Masonlar.org - Harici Forumu
Masonluk Bilgidir. Bilimdir. Ilimdir. => Felsefe => Kavramlar => Konuyu başlatan: Fraternis - Mayıs 15, 2007, 09:04:15 öö
-
Varoluşçuluk
Varoluşçuluğu tanımlamak için, sözcüğün kendisinden işe başlamak gerekir. Bu yeni türetilmiş sözcük "varoluş" (existence) isminden, ilkin "varoluşsal" (existentiel) ve varoluşla ilgili "existential" sıfatları türetilerek ve daha sonra "culuk" son eki eklenerek ortaya çıkmıştır. Varoluşculuk, varoluşun önceliğini ya da ilkinliğini benimseyen bir kuramdır.
Varoluşçuluğun sözlük anlamına bakacak olursak; insanın varoluşunu, somut gerçekliği içinde ve toplumdaki bireyselliği açısından göz önüne alan felsefi öğretidir.
Varoluşçuluk felsefesinde, insanın varoluşu anlaması söz konusudur. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, insan varoluşunun rastlantılar içinde oluşu, güvensizliği ve güçsüzlüğü söz konusudur. Güçsüzlüğü ve hiçliği içinde insan, ölüme mahkum bir varlık olarak insanın varoluşu, hiçlik karşısında insanın varoluşu, insan varoluşunun halisliği (authentique) ve bu halis olmaya çağrı, özgürlüğü içinde insanın varoluşu, topluluk içinde kaybolmuş insanın, tek insanın kendisini bulması, kendi olması, doğruluk ve ahlaklılık karşısında sahici davranışı-tutumu; bütün bu sorunlar söz konusudur varoluşçuluk felsefesinde. Ayrıca "insan, evreni aşabilir mi aşamaz mı?" "aşarsa nereye dek varır bu aşma?" gibi sorunlar söz konusudur.
Yığınlaşma içinde tek-insan, birey, gittikçe kendi özelliğinden, kendi kişisel özgürlüğünden çözülme, kopma durumuna geçiyor. Tek insan kayboluyor. Kitle içinde sıradan bir insan oluyor. Tek kişinin kişisel sorumluluğu gittikçe herhangi bir parti, bir ortaklık, bir dernek, herhangi bir kolektif düzen içinde ortadan kalkıyor.
Modern insan, bir devlet hastanesinin doğum kliniğinde dünyaya geliyor, oradan yuvaya, yuvadan okula, sonra da ya bir fabrika ya bir büroya geçiyor. Modern insan artık kendi yaşamını sürdürmüyor. Ölümü bile kendinin değil çoğu kez.
Bu gelişme nedensiz değil. İlkin, bütün yurttaşların eşit hak istemesi, başta gelen bir nedeni bu gelişmenin. Hiçbir üstünlüğe, hiçbir olağandışıya katlanılamıyor artık. Bunların hepsi bir kalemde siliniyor. Bir başka nedeni: güçlü olma isteği, güce erişme isteği. Tek kişi güçsüz kalmıştır günümüzde. Ama herkes "dayanışarak" toplu hale gelirse, yenilmez bir güç oluyor. Bir başka neden de, ekonomik bakımdan güven altında olma çabası. Ekonomik çöküntülerden, paranın inip çıkmasından, tek kişi, varoluş savaşımında yorgun düşmüştür. Yaşamını güven altına alabilmek için kitleleşme yoluna girmiştir. Böylece her alanda bir toplumsallaşma bir merkezleşme gittikçe artıyor. Giderek çoğunlukla insanlar ekonomik güvenliliklerini sağlamak uğruna, kendi kişisel özgürlüklerini bırakmaya hazır duruma geliyorlar. İşte bu gelişme ortasında varoluşculuk felsefesi sesini yükseltiyor.
Bu felsefenin getirdiği sınırsız subjektiflik, bireysellik, topluluk düşmanlığı, macera isteği, istediğini yapma özgürlüğü, bütün bunlar yığınlaşmaya karşı bu protesto açısından anlaşılmalıdır. Bütün varoluş felsefesi şu biçim altında belirir: "İnsanın kendi kendini yitirdikten sonra bütün dünyayı ele geçirmesi neye yarar?" Bundan dolayı varoluş felsefesi bir bunalım felsefesi olmuştur, bu felsefe yeni bir dizge kurmak istemiyor, tam tersine insanları karar verme durumuna getirmek istiyor; öğretmek istemiyor, yeni bir tavır alışa çağırıyor; çağı yeni bir biçimde açıklamak istemiyor, onu yargılıyor; sakinleştirmek değil, ürkütmek onun amacı; sentez de istemiyor, "ya o-ya o" karşısında bırakıyor. İşte bundan dolayı, geçen yüzyıldaki devrimin bunalım zamanında doğmuş olan bu felsefe, yine son iki dünya savaşından sonraki bunalım zamanlarında böylesine güçlü bir etki yapmış, güçlü bir felsefe akımı olmuştur. Önce Almanya sonra Fransa'da bir felsefe yazın akımı olarak biçim kazanmış bulunan varoluşçuluk, J.P.Sartre'a göre insanın bütün boyutlarını ele alan bir felsefedir.
"Varoluş, özden önce gelir" ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir; "insan ne ise o değildir, ne olmuşsa o'dur." İnsan kendini kendi yapar, daha önce kazandığı bazı belirlenimlerin el verdiği ölçüde kendine biçim verir,kendini oluşturur. Varoluşçuluğun Fransa'daki öteki temsilcileri de şunlardır: A.Camus, Simone de Beauvoir, Merleau-Ponty ve Gabriel Marcel.
Varoluşçuluk insanın dünyaya atılması ve bir başına bırakılmasının felsefi psikolojisi olduğundan varoluşçuluğun genel görünümü fenomolojik çerçevede hayli dağınıktır.Birey hayat kurma onu devam ettirme ve sosyal çevrede kendini kabul ettirme gibi daha bir çabanın yoğun harcandığı noktalarda ,bu kendini ayakta tutma mücadelesi içinde,derin ve insanlığın paydasını konu edinen değerlere tavrı öteye aktarılan bir sorun olarak görülegelmiştir.İnsanlık tarihinin iktidar mücadelesi tarihi olduğunu okul öncesi çağda 'orman kanunu'benzeri söylemlerle ilke olarak öğrenen yığınlar elbet sosyalleşme sürecinde dostluk ve sevgi gibi insani unsurları bir 'hayal' olarak ama ikiyüzlü sohbetlerde 'bulunmuş' bir gerçek olarak dillendireceklerdir.Mış gibi olma tradejisinin tarihteki son durağı olmayan postmodern uygarlığımız herşey boş safsatasıyla günahın içine dalmalarını açıklayamayacakları olgun kişilik imajı çizen iyi oyunculuklarlarıyla gerçekte ne uhrevi ve ne de insani kaygıları olmayanların aşkın,mistik boyutu kötülemeleri varoluşçuların es geçtiği bir durumdur.İnsani derinlikler kavranmadan hayat bir savaştır sadece.Lüks tüketim,matrak bir çevre ve güvenli bir gelecek.İstenilen bu.Oysa derin hakikatlar dünyasında hayat bu tür oyalanmalar değil daha yaşanılabilir bir dünya için başkaları için de meşru savaşını verebilmektir.
Varoluşçuluğun İlkeleri
1. Varoluş Özden Önce Gelir
"Felsefe terimleri ile anlatmak istersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür; varoluşu ise evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur. Birçok kimse, özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelir; gerçekten, ev yaptırmak isteyen bir kimsenin ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. Bunun gibi, insanın tanrının yarattığını sanan kimseler de böyle düşünerek, tanrının bu işi, haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı sonucuna varırlar. Tanrıya inanmayanlar ise aynı etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda varolabileceğini ileri sürerler. Bütün 18. yy, "insan doğası" denen, herkeste ortaklaşa bulunan bir özün varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise insanda -ve sadece insanda- varoluş özden önce gelir."
"Bu kısaca şu anlama geliyor; önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir." (J.P.Sartre, Action, 27 Aralık 1944).
Elbetteki biz, bizi insan türüne bağlayan, evrensel ya da türsel özümüzü yaratamayız; ancak, bize özgü olan, başka hiç kimsede bulunmayan bireysel özümüzü seçebiliriz. Bizim doğuştan ve özgül özümüz -"hayvan"-ve-"insan"- biz olmadan belirlenmiştir; biz insanız, işte o kadar. Bizim bireysel ya da somut özümüz sadece belli bir belirsizlik gösterir: Bizler insanız, ama hangi insan olacağız? İşte ancak bu sınırlar içinde özgüle açık bir kapı kalır.
