Masonlar.org - Harici Forumu
Masonluk Bilgidir. Bilimdir. Ilimdir. => Felsefe => Kavramlar => Konuyu başlatan: ZAMAN - Ekim 25, 2010, 08:54:39 ös
-
Nasıl bir üstünlük? Edinilebilen bir Üstünlük
Peki, bilinçli eylem gücü insana kalıtsal yollarla geçen veya doğuştan kendisine hediye edilen bir üstünlük müdür?
İşte sadece biz insana özgü olan özelliklerden biri, bu sorunun cevabındadır: İnsan, bilinci kalıtım yoluyla kendinden sonraki kuşaklara aktaramaz ya da bilinç doğuşuyla birlikte bireylere hediye edilmiş olan bir olgu değildir. Bilinç özdeksel olan insan beyninin bir özelliği olmakla birlikte, özdekle aynı sayılamayacak veya özdekten ayrı tutulamayacak bir üründür. Çünkü bilinç bireysel değil, toplumsaldır. İnsanı diğer canlılardan ayıran temel farklardan biri de, insanın toplumsal bir ürün olan bilinci edinme yetisine sahip olmasıdır.
Kısaca bilinç bir toplumsal üründür. Şöyle ki:
1.Kaynağını insanların sosyo-ekonomik faaliyetlerinden alan,
2.İnsanların üretim sürecinde girdikleri toplumsal ilişkiler içinde, nesnelerin özelliklerini, çevrelerini, dolayısıyla kendilerini tanımalarını sağlayan,
3.Doğuşla var olan değil, bireyin kendisinin edinilebileceği
Onu edilebilen bireyde, nesnel gerçekliğin yansıtıcısı olarak işlevini sürdürür. İnsan sadece bilinci edinebilme ve edindikten sonra da bilinçli eylemde bulunabilme yetisine sahiptir. Bilinç ana-babanın bir kalıtı olmadığından, bilinç açısından bireyler arasındaki bağın sürekliliğinden söz edilemez. Her birey bilinci kendisi edinmek durumundadır. Ancak bu sonuç her insanın bilinci edindiği, bilinçli eylemde bulunduğu anlamına alınmamalıdır, alınamaz. Alınmama ve/veya alınamaz konusuna daha sonra dönmek üzere bu aşamada insanın diğer hazinesi üzerinde de durmamız gerektiğini düşünüyorum.
Organizma olarak insanın, yaşam adı verilen varlık çeşidinin bir görünümü olduğunu biliyoruz. Organik dünyada yaşamın, kalıtımla bireyden bireye geçtiğini ve böylece hayatın ileriye doğru iletilmiş olduğunu da biliyoruz. Ama bunların insanlaşma için yeterli olmadığını da biliyoruz. Neden yetersiz? Çünkü ileriye doğru iletilen organik yaşam, bilinci kesintiye uğratır. İnsanlaşma bu kesintinin, bilinçle eş zamanlı oluşan dil ile aşılmasıyla başlamıştır. Dil bir kültür olayıdır ve kültür de bireyler arasındaki bağın sürekliliğini sağlayan olgudur. Kültür kendini kalıtımla değil, aktarımla sürdürür, böylece de hayatları birbirine ekler. Sonuç kültürün bilinçler arasındaki köprüyü kurmasıdır.
Dilin yapısal oluşumuna baktığımızda şunları görürüz:
1.İnsanların önce sembolleri bularak alfabelerini yaptıklarını,
2.Alfabeyi kullanım kuralları getirerek sentaks’ı, sembol ve sembol gruplarının anlamlarını belirleyerek semantik’i oluşturduklarını,
3.Kullanım özgürlüğünü bireye bırakarak pragmatik yapılanmayı tamamladıklarını.
Kullanım özgürlüğü dilsel sembolleri kullanarak benzetme yapabilme özgürlüğü olarak tanımlanmış, dolayısıyla anlamın belli bir zaman anına bağlı olmaması sağlamıştır. Böylece anlam, zaman ve mekânı aşarak insanlar arası iletişim ve uzlaşma alanı oluşturmuştur.
Bireyler arası iletişimi sağlayan esas itibariyle anlamdır. Anlam, bilinç edimleriyle başlayıp bitmez, bu edimlerden kopar ve bunları aşan bir varlık kazanır. İşte bu özellik dili bireyüstü yapan bir özelliktir. Dilin bireyüstü olmasını sağlayan diğer özelliği ise dili bir tek kişinin yaratmamış olmasıdır. Dil toplumsal bir olgudur. İnsan toplumunun dışında ne insan düşüncesi ne de dil olamaz. Çünkü dil, diğerleriyle işbirliği gerçekleştirmek için insanda oluşan söyleme ihtiyacının karşılanmasıdır. Başka bir deyişle, bilinç ile eş zamanlı var olan ve bilinç ile karşılıklı etkileşerek gelişen dil, aynı zamanda düşüncenin özdeksel yapısıdır. Çünkü insan kendi kendine düşündüğü zaman bile sözcüklerle yani dili ile düşünür.
Dil ile kazandıklarımızdan bazılarını hatırlayalım:
1.Dil, günlük gereksinimlerimizden kaynaklanan doğal niteliğe veya özel ihtiyaçlarımızı karşılamak için yapay niteliğe sahip olabildiğinden, bilgilerin saptanıp, saklanmasına olanak sağlar. Böylece bilgi edinmek için harcamak zorunda olduğumuz gücü ve zamanı kazanırız.
2.Dil, başkalarının deneyimleriyle eylemde bulunmak olanağını sağladığından zaman ve mekanı ele geçirmiştir. Başkalarını eğitebilme, dağarcığımızı kuşaklara aktarabilme ve dünyaya açılabilme bu sürekliliğin sonucu gerçekleşir.
3.Dil, bireysel değerlerimizin toplumsallaşmasını ve bu nedenle de bu değerlerin hızla gelişmesini sağlar.
4.Dil, anlaşır olmasıyla türetilebilme özelliğine sahiptir. Türetilebilir olduğundan da düşüncenin gelişmesini sağlar.
Biz, bu kazanımların kaynağı ve aracı olan dili edinmek için harekete geçer, duygularımızı, düşüncelerimizi, kendimizi dilimizle ifade eder ve dili ömrümüz boyunca hazır bulduğumuz bir sermaye gibi tüketiriz. Bilinçli eylemin ifadesi olan dilin tükenebilirliği, düşüncemizin etkinliğinin ve en genel anlamda kendimizin de tükenebilirliğine işaret eder. Sorun da buradadır. Başka bir deyişle, dilin bazen işitilen, bazen işitilmesi engellenen bazen de yüreksizlik nedeniyle işitmeyi bireyin kendisinin ret ettiği bir olgu olması, insanlık tarihinin en temel problemlerinden biridir.
-
Sevgili Isabella,
:)
-
Sevgili Isabella,
:)
Merakımı giderdiğiniz için çok Teşekkür ederim, Saygıdeğer hanımefendi; bu arada aklıma henüz yeni gelen bişeyi Sizinle paylaşmak istedim. Anladığım kadarıyla gerçi daha önce de beynimi kurcalayan şey, dil 'in bilinçle ne gibi bi bağıntısının olduğu yani şöyle daha açıklayıcı olmam gerekirse, bilinç yüksekliğine paralel olarak sahip olunan dil' in de gelişmiş olması.. artı ilerde insanlığın gelişimine paralel olarak sahip olunan bilincin yüksekliği eşliğinde beyinden beyinden aktarılabilinen bi tür atomik dil denilen telepatik dil 'in kazanılacağıydı. Bu bilgi, Sizin tarafınızdan da doğru mu kabul ediliyor bilemiyorum ama olaya bu açıdan baktım. Eksik ya da yanlışım varsa düzeltmenizi sahip olduğunuz derin bilgilerinizle rica ediyorum.
