isterdim.

Diyonisos Zanaatçısı kardeşlerim de benim gibiydi.

İstisnalar bu genel geçerli olguyu bozmazdı. Nitekim yaşam öykümün ileri aşamalarında o istisnalardan da  söz etmeye niyetliyim.

Değinmiştim ya; ara sıra başka yerlere de giderdik özellikle eğitim amaçlı olarak. Oralarda daha önce hiç karşılaşmamış olduğumuz meslektaşlarımızla da buluşur, Diyonisos Zanaatçıları olarak ailemizin aslında ne kadar geniş olduğunu çok daha iyi, görerek ve yaşayarak duyumsardık.

İşte böyle gezilerimizden birinde, pek ilginç bir olayla karşılaştım. Oradaki bir kardeşi önceden tanımıştım; daha ben bu mesleğe girmeden önce. Ailem ile bağlantılı olarak aramızda birtakım tatsızlıklar geçmişti. Hele ağabeyim ile nasıl tartışıp didişmiş olduklarını unutmamıştım. Bence o haksızdı; ancak bilemem belki onun da bir haklılığı vardı ama bana öyle yansımıştı.

O günün akşamında ustam Akizar bana takılmıştı: «Hayrola! Yüzünden düşen bin parça. Seni hiç böyle görmemiştim. Bir şey mi oldu?» diye sordu.

Bizimle, özellikle dertlerimiz ile böyle yakından ilgilenirdi.

Ona,  burada hiç beklemezken önceden tanıdığım birisiyle karşılaşmış olduğumu, bunun bana –ne yalan söyleyeyim- biraz üzüntü ve sıkıntı verdiğini söyledim.

«Peki, olabilir. Bunun üzerine ne yaptın?» diye sordu.

«Ne yapacağım? Sanki geçmişte aramızda hiçbir şey olmamış gibi elini sıktım, hatırını sordum»

«Aferin! İyi ve doğru olanı yapmışsın. Demek öğreniyorsun.» dedi ustam, «İşte sana, bir Diyonisos Zanaatçısına yakışan budur. Boşuna kibirli ve gururlu olma. Alçak gönüllülüğü kendine düstur edin. Yaşamda asıl böylece yücelirsin. Seni başkalarının yüceltmesini bekleme. Sen kendi gönlünü yüce tut. Hata yapanları hoş gör ve kendince bağışla. Bu davranışın sana onur verir. Onurun senin en değerli varlığındır. Onu hep iyi koru ve hiç yitirme.»

Asılmış suratım gitmiş, yerini güler yüz almıştı. «Hah, şöyle!» demişti ustam.

Dedim ya; bu meslekte hem beden hem kafa gücüyle çalışmak vardı.

Belki siz inşaatçılığın salt bedensel bir meslek olduğunu sanırsınız. Hiç de değil. Taş yontarken nasıl uğraşıldığını anlatırken bunu fark etmişsinizdir.

Bu mesleği aklını kullanmadan yapanlar bizim gibi zorlu eğitim aşamalarından geçmez, sadece sıradan bir inşaat işçisi olur ve o kadarla kalırdı. Biz onlara “hamal” derdik; daha çok bedenleriyle yük taşıdıkları için. Ancak neyin niçin, nasıl, hangi yöntemle yapıldığını öğrenenler olabilirdi bir Diyonisos Zanaatçısı.

Bu kadarı yeter mi sanırsınız?...

Öyle sanıyorsanız yanılıyorsunuz demektir çünkü değil.



Başlık: Ynt: Bir Tapınak Yapıldı - 3
Gönderen: BULGARIA - Ocak 09, 2013, 06:07:38 ös
Buraya kadar en ince ayrıntısına kadar örneklendirmeli bir şekilde gidilmiş.. Gerçekten de anlatılabilecek en yalın ve en anlaşılır üslup ve örneklendirmeler kullanılmış... Mükemmel.. Mükemmel...


4.
Başlık: Ynt: Bir Tapınak Yapıldı - 3
Gönderen: Etimolog - Ocak 09, 2013, 06:55:13 ös
Sayın ADAM
Çok sürükleyici.
Elinize sağlık.
Saygılar , Sevgiler
Başlık: Ynt: Bir Tapınak Yapıldı - 3
Gönderen: maddmann - Mayıs 27, 2013, 08:33:25 ös
şimdiden cok sürükleyıcı bır yapıta benzıyor tskler admın.
Başlık: Ynt: Bir Tapınak Yapıldı - 3
Gönderen: kurt - Ocak 08, 2016, 04:53:41 ös
Çalışmaya ben de bu gözle bakabilmek istiyorum. Tembel birisi olarak, kendimi eleştirmek ve moralimi bozmak dışında yaptığım bir şey yok. Umarım tez zamanda (özellikle kendim) tüm insanlar çalışmanın ve üretmenin değerini anlarlar. Çok güzel yazmışsınız, elinize sağlık.
Başlık: Ynt: Bir Tapınak Yapıldı - 3
Gönderen: ADAM - Ocak 08, 2016, 08:31:53 ös
Bu yazıyı beş yıl önce yazmışım.

Şöyle bir baktım da, neden böyle yazmış olduğumu pek anlayamadım.

Anlayanı kutlarım.

Fakat belli ki bitmemiş; sonrası da var.
Başlık: Ynt: Bir Tapınak Yapıldı - 3
Gönderen: ruzber - Ocak 08, 2016, 11:05:16 ös
Her dakika yeni bir seyler ogreniyoruz. Ya daha önce bildiklerimiz şeylerin üzerine yeni bilgiler ekliyoruz ya da bildigimizi sandığımız şeyleri bilmiyoruz ve anlıyoruz....