Bununla birlikte seçme olanağının yeri gene de önemlidir. Bunu anlamak için, başlangıçla eşdeğer olan bireylerin seçmiş oldukları mesleklerin çeşitliliğine bakmak yeter. Bundan başka, içinde olduğumuz sınıfı, boyumuzu, zekamızı biz seçemezsek de hiç olmazsa, bu ham veriler karşısında takınacağımız tavır bize bağlıdır. Bir işçi, "bütün varlığı ile sınıfı tarafından koşullanmıştır..." ama "arkadaşlarının durumuna ve kendi durumuna bir anlam vermek; devrimci, ya da sinik olmayı seçmesine göre, işçi sınıfına zafer ve kazanç sağlayan ya da aşağılık duygusu içine düşüren bir geleceği, özgür olarak tanımak gene onun elindedir." Seçmediğim halde sakat olabilirim, ancak "sakatlığa bakış biçimimi seçmeden sakat olamam." (onu çekilmez, küçük düşürücü, gizlenmesi gerekli sayılabilir, herkese açıkça gösterebilir, kıvanç konusu, başarısızlıklarımın nedeni, v.b olarak görebilirim.)
2. Sınırsız Özgürlük
Her gün yaşantımız içinde yapmakta olduğumuz seçmeler ya da icatlar, en küçüğünden tutun da en büyüğüne kadar, saptadığımız ereklere, seçmesini kendimiz yapmış olduğumuz bir değerler hiyerarşisine bağlıdır. Bu ereklerin çeşitliliği yüzünden, beklenmedik toplu bir para, kimi tarafından gardrobunun eksiklerini tamamlamakla; kimi tarafından başına gelebilecek bir kazaya karşı yedek akçe olarak saklanmakla, kimi taraftan da eğlence yerlerinden de harcanarak kullanılır. "seçme, düşünüp taşınmaya bağlı değildir: düşünüp taşınmaya koyulduğumuz zaman, olan olmuş, iş işten geçmiştir."
Ancak, ereklerimizi özgür olarak seçmiş bulunuyorsak da hiçbir şey kaybolmuş sayılmaz: çünkü ereklerimiz seçmelerimizin tümüne de kumanda eder, bu yüzden, ereklerimizin özgür seçimi, özel kararlarımızın tümünün özgürlüğünü arkasında sürükler.
Varoluşa ilk vardığımız da ereklerimizi kesin olarak saptamadığımız ölçüde özgürlüğü de kurtarmış oluruz. Varolmayı sürdürdüğümüz ölçü de, ereklerimizi de ereklerimizi de seçmeyi sürdürürüz; çünkü özgürlük, bizim varoluşumuzun özüdür. Herhangi bir özel seçme dolayısıyla, daha önce yapmış olduğumuz seçmelerden biri karşımıza çıkabilir, bunun sonucu olarak, ona uygun bir biçimde alınmış her karar, onun bir yenilenmesi olarak karşılanabilir; nitekim, bütün istemli davranışlarımızı özgür olarak görmek hakkımız vardır; çünkü, onlara karar verirken kendilerini açıklayan erekleri de karara bağlarız.
3. Sorumluluk
Sartre'a göre insanın sorumluluğu, sağduyuya kalırsa, özgür olarak seçebildiklerinin çok daha ötesine geçer, hiçbir şey ona yabancı değildir: ne kişisel iç etkenliğimiz ne de dışımızdaki olaylar: ben herşeyden sorumluyum; "savaşı ben ilan etmişim gibi, savaştan sorumluyum."
Sartre ne dersin desin Polonya'nın istilasından, Fransa'nın işgalinden, Stalingrad'ın yıkılmasından kendisini sorumlu tutamayacağı ortadadır. Ama kendisine bağlı olmayan bu olaylar karşısında, pekala kendisine özgü bir tutum içine girmiştir; savaş içinde olan bir dünya da, özgür edimler ortaya atarak, bu dünyada olup biten her şeyin sorumluluğunu üstlenmiştir.
Ya da daha çok; "doğmayı ben istemedim denir hep; ama doğumum karşısında takınmış olduğum tavırla," -utanç ya da kıvanç; iyimserlik ya da kötümserlik...
4. İç Sıkıntısı
Sartre, bağımsız kişiliğinde fikrin duyguyu bastırdığı bir aydındır, bu nedenle, sıkıntı ve umutsuzluğa, bunların bir Kierkegaard'ın yaşantısında ve düşüncelerinde ya da bir G. Marcel'in yazılarında tuttuğu yeri vermez: İnsan tanrısal tüzüye inanırsa, işlemiş olduğu günahlarının düşüncesi, hiçlikten gelmek ve oraya dönmek düşüncesinden daha çok bir iç üzgünlüğü verir insana. Ona göre ise, iç sıkıntısı, seçmelerimizin kapsamından doğar.
"Herkes için geçerli bir kuralın varlığını benimseyen düşünürler, bu kuralı bir davranış kuralı olarak bellemekle sıkıntıya düşmekten kurtulurlar." diye düşünür; bir pişmanlık ve dindarlık yaşantısını seçen bir Hıristiyan, Descartes örneği üzerine aklını yönetme tasarısı kuran bir akılcı, insanı duyarlığa indirgeyerek tadımı (hazzı) seçen Epikurosçu, kararlarını doğru ve iyi bellediklerine göre verir ve belli bir güvenlik içinde yaşarlar.
Kaynak : wikipedia
-
Bahsetmiş olduğunuz konuyla ilgili olarak ben şunu söylemeyi istiyorum Sayın Fraternis, zaten insanın insan yapan 'Öz' değil midir ve İnsanoğlu Özü'nü yitirdikten sonra insan olmaktan çıkar ve bizim amacımız da bu dünyada yaşadığımız sürece vermiş olduğumuz yaşamsal mücadelemizin perde arkasında yatan büyük gerçek bu değil midir ki Özü'müzü kaybetmemek uğruna büyük zorluklarla karşılaştık ve yaşamsal sınavını kazanmanın en büyük şartı sahip olduğun Öz'ü kaybetmemeye gayret edip çaba göstermek gerekmektedir.
Çünkü bu dünyada herşeye sahip olunabilir biri hariç o da sahip olduğun Öz'ü korumaktır, ve sahip olunan herşey İnsanoğlunun Özü'nü kaybetmesi için kurulmuş en büyük tuzaklardır bana göre;
Örneğin şöhreti yakalamış bir insanın çok kısa bir süre içersinde çöküşünün ya da kazandığı sandığı anda birşeyi kaybettiğini anlamasının en büyük nedeni de bundan kaynaklanıyor, tabiki sadece şöhret değil sayabileceğim herşey olabilir bu dünyadaki herşey!
İnsanoğlunun dışsal olarak aradığı herşey birer tuzaktan ibarettir, tamamiyle bir seçim şansı verilmiştir ancak bu onun tercihidir, yani aradığı şeyi kendinde bulamadığı taktirde insanoğlu kaybetmeye mahkumdur, daima da mahkum olacaktır!
-
bu OZ diye bahsettigin seyi bence kaybetmezsin, ne yaparsan yap o senin icindedir. sadece icindeki OZ u degistirebilirsin yada gormemezlikten gelebilirsin ama o gene ordadir.
dissal seyleri tuzak olarak dusunuyorsan, bence yanliz dusunuyorsun. bence dissal seyler icimizdeki oz u guclendirmeye yada ona donmeye yarayabilir ama sadece bunu kullanmasini bilmiyoruzdur.
dissal seyler tuzak ve bizi ozumuzden ayiriyor diye dusunmen bence yanlis. sanki AMIS ler gibi konusuyorsun. sende Amislik yada budistlik falan varmi? dalga gecmiyorum cidden soruyom yanlis anlama.
cunku onlar disardaki hayatin, teknolojinin ve para gibi syelerin zararli ve tuzak oldugunu dusunurler.
-
Sayın Hamlet, öncelikle ciddiyetlilik çerçevesinde hareket ederek birbirimize olan saygınlığımızı mükemmelleştirebiliriz fakat benimle konu paylaşımına girmek istiyorsanız lütfen kelimelerinizi çok dikkatli seçmenizi tavsiye ederim aksi durumda sizinle bir sonraki konuşmam gerçekleşmeyecektir!
Alt imza bölümünde de göreceğiniz üzere tek bir cümleyle ifade ettiğim kadarıyla benim ne bir amis ne de bir budist olmadığımı anlayabilecek kapasitede olduğunuzu sanıyorum!
-
aldikmi agzimizin payini.
kusura bakma, seni rahatsiz edecek birsey demek istememistim. yazimdada bunu soyeldim zaten yanlis anlama diye ama yanlis anlamissin. imzana bakiyorum ama imzanda dininle ilgilibirsey soylemiyor o yuzden sormustum.
normal bir muslumanin dusunce tarzinda olmadigini goruyorum o yuzden merak etmistim. neyse tekrar kusura bakma.
-
Anlayışınız için teşekkür ederim ama ben hiçbir dine mensup değilim, sadece bir insan olduğumun bilincindeyim o kadar!
Ama gene de kelimelerinizi dikkatli seçmenizin taraftarıyım her zaman....
-
İzninizle size bir örnek vermeyi istiyorum, Sayın Hamlet;
Bir fakirin sonradan çok zengin bir adam olması onu farklılaştırır ve nerden geldiğini unutur, geçmişini bir anda siler, yakınlarını tanımaz!(Genelleme yapmak istemiyorum)
Ya da bir amir bulunbuğu yerdeki çalışanlarına bir amir gibi davranmak zorundadır fakat sorumluluğunu yerine getirirken elindeki yetkiyi kötü niyetli olarak kullanır, çalışanlarını idare etmek onun görevidir fakat onlara insan gibi davranarak sorumluluğunu yerine getirmek yerine çalışanlarını robot olarak düşünüp onlara çeşitli baskılar yaparak kendi hakimiyetini gerçekleştirmek ister!
Aynı şekilde bir insanın eline yetki ya da güç verildiği taktirde(tabi bu güç farklı alanlarda düşünülebilir, ülkeyi yönetme, ya da bir baba gibi..)Sahip olduğu yetkiyi sorumluluk çerçevesinde kullanamayan ve bunu art niyetli olarak kullanan insanların olduğu kanısındayım!
Akla hemen bir soru geliyor; bu dünyada sahip olunan herşey insanı değiştirmek için varolan baskı araçları yoksa gerçekten insanoğlunun yüreğindeki duygunun yoksunluğundan mı kaynaklanıyor?
Burada bizleri asıl düşündüren şey şu; yaşamımızın belirli bir anında mutlaka iyi şeylere sahip olmuşuzdur, fakat birşeylere sahip olurken bunu çift yönlü olarak düşünüyorum, manevi olarak birşeyleri mutlaka kaybediyoruz, aksi taktirde bu dünyadaki sahip olunan şeylerle mutluluğu yakalama şansımız her zaman yüksek olurdu!
Demekki bizler şimdiye dek gerçek mutluluğu yakalayamadıysak(genelleme olarak kastetmiyorum) maddi şeylerle mutlu olamıyoruz demektir, para saadet getirmez diye bir deyim vardır, söylemek istediğim net olarak şu; maddi şeyleri ne kadar çok kazanıyorsak tabi bu kariyer, şöhret vs. olarak düşünülebilir manevi şeylerimizi bir o kadar kaybediyoruz demektir!
Sonuç olarak şunları söyleyebilirim ki insanoğlunun doğum ve ölümü arasındaki yaşama sürecinde neye sahip olursa olsun tek bir gerçeği değiştiremez o da ÖLÜM!....
-
Sn. Sevil Hanım bence güzel bir açıklama olmuş. Tebrikler...
-
Konuya bir de şu açıdan bakmanızı tavsiye ediyorum, sözlerimin yanlış anlaşılmasını engellemek adına böyle bir açıklamayı yapmayı uygun gördüm;
Tabiki zenginliğin illa ki farklı kimliklere büründürdüğünü iddia etmiyorum, önemli olan dışsal ve içsel dengeyi yakalayabilmektir, Mesela tanıdğım bir çok zengin işadamı var çevremde, gerçekten çok saygıdeğer, beyfendi insanlar!
Burada şunu vurgulamak istiyorum bu dünyada dışsal şeylere sahip olduğumuz kadaryıyla içsel olarak birşeyleri kaybettiğimizin farkında olmamımızın geretiğidir, bunun yanısıra yukarda da belirttiğim üzere sahip olunan herşey gelip geçicidir ta ki ölümle burun buruna gelene dek, çoğumuz yaşadığımızı sanıyoruz ama yaptığımız tek şey başka yaşamları izleyerek kendi yaşamımızı şekillendirmek ve yaşadığımız süre zarfı içersinde bir gün olsun içtiğimiz su için Tanrı'ya şükrettik mi ya da yediğimiz ve sahip olduğumuz herşeyi kendimize mal ederek bir şekilde bizlere verildiğiniz hiç düşündük mü en önemlisi ise hangimiz bizi Yaratan Yüce Varlık'ı bir an olsun düşünerek gerçek görevimiz olan yani insanoğlunun yaratılış sebebi olan Yüce Varlık'a hizmet etmeyi uygun gördük mü, tabiki yeryüzünde çeşitli dinlere mensup dinadamları bulunmaktadır yanlış anlaşılmasın ben genel olarak konuşuyorum, bunu yaparak dinadamı olma zorunluluğunda değiliz tabiki ama en azından bizi aydınlatan ve ısıtan dünyamızın enerji kaynağı olan Güneş vasıtasıyla Yüce Tanrı'ya her yönden bağımlı kılınığımızı ve yaşamlarımız dahil herşeyimizi O'na borçlu olduğumuzu söylemek durumundayım!...
Bizlere yani insanoğluna çeşitli yetkiler ve güçler verildi bizlere bir dünya bahşedildi ama gördüm ki başlangıçta bize sunulan tertemiz dünyayı kendi ellerimizle yok etme safhasına getirdik!Hiçbirimiz bize sunulan yaşamı değerlendiremedik ve kendimizi iş, para zevk anlamında bu gibi şeylerle yaşamımızı boşu boşuna harcadık, tabiki hepimizin belirli bir işi olacaktır, benim de bir işim var ama bunu yaparken kendimi Tanrı'ma adamaktan geri kalmadım!
Benim gibi insanlar da vardır, ben sadece Gerçek arayışı içersindeyim, bu konuşmalarım asla ama asla hiçbir insanı bağlamaz !
-
Teşekkür ederim Sayın İttihatçı, açıklamamı beğendiğinize gerçekten çok sevindim!
SAYGILAR...
-
herseyimizi yaradana borclu oldugumuzu dusunuyorsun ve resmen onun icin yasamamiz gerektigini dusunuyorsun. peki ben sana soyle bir ornek vereyim.
ailen seni yaparken, Senin bu karari verme sansin varmiydi? Hayir. Peki onlarin seni yapmak ve yapmamak kararini verme sanslari varmiydi? Evet. Ne kadar verdiler? yapmaya karar verdiler ve sen oldun. hayatinin geri kalanini, seni dunyaya getirdigi icin ailene borclu olarak mi gecireceksin? sana yaptiklari cok buyuk bir iyilikmiki?
bu olay suna benziyor. kucuklugumden beri annem bana her zman "Kendi istedigi seyleri" alarak beni mutlu etmeye calismistir. Oysa benim istedigim seyleri alsa ben cok daha mutlu olurdum. annemin hediyeleri her zaman kendi zevkine goredir (kazak pantolon corap vs...) . benim zevkime gore degildir hicbiri. OYSA BEN BATMAN ISTIYODUM! :D :D :D
eminimki sizlerdede ayni olay vardir. peki kendi zevkine gore alinmis bir hediye, karsi tarafin fikri dusunulmeden alinmis bir hediye karsi tarafi sevindirmezse bunun sorumlusu kimdir?
yoldan gecen dilenciye para yerine, kucuk bir kap versen ve ona "Al bundan sonra paralarini bu kapa koyarsin" desen, o dilenci senin yaptigin iyilikten mutlu olurmu? onemli olan dilencinin bekledigini almasimi? senin kendini rahatlatmak icin keyfine gore verdiklerin mi?
neyse konumuza donelim. bizler yaratildik dogru. peki yaratilirken bizlere soruldumu? peki bizlere sormadan bu yapildiysa, neden zorunlu olarak bunun buyuk bir hediye oldugunu dusunup, yaradana ibadet etmemiz gerekiyor?
belki ben dunyaya gelmek istemiyordum? belki ben orda rahattim... zorla ben dunyaya gonderildiysem, elbet hatalarim ve yanlislarim olacaktir. elbet dogrunun bile ne oldugunu bilemeyecem. cunku neden gonderildigimi bile bilmiyorum.
tam anlatamadim demek istediklerimi ama anlayin iste.
-
neyse konumuza donelim. bizler yaratildik dogru. peki yaratilirken bizlere soruldumu? peki bizlere sormadan bu yapildiysa, neden zorunlu olarak bunun buyuk bir hediye oldugunu dusunup, yaradana ibadet etmemiz gerekiyor?
Aynı argümanda fi tarihinde ben de bulunmuştum. Karşımdaki din ehlinden kişi de "Sorulup sorulmadığını bilmiyoruz..." diye cevaplamıştı. Çok ürkütücü, komik ve haklı bir yanıt.
Çok şükür Nur tarikati güçlenip her yeri sardı da beni dinden soğuttu. Böylece semitik dini varsayımlar üzerinde kafa yormaktan kurtuldum...
-
dogru soyluyosun. hakli bir yanit ama o zamanda su sorulacaktir... sorulmus ise, nede bilincimize bu islenmedi? neden hersey musallakta birakildi? musallakta birakildiysa bunun sorumlusu niye biz olalim?
yani sonuc gene ayni yere geliyor.
-
Bakış açısına göre değişir. Bu varsayıma göre, yaratıcının memurları öteki tarafta bize imzaladığımız kağıtları ve ilgili görüntü kayıtlarını sunacak; ardından da en azından yazılı hukuka göre haklı çıkacaklar. Bir şey yazılı kuralsa ona uymak zorundasın, felsefi yaklaşımlar ve mantıki sorgulamalarla cezadan kaçılmaz, herkesle tek tek uğraşılamaz, trilyonlarca dosya var daha!
Ancak İslam dininin temeline inildiğinde, Gazali'ye kadar sağlam bir içtihat geleneği vardı. Gazali artık içtihat gereksizdir diye hükme varmasa İslam'ın içinde bu sorgulamalarla ilgili geliştirilmiş çözümlere vakıftık ve huzur içinde olacaktır.
Maalesef 10. y.y'dan itibaren içtihat Gazali Hazretleri tarafından sabote edilmiştir. Çelişik olan ise "İçtihat artık gereksizdir" hükmünü gerekçesiyle anlattığı son eseri de bir içtihattır. 10. y.y'dan sonraki içtihatçı yaklaşımlar genel kabul gören bu karar nedeniyle çaresiz çırpınışlardır (bkz Kanuni'nin şeyhülislamı Ebussuud Efendi...)
-
İzninizle araya girmek istiyorum;
Sayın Hamlet, söylediklerinizde haklısınız ve sizi gerçekten takdir ettim, yaşamınızın bir armağan olmadığını düşünüyorsanız bu tamamen sizin yaşama bakış açınızı gösterir, yani yaşamınızın anlamını pek de iyi bir şekilde analiz edemediğinizden kaynaklanmaktadır!
Bakın, bu siteye girdiğimden beri belki birçok arkadşımız benim üzerinde durduğum konular itibariyle neden bu şekilde düşündüğümü merak ediyor olabilirler, size şunu söylemek istiyorum, bu bilgiler benim için hakikaten çok değerli ve yaşamımda çok büyük bir değeri vardır, kendime ait fikirlerimi siz saygıdeğere arkadşlarımla paylaşmak istedim sadece bu, yaşamımı bu gerçeklerin üzerinde temellendirdiğim çok doğru fakat bu şu demek değildir, herkesin özgür iradesi mutlaka vardır ama ben, asla hiçbirşeyi iddia etmiyorum, buna paralel olarak da benim sahip olduğum fikirler yanlış da olabilir, sonuç itibariyle bana göre gerçek bir anlamı olsa da...
-
S
Fazla genislettim galiba :D
Neden herseye atliyorumki...
-
Ama bazı filozoflara göre Öz, Varoluştan önce gelir, bu ikilem yıllardır tartışılsa da sonuç itibariyle kesin bir netliğe kavuşulmuş değildir!Bu arada insanı insan yapan <ÖZ> değil midir?
Benim kanaatime göre de Varoluş Öz'den önce gelir fakat Öz olmasaydı Varoluş da olmazdı diye düşünüyorum!
Bu arada Sayın Prisca_sapientia, S'ye kafayı takmamın bir nedeni var ve bu daha önce de gözüme çarpmıştı ama üzerinde durmamıştım, eğer sakıncası yoksa o bölümle ilgili birazcık açıklama yapabilir misiniz?
-
Varoluşçuluk'un ne demek olduğunu 'idda etmenin' yersiz olduğunu düşünmemin yanında bunun savunucularından J.P.Sartre 'ın yaşantısını inceleyecek olursak eğer onun da tam olarak kesin kanılarda yaşamadığını daha net görebilirz.Öz den bahsedilmiş ama bu varoluşçuluk felsefesinden biraz uzak bir anlayış bunu da eklemek isterim.Çünkü varoluşçuluk der ki;kişi yaşadıkça işler kendini,özünü yaşadıklarından oluşturur.Ama ben burda sn.Hamlet'e katılıyorum.Öz yaratılmaz zaten vardır.Sadece farkına varılır!İdda etmekten uzak olarak da yaşamın bize sorulup sorulmadığına gelirsek ya da bir armağan olup olmadığına şunları söylemek isterim;'O'ndan bahsediyosak eğer bilinmeyen ve sadece hissedilene değiniyoruzdur,yani sadece yaklaşıyoruz,tam olabmıyoruz.O zaman armağandan daha ziyade Öz'ü olabildiğince hissedebilmektir asıl armağan olan hayatın kendisi değil.Saygılar.
-
senle hemfikirim sevgili tuana. oz kendini sonradan olusturur. bir bebegin oz u yoktur. bireyin psikolojisi yasami gibi seylerle olusur oz.
-
Çok Haklısınız Sayın Tuana, ve Sayın Aslı,
Öz'ün yaşamda zaten varolduğunu ve yaşamın onu şekillendirdiğini ancak Öz'ün sonradan kazanıldığını anladım, sanırım bunu ima ettiniz, fakat Öz'ün önceden varolduğuna ilişkin olarak ben de şunları söylemek istiyorum, İnsanı İnsan yapan Öz'dür, fakat bireyin yaşamı süresince Öz'ünü yitirmesi söz konusu olduğundan varolan Öz'ünü koruyabildiği müddetçe varlığını koruyabilir kanısındayım_
Evrende herşeyin bir Öz'ü vardır, varlığını sürdümenin tek şartı Özü'nü koruyabilmektir_
Binayı inşa etmeden önce temelini oluştururuz, temeli çürük olan bina çarçabuk yıkılmaya mahkumdur,
İnsan'ın bu dünyaya geliş amacında en azından benim düşünceme göre Özü'nü ne şekilde koruyabildiği ve bu uğurda göstermiş olduğu çaba ve mücadeledir, Ölüm olayı varlığın sona ermesi değil midir?İnsanoğlunun ölüm olayını yaşaması fiziksel varlığının son buluşudur bana göre tabi!...
SAYGILARIMLA
-
bence bir bebeğin özü vardır. dogdugumuzda bir özle doguyoruz aslı... sonradan bunu şekillendirip dışa vurumunu yaşıyoruz. ana rahmindeki bir zigotun bilinci var ise, 'suyun bir bilinci var ise' yogurulmamış öz var demektir....
saygılarımla.....
-
işte insan fıtratı dediğimiz bu..hiç bir insan; insan öldürmeye meyilli olarak doğmaz ya da kapkaççı olarak gözlerini açmaz..her insan (bebek) tertemiz dünyaya gelir.sonra toplum,aile,kendisi vb. ile kişiliğini oluşturur ve toplumdaki yerinde hazır ve nazır olur!
-
işte insan fıtratı dediğimiz bu..hiç bir insan; insan öldürmeye meyilli olarak doğmaz ya da kapkaççı olarak gözlerini açmaz..her insan (bebek) tertemiz dünyaya gelir.sonra toplum,aile,kendisi vb. ile kişiliğini oluşturur ve toplumdaki yerinde hazır ve nazır olur!
Katoliklere gore soylediginiz Incil'i inkar etmek olur.
Dini yonunu bir tarafa birakalim, insanlarin dogduklari zaman genetik yapilarina gore "Meyilli" olarak dogduklari kanitlandi diye biliyorum. Ama soylediginiz gibi. Aile ve kendisinin olusturdugu kisiligin bu yapiyi degistirecegine eminim.
Sahsen cok asabi ve sinirli bir insanim. Kucuk yaslarimdan beri bu boyle. Fakat gerek yetisme tarzim, gerekse bulundugum ortamlar bu huyumu biraz da olsa yontmus vaziyette.
-
Zaten önemli olan bu değil midir ki; yaşam koşullarının bireyi kendi çerçevesinde şekillendirmesi!!!