Masonlar.org - Harici Forumu
		Inanc => Inanc Uzerine => Konuyu başlatan: M1TO - Haziran 04, 2011, 05:47:45 ös
		
			
			- 
				1. Sosyolojik Açıdan Din
 Dini, insanların dünyada veya ölüm ötesinde kurtuluşa ulaşmaya çalışmalarıdır
 şeklinde tarif edebiliriz. Bunun yanı sıra, Din hakkında bazı ilim adamlarının din
 tanımlarına rastlanılmaktadır (Tanımlar Bkz. Tümer, 1986:224–5). Ancak burada, din
 ile ilgili yapılan tanımların bir envanterini oluşturma gibi bir çaba içerisinde olmak
 yerine sosyolojik din tanımları üzerinde durmaya çalışılmıştır.
 Yapısı ne olursa olsun her toplumda ve insan ruhunda bir ‘ yücelme ihtiyacı,
 transandantal ve ilahi âleme yönelme arzusu ve eğilimi’ mevcuttur ki, bunu sadece fert
 ya da toplum kalıpları içerisine sıkıştırılmış kutsal kategorisiyle anlama ve açıklamaya
 çalışmak yanlış sonuçlar doğurabilir. Esasen, sadece ilahiyatçıların iddialarına göre
 değil aynı zamanda tarihçi, filozof, antropolog, etnolog, psikolog ve sosyologların
 incelemelerine göre de insanlık kadar eski bir tarihe sahip olan ve üstelik bütün
 toplumları kuşatan bir vakıa olan din, insan ve toplum hayatında fıtri bir gerçekliğe
 sahiptir. Dinlerin öne sürdükleri manevi hakikat, sadece din liderleri ve dindarlar
 tarafından iddia edilmemekte, aynı zamanda dinle hiçbir ilgisi olmayan birçok felsefe
 ve ahlak sistemleri ile ilim adamları tarafından da doğrulanmaktadır. Nitekim modern
 din sosyologları dinin, toplumsal tekâmülün akışı içerisinde zamanla silinip gidecek
 olan ekstra-sosyal bir olay şeklinde anlaşılamayacağını ısrarla vurgulamaktadırlar
 (Günay, 1998:202).
 Sosyolojik açıdan din: “Din, kutsal şeylere ait ve münakaşaları caiz olmayan
 inançları taşıyan ve bu inançlara bağlı olup değiştirilmesi caiz olmayan fiilleri yapan
 insanlardan meydana gelmiş manevi birlik olarak tanımlanmaktadır. Bunun yanı sıra
 sosyolojik boyut son derece öneme haizdir. Dini tecrübede teorik, pratik, sosyolojik
 olmak üzere üç anlatım gözlenmektedir “(Sezen, 1993:34). Teorik anlatımın
 muhtevasında üç konu özel öneme sahiptir: Tanrı, Dünya, İnsan. Başka değişe teolojik,
 kozmolojik, antropolojik anlayışlar. Kozmoloji dünyanın menşei, gelişmesi türlü
 safhaları ve kaderi ile meşguldür. Pratik anlatım şekliyle din bir tapınmadır. Ulûhiyet
 karşısındaki saygı fiilidir. Dinin gerçek ve temel anlatımı da budur. Dini tecrübenin bu
 iki anlatım şeklini üçüncü yön olan sosyolojik veçhe tamamlar. Yaşayan bir din, tabiatı
 icabı sosyal münasebetler yaratmak ve gözetmek zorundadır” (Sezen, 1993:34-6).
 Sosyolog Anthony Giddens dinin tarifini yapmak yerine dinin ne olmadığını
 ortaya koyarak dini farklı bir şekilde açıklamıştır. Giddens, ilk olarak, dinin
 Tektanrıcılıkla özdeşleştirilmemesinin gerektiğini çünkü birçok dinde birçok ilahın
 varlığının söz konusu olduğunu belirtmekte, İkinci olarak, dinin, inananların
 davranışlarını kontrol eden ahlaki buyruklarla özdeşleştirilmemesinin gerektiğini, çünkü
 Tanrıların bizim bu dünyada nasıl davrandığımızla ilgilenmelerinin birçok dine yabancı
 olduğunu belirterek Eski Yunan Tanrıları insanların ne yaptığı ile ilgilenmediğini örnek
 göstermekte, Üçüncü olarak, din, dünyanın bugünkü haline nasıl geldiğini açıklamamalı
 çünkü insanının kökeniyle ilgili olarak değişik söylevlerin olduğunu belirtmekte, son
 olarak ise, dinin, doğaüstü ile olan bir dünyaya inanış ile özdeşleştirilmemesi gerektiğini
 belirterek Konfüçyüs’ün getirdiği dini örnek vermiştir (Giddens, 2000:464).