Saygılar,
-
Sevgili Isabella,
Beyinden beyine aktarılan bir bilinç söz konusuysa beyinden beyine ifadeyi aktaran da bir dil olması gerek. Ben bu konularda bilgi sahibi değilim, bir ara kozmik bilinç açısından bazı sorularla karşılaşmış ve biraz konuyu incelemiştim ama incelemeyi sürdüremedim çünkü başlangıçta mevcut bilgilerimle çelişkiler oluştu, mantık hataları vb sorunları da görünce kozmik bilince inananların ne düşündüğünü öğrenme işini erteledim.
Görüşüm o dur ki bilinç insanın edinebileceği ve sayesinde düşünme sürecini başlatacağı , böylece beyninde oluşturduğu kuramları pratikte uygulamaya koymak için de bunları(kuramları) dili ile ifade ettiğidir. Dil ile ifade edilen kuramlar uygulamada doğa ve toplum yasalarıyla denenir ve kuram doğruluk kazanırsa da birey bu doğruyla bir adım daha bilinçlenmek olanağını elde etmiş demektir. Bunun dışındaki bir bilinç-dil ilişkisini doğru kabul etmiyorum ya da bu konuda bilimsel yöntemle elde edilmiş bilgilere dayalı bir yazı vb görmedim henüz.
Saygılarım, sevgilerimle,
-
"İşitmeyi bireyin kendisinin reddettiği bir olgu olması,insanlık tarihinin en temel problemlerinden biridir"
Ne denebilir ki...Çok doğru!...
İnsanın,kendisiyle giriştiği savaşta enzayıf olduğu nokta.Birey olabilmenin önündeki enbüyük engel.
Saygılar
-
Sayın ceycet,
Kendisiyle savaşa girenlerden çok ümitliyim, ya hala gönüllü kulluk kafesinde olanlar? "kim kendisiyle savaşa girer?" sorusuna bir cevap oluşturmayı düşünüp cevaplamak ister misiniz? İsteyin lütfen.
Katkınız için içtenlikle teşekkür ediyorum.
Kim kendisiyle savaşa girer? Kim? Kim? Nerede bu olanak kendiliğinden, yapısal olarak öylece sunulur? Kime sunulur? Bu ayrıcalık mıdır?Cinsiyete bağlı bir ayrıcalık mıdır?
-
Sayın ZAMAN,
öncelikle belirtmeliyim ki,makaleleriniz kadar sorularınız da çok etkileyici;buram,buaram zeka ve idrak kokuyor.
Bu konularda,forumun ezoterim,tasavvuf ve inanç üzerine bölümlerinde birhayli yazı yazdım.Bu yazıları yazarken en önemli hedefim,mevcut önyargıları ve dogmaları yıkmak,altüst etmekti.Ne kadar başarılı olduğumu kestiremiyorum,ama kendimle ilgili olanların büyük bir kısmıyla başedebildiğimi rahatlıkla ifade edebilirim.
İnsanın kendisiyle giriştiği savaşta,o kimselerin sınıfsal konumları ve cinsiyetleri üzerine otorite oluşturabilecek hükümler vermek kimsenin haddine olamaz.Olursa,bunun adı dogmadır ve aydınlanma zemininde kendisine yer bulamaz.Bulduğunu iddia edenler ise sadece kendilerini kandırırlar.
Bu vesile ile hemen şimdi bu savaşın yolcularından,ilgi alanıma giren çağımız ve yurttaşımız iki hanımefendinin ismini vereyim,inanmayanlar eserlerini okusunlar sonra birkere daha düşünsünler.
Semiha AYVERDİ ve Cemalnur SARGUT.
Kabukçularla,skolastiklerle,dincilerle,istismarcılarla mücadele edenlerin veya mücadele ettiklerini iddia edenlerin,sorduğunuz sorularla ilgili olarak öncelikle kendilerini sorgulamalarını öneririm.Zira,kendileri çözüm arayışında olanlar,başklarının arayışına saygılı olmalıdırlar;yoksa çözümün yakınından bile geçemezler.
Saygılarımla
-
Tek söz: TEŞEKKÜRLER
Saygılarım, sevgilerimle
-
Sayın ZAMAN'ın getirmiş olduğu bu başlık altındaki yazı dizisinin bu aşamasında ilginç bir durum var.
Sayın ZAMAN konuyu salt bilimsel nitelikli bilgi açısından ele alıyor. Öte yanda Sayın Isabella, aynı konunun bilimsel birikimin henüz ulaşamadığı bir açısından değerlendirme girişiminde bulunuyor.
Forumun eski üyelerinden Sayın Isabella'nın önceki anlatımlarını izlemiş olanlar, onun görüş, eğilim ve önerilerini gayet iyi biliyor. Nitekim Sayın Isabella da bunu bildiğinden bu konuya görüş aktarımında bulunurken derinliğine girmemiş. Buna karşılık Sayın ZAMAN onun ne söylemek istediğini gayet iyi anlamış olsa gerek ki, işin o yönüne ya da o boyutuna girmekten kaçınıyor gibi geldi bana. Haklı olabilir. Olayı fizik ötesinden değerlendirmek pek kolay değil; üstelik varsayımlar hatta kurgular üzerinde durmak gerekebilir.
Ancak işin bir de şu yönü var: Bilim adamları kuantum mekaniğini yadsıyor mu? Hayır. Kesinlikle hayır ve üstelik bu alanda giderek daha çok araştırma yaparak, daha çok bilgi katıyorlar önceden var olmayan ya da yitirilmiş birikime. Beri yanda fizik ötesi nitelikli ve kimilerince varsayım ya da kurgu olarak nitelenen anlatımlar ise aslında bütünüyle kuantum olgusuna dayanıyor, başka bir şeye değil.
Dolayısıyla eğer zihinler arası iletişimden söz ediyorsak, bu aslında ne uyduruk ne de doğaüstü bir olgu. Bilim hâlâ beş duyudan söz ederken, bir dalı artık altıncısının var olduğunu bilimsel yöntemle kanıtlamış durumda; şimdi sıra yedincisinde. Ardından başkaları da gelebilir.
Eğer bilim buna olamaz diyorsa, -bilim demez de kimi bilim adamları diyebilir- o zaman o deyişleri kendisini bağnazlığa yöneltmiş bilimsel dogma olarak niteleyebiliriz.
-
Sayın Adam,
Göz Ucuyla Etik, Felsefi Değerler ve Farkındalık başlıklı yazımda şöyle bir paragraf var:
Birincil değişim bilim kuramındadır. Einstein’den bu yana artık sadece nedenselliğe değil, rastlantılara da bağımlı olduğunu bildiğimiz doğa kanunları ve bu nedenle de kökünden değişen bilimsellik anlayışı yaşanılan en önemli ve olumlu gelişmedir. Belki de tek olumlu gelişmedir. Artık nedenselliğe dayalı pozitif bilimciliğin yöntemleri, yani hipotezler oluşturmak, neden-sonuç ilişkilerini gözlemlemek, test etmek vb. konumuz dışıdır. Belirlenmiş ve son derece keskin kurallara bağlı şu olağanüstü ve ancak uzmanlarının anladığını iddia ettiği bilimsel yöntemin doğa yasalarının çok değil, minicik bir kısmını açıklayabildiklerini, hatta her şeyi bir nedensellik ilişkisiyle açıklama gayretlerinin gelişmenin önünü kestiğini de biliyoruz. Seçilen yöntemler kendini açıklayabilir, doğa ve toplum yasalarıyla denetlenerek ulaşılan sonuçlar gözlemlenebilir, test edilebilir oldukça ve insan yaratıcılığının önüne geçilmemesi koşuluyla elde edilen bilgi bilimseldir artık. Artık sadece neden aranmamaktadır. Nasıl olduğu, neden olduğunun önüne geçmiştir. Yöntemin bilimsel olup olmadığının kırılma noktası ise önermelerinin birey ve toplum bilincinde test edilebilirliğidir. "Evren'de varlığı ve aklı aşan mutlak bir akıl vardır." gibisinden bilgi veren görüntüsündeki, ancak ne amprik, ne de mantıksal olarak test edilebilirliği olmayan anlamsız önermeler bütününden oluşan yöntemler artık inançsızlığı da içeren inanç sisteminin salt kendi sorunudur. Sonuç: Değişen dünya'da bilimin kırılma noktası; seçilen yöntem sorunundan, bilimin görevi olan nesnel gerçekliğin yansıltılması işinde, nesnel gerçekliğin bu gerçekliği yansıtacak özneden bağımsız olarak yansıtılıp, yansıtılmadığı sorununa kaymıştır. Gerçeğin açık uçlu yansıtılması bilinçli bireylerin yaratıcılıklarının önünü daha da açarken, yaralı bilinçlerde belirsizlik ve kararsızlığı doğurmaktadır.
Hala aynı fikirdeyim. Kuantum teorisi ele alınması her konu gibi en az iki şekilde olur: Kozmik bilinç ve akıllı tasarım cephesinden mi bakacağız, yoksa evrende bulunan kara maddenin içinde canlının ana organik maddesinin olduğu cephesinden mi? Demek istemem odur ki; sizinle aynı fikirdeyim, bilim insan yaratıcılığının önüne geçmemelidir zaten de geçemez. Ancak mantıklı açıklamalar gibi gözüken dizgelerin ard arda dizilmesi de bilimsel yöntemle elde edilmiş bilginin önüne geçemez. Doğada ve toplumda test edilsin bu yaratıcı varsayımlar ve öyle olduğu bilinen olmasınlar sonra ben matematik teorisyeni olarak anti tezlerini koymaya çalışırım ardından buna antitez gelir ve belki senteze ulaşırız.
Ben bilimsel yöntem ve bilimsel bilgi alanında kalmayı tercih ediyorum ve bunu bağnazlık olarak da görmüyorum.
Bana fırsat verdiniz yine. Teşekkür ederim.
Saygılarım, sevgilerimle
-
Sevgili Isabella,
Beyinden beyine aktarılan bir bilinç söz konusuysa beyinden beyine ifadeyi aktaran da bir dil olması gerek. Ben bu konularda bilgi sahibi değilim, bir ara kozmik bilinç açısından bazı sorularla karşılaşmış ve biraz konuyu incelemiştim ama incelemeyi sürdüremedim çünkü başlangıçta mevcut bilgilerimle çelişkiler oluştu, mantık hataları vb sorunları da görünce kozmik bilince inananların ne düşündüğünü öğrenme işini erteledim.
Görüşüm o dur ki bilinç insanın edinebileceği ve sayesinde düşünme sürecini başlatacağı , böylece beyninde oluşturduğu kuramları pratikte uygulamaya koymak için de bunları(kuramları) dili ile ifade ettiğidir. Dil ile ifade edilen kuramlar uygulamada doğa ve toplum yasalarıyla denenir ve kuram doğruluk kazanırsa da birey bu doğruyla bir adım daha bilinçlenmek olanağını elde etmiş demektir. Bunun dışındaki bir bilinç-dil ilişkisini doğru kabul etmiyorum ya da bu konuda bilimsel yöntemle elde edilmiş bilgilere dayalı bir yazı vb görmedim henüz.
Saygılarım, sevgilerimle,
Anladım, teşekkürler.
-
Sayın ZAMAN konuyu salt bilimsel nitelikli bilgi açısından ele alıyor. Öte yanda Sayın Isabella, aynı konunun bilimsel birikimin henüz ulaşamadığı bir açısından değerlendirme girişiminde bulunuyor.
Çok doğru bi tespit. Katılıyorum. Sayın Zaman' ın paylaşımlarının bilimsel ağırlıklı olması dolaysıyla vermiş olduğu bilgilerin doğruluğunu güçlendiriyor. Tabi bu, benim kişisel görüşüm.. Aksini iddia edenlerin bilgi arayışları farklı olduğu için neyin doğru neyin yanlış olduğu ancak kendi deneyim ve tecrübeleri sayesinde şekil kazanacaktır ve inanıyorum ki deneyim ve tecrübe konusunda da Sayın Zaman' a yetişmek mümkün değil:) ( kendi adıma konuşuyorum )
Saygılarımla,
-
Şu dil felsefesi. Linguistik analiz. Hmm, 20.yy'da pek bir modaydı. Kazayla ortaya çıkmıştı ama olsun.
Sayın Zaman, şimdi sizin söylediklerinizi ben özetleyeceğim. Ki siz okuyun, doğru mu anlamışım yoksa yanlış mı.
İnsan ile diğer canlılar arasındaki farka hayret ederek başlıyorsunuz. İnsan da hayvan da bir canlı olmasına rağmen, insan doğaya egemen oluyor, fakat hayvan olamıyor. Bu farkı, insanın bilinçli olmasına veriyorsunuz. Bu biliçliliğin doğurduğu şeyi kültür diye tanımlıyorsunuz. Ortak işbirliğinden bahsediyorsunuz. Ve bu şekilde, bu kültür, bilinç dediğimiz karışımın üstünlüğü insanın doğaya egemen olmasını sağlıyor. Buraya kadar her şey güzel. Daha sonra diyorsunuz ki, işte insanın doğaya egemen olmasını sağlayan, yani insanın yegane gücü olan şey bilinçtir. Fakat heyhat, biz bilinci insana bakınca göremiyoruz, altı üstü boz madde, ak maddeyiz; ne mikroskoplarımız beyin hücrelerinde bilinç diye küçük adamlar görebiliyor, fakat ne de büsbütün maddeden ayrı maddesiz bir bilinci görebiliyoruz. İkisi de yok. Böyle değilse, bunun genetik olarak aktarılması varsayımı da şüphelidir diyorsunuz. O halde diyorsunuz, bunun kaynağı toplumdur. İnsan-insan ilişkisidir. Ve, insan insanla ve diğerleriyle iletişim kurarken, dili kullanır. İşte diyorsunuz, dil, iletişim, tüm bilincin, kültürün, işbirliğinin kökeninde yer alan, insanı hayvandan farklı kılan unsurdur. İnsan dil ile benzerlikleri, farklılıkları keşfeder ve onları sembolle ifade eder. Bunlar da toplumsaldır. Dilin yararları ise bilgiyi saklamak, aktarmak, anlamaktır. Dil ne kadar kullanılırsa, o kadar bilinçleniriz. Dil ne kadar görmezden gelinirse, o kadar bilinçsizleşiriz.
Bu yazı bana çok karışık geldi. Dolaysız değil evet, fakat argümanlar arasındaki bağlar çok zayıf. Ve sanırım, bir yerlerde hata yapılıyor.
Dil, benim için bir haberleşme aracıdır. O bir araçtır. Öz değil. O, bilincin bir icadıdır.
Siz, sanki dili, bilincin bir icadı olarak değil de, bilinci dilin bir icadı olarak görüyorsunuz. Dili, merkezi bir yere oturtuyorsunuz. Halbuki o benim için sadece bir araç. Bizzat bilincin bir aracı. Araç, hiçbir zaman asli öz olamaz.
Ben sizin yazınızda "dilin yararları" diye bahsettiğiniz yere, "mantığın yararları" diye bakarsam ortada sorun falan kalmaz.
Merkeze insanın içsel bir özelliği olan mantığı (veya bilinci) koymak yerine dili koyduğunuz için, insanda bilinçten (mantıktan) evvel "dil"e odaklanıyor ve bunun da ancak toplumda var olabileceğini belirterek, o halde bu tekil insana has bir özellik değil, topluma has bir özelliktir diyorsunuz. Dil tabii ki toplumsaldır. Fakat hayatı boyunca hiçbir insanla temas kurmamış, hiç konuşmamış bir insan da alet yapabilir, karnını doyurabilir. Yani mantık onda da vardır. Her ne kadar biz bilinci bugünkü teknik imkanlarla tam anlamıyla çözememiş olsak bile, her bireyin bir beyni vardır, ve mantık da beyinle doğrudan ilgilidir.
İnsan benzerlikleri, farklılıkları, karşılaştırmaları dille yapmaz. Bunu önce ham bilgi olarak algılar, sonra beyin (bilinç,mantık) bunları yorumlar. Daha sonra karşısına bir insan çıktığında, daha önce kendisine saldırmış bir çakala benzediği için, bir kurtu "tehlikeli" kategorisine önce mantığında sokar, sonra da o insanı bu benzerliği anlatarak uyarır.
Yani önce mantık (bilinç), dil değil. Dil, sadece mantığın ürünlerini bir başkasıyla paylaşmak veya başkasının mantığının, aklının ürünlerini talep etmek durumunda ihtiyacen ortaya çıkmış bir araçtır. Sadece bir araç. Evet, mantığın, aklın verilerini ancak tartışarak, söyleyerek, anlatarak, izah ederek paylaşırız. Bunun için de dili kullanırız, fakat aklı dil ile paylaştığımız için, dil üste çıkamaz. Bu, alışverişte 5 lira verip bir kilo peynir aldığım için, asıl derdimin karnımı doyurmak değil de, bakkala 5 lira vermek olduğunu iddia etmeye benziyor.
Biz, bu kazanımların kaynağı ve aracı olan dili edinmek için harekete geçer, duygularımızı, düşüncelerimizi, kendimizi dilimizle ifade eder ve dili ömrümüz boyunca hazır bulduğumuz bir sermaye gibi tüketiriz. Bilinçli eylemin ifadesi olan dilin tükenebilirliği, düşüncemizin etkinliğinin ve en genel anlamda kendimizin de tükenebilirliğine işaret eder. Sorun da buradadır. Başka bir deyişle, dilin bazen işitilen, bazen işitilmesi engellenen bazen de yüreksizlik nedeniyle işitmeyi bireyin kendisinin ret ettiği bir olgu olması, insanlık tarihinin en temel problemlerinden biridir.
Dilin reddolunması ile ilgili olumsuzluğa da bu açıdan şöyle bakabiliriz; kavramların reddolunması. Yani farklı kavramlardan bihaber olma, reddetme durumu. Sadece gündelik hayatın kavramlarıyla yoluna devam etmekte bir keçi inadı durumu. Cahil dediğimiz, okumayı yazmayı önemsiz gören takım böyle yapıyor. Kavramlardan bihaber oldukları için, düşünceyi çalıştıracak kıvılcımlardan mahrum oluyorlar. Bu da eksiklik, bilgisizlik olarak sonuç veriyor. Fakat tüm bu edimler, kötü bir anlayışın veya tembelliğin, lakaytlığın unsurlarıdır. Bu tür tavırlar da kişinin bilinciyle doğrudan ilgilidir. Kavramlar, sadece bir dil unsuru değil, anlayış unsurlarıdır. Yani "özgürlük" dediğimde bunun aklımda canlandırdığı bir şema vardır. Bu şema, sadece bir araç olan dilin sınırları içine yüklenemez. Bu, akıl, bilinç dediğimiz sınırsız yeteneğimizle "kavradığımız" bir olgudur.
Saygılar.
-
Ön cevap olarak İşitilmeyen Dil ile ilgili yazının geri kalanının tamamen koydum.
Anlıyorum ki benim bir konuyu ortaya koyma biçiminde okuyucu açısından bazen zorluk ve dolayısıyla yanlış anlama oluşabiliyor. Alışma süresinin çok başındayız olabilir. Forumda iletişimimi daha etkin hale getirmek için bundan böyle daha farklı bir uslüp denemeye çalışmam gerekmez umarım.
Bilinç, korteks, gri hücreler, sinanpslar,mantık, kavram, dilin iletişim aracı olması, bilinç kaç bilim dalınca inceleme konusudur , yazıda hangi bilim dalı çerçevesinde bakılmıştır, vs.vs.açısından görüşlerimi son koyduğum bölümün okunması için forum katılımcılarına belli bir süre verdikten sonra yapacak olmam, yazılarıma katkıda bulunan ve görüşlerini aktaranlar açısından umarım olumsuz algılanmaz.
Tüm görüşlere ayrı ayrı yer vererek yanıt vereceğim.
Saygılarım ve sevgilerimle,