 Bunun yanında, din, insanın tutum ve davranışlarını düzenleyen değerler
 manzumesinin belirleyicisi ve gündelik yaşamındaki yol göstericisi olarak çok önemli
 rolleri yerine getirir. Bu, dinin toplumsal boyutunu da açıklamaktadır. Din, inananları
 birbirine bağlayarak bir takım gruplar ve kurumlar oluşturma gücüne sahiptir.
 Sosyolojik anlamda dinin fizik âlemi aşan aşkın boyutu ile toplumsal boyutu birbirinden
 ayrıştırır ve ikincisi üzerine odaklanır. Dinin insanlar tarafından algılanıp yorumlanması
 sonucu farklı şekillerde ortaya çıkan bu yönü çoğu zaman ‘yaşanan din’ olarak da ifade
 edilmektedir. Bütün toplumlarda görülen sosyal bir kurum olan din, toplumla birlikte
 gelişir (Kirman, 2004b:61–2). Dinin özünde, insanı aşan, beşer üstü, ‘aşkın’ bir yön
 mevcuttur. Ancak din aynı zamanda insan ve topluma öylesine ‘içkin’ dir ki, büyük din
 bilimcisi Mircae Eliade dinin özünü teşkil eden kutsal’ın, ‘insan şuurunun yapısal bir
 unsurunu oluşturduğunu’ ifade etmektedir. Böyle olduğu içindir ki, bir yönü ile
 ‘aşkın’da olsa, Eliade’a göre, dinin özünü teşkil eden kutsal’ı biz dünyada ‘saf’ şekliyle
 bulamamaktayız (Eliade, 1995:20). İnsan ve toplumda o ancak sosyo-kültürel ortamda
 ve şekilleri altında karşımıza çıkmaktadır. Bu şekliyle din karşımıza psikolojik, kültürel
 ve toplumsal bir fenomen olarak da çıkmaktadır. Nitekim bu nedenledir ki, Joachim
 Wach gibi sosyologlar dinin, sübjektif yönünün yanı sıra objektif gerçekliği üzerinde de
 önemle ve ısrarla durmakta ve dini bu şekli altında sosyoloji biliminin konusu olarak
 görmekte ve inceleme konusu yapmaktadırlar (Günay, 1998:203; Freyer 1964:35-6;
 Wach 1990:27-9).
 Ayrıca, din, bir dizi simge içermektedir. Saygıyla karışık bir korku duygusu
 uyandıran bu simgeler ayin ya da törenlerle bağlantılıdır. Dinle ilgili törenler çok
 çeşitlidir. Ayin edimleri dua etmeyi, şarkı ya da ilahi söylemeyi, belli yiyecekler yemeyi
 ya da belli yiyeceklerden uzak durmayı, belli günlerde perhiz etmeyi… vs. içerir. Ayin
 edimleri dinsel simgelere yönelik olduğu için sıradan yaşamın alışkanlık ve
 işlemlerinden oldukça farklı gözükür. Sosyologlar, ortaklaşa yapılan törenin varlığını,
 aralarındaki sınırlar pek belirgin olmasa da, dini, büyüden ayıran belli başlı faktörlerden
 biri olarak görürler (Giddens, 2000:465).
 Hiç şüphesiz, modern dünyada insanların çeşitli ihtiyaçları vardır. Din bu
 noktada önemli bir fonksiyon oluşturmaktadır. Bu noktada Batıda çıkan yeni dini
 hareketlerin çıkış sebeplerine bakıldığı vakit insanın inançla ilgili eksikliğini ortadan
 kaldırma çabasını görmekteyiz. Bu çerçevede yeni dini hareketler, genellikle, bilimin ve
 politikanın çözemediği pek çok problemin bulunduğu, bu arada aile müessesesinin ve
 Kilisenin çökmeye yüz tuttuğu Batı toplumunda aradığı huzur ve refahı bulamayan,
 nükleer savaş ve çevre kirliliğinin gelecek endişesine sevk ettiği, insana ve topluma dair
 mekanist-materyalist görüşlerin kimliksizleştirdiği tatminsiz ve huzursuz insanlar için
 bir kaçış yolu ya da teselli kaynağı olarak görülmektedir (Kirman, 1999:206).
 Dinin en temel fonksiyonlarından biri de, özellikle kriz dönemlerinde yaşanan
 olumsuz şartlara katlanabilme gücü vermesi ve böylece insanların hayata yeniden
 bağlanmalarını sağlamasıdır. Aslında, genel olarak bütün dinlerde mevcut olan bu
 fonksiyonu ifade etmek üzere sosyologlar ‘denkleştirici’ kavramını (Haralambos
 1997:454-5) kullanmaktadırlar. Dinin telafi edici fonksiyonları, modern hayatta
 özellikle hızlı bir değişim sonucu ortaya çıkan son derece karmaşık ve istikrarsız
 durumlar karşısında insanlar için çok daha büyük önem arz ettiği açıktır.
 2. Sosyal Değişme ve Din
 Değişme, bir olgunun bir nesne ya da organizmanın bir durumdan yeni duruma
 geçişidir. Toplumsal değişme ise, toplumu meydana getiren kurumlar başta olmak üzere
 sosyal ilişkilerde ve sosyal yapılarda mevcut durumlardan yeni, bambaşka bir duruma
 geçişi ifade etmektedir (Doğan, 2000:224). En yaygın şekliyle sosyal değişme, zaman
 içerisinde bir toplumun yapısında ve bu yapının çeşitli fonksiyonlarında ve bireylerin
 üstlendiği toplumsal rollerde, yani toplumdaki ilişkiler sisteminde, toplumsal
 kurumlarda ve bireylerin davranışlarından meydana gelen değişmeler olarak
 tanımlanabilir. Değişme, evrensel bir olgu olup çok eskiden beri düşünürlerin ilgisini
 çekmiştir. Ancak sosyolojik anlamda değişmenin açıklanması problemi, 19. yüzyılda
 sanayi devrimi ile birlikte gelişen hızlı sosyal hareketlilikler sonucunda önem
 kazanmıştır (Kirman, 2004b:232).
 Değişmenin olmadığı bir insan topluluğu düşünmek mümkün değildir. Bütün
 insan topluluklarında sosyal değişmeden bahsedilir. Yalnız sosyal değişme, daha önce
 ifade edildiği üzere, medeniyet tarihinde bazen hızlı, bazen de yavaş bir şekilde ortaya
 çıkmıştır. Özellikle, Ortaçağın statik sayılabilecek insan topluluklarında dahi bir
 değişmeden bahsedilebilir. Değişmeden söz edebilmek için belirli süreye ihtiyaç vardır.
 Başka bir ifade ile sosyal değişme bir süreç içinde izlenebilmektedir (Erkal, 1996:206-
 7).
 “Sosyal değişmenin nedenleri veya ona sebebiyet veren faktörler konusunda
 bugüne kadar çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Amerikalı sosyolog Johnson bunları üç
 grupta toplamaktadır.
 — Sosyal sistemin kendi iç bünyesinden kaynaklanan değişme sebepleri ki
 bunların başında ‘çatışma’ gelmektedir.
 — Sosyal sistemin ilgili olduğu ortamın etkilerine bağlı değişmeler ki bu gruba
 ‘kültür değişmeleri’ dâhil bulunmaktadır.
 — Çevrenin etkileri (Günay, 1998:232)
 Öte yandan sosyologlar, öteden beri sosyal değişmede rol alan faktörlerden
 birini ve mesela; fiziki çevre faktörünü, teknolojiyi ve bu alanda kaydedilen gelişmeleri,
 ırk faktörünü, iktisadi üretim yapılarını, bilgi seviyesini yahut ta dini inançları, vb.
 sosyal değişmenin hakim faktörü olarak görmek istemişlerdir. Zamanla bu görüşlerin
 etrafında ekoller oluşmuş ve kendini tenkitlerden kurtaramamış sosyal değişme
 nazariyeleri bulunmaktadır. Sosyal değişmede nüfusun azlık veya çokluğunun hakim rol
 oynadığını öne süren görüşle tekniği ön planda tutan yahut ekonomik alt yapıya ağırlık
 veren materyalist görüş ve nihayet kültürel değerlere ve özellikle de manevi-dini kültür
 değerlerine ağırlık veren görüşlerden her biri sosyal değişmenin determinist bir biçimde
 açıklayıcıları ve belirleyicileri olduklarını iddia etmişlerse de, ampirik verilerin ortaya
 koyduğu ve bugünün sosyoloji çevrelerinde genellikle paylaşıldığı üzere, her ne kadar
 bu faktörlerden biri veya ötekisi belli şartlarda sosyal değişmenin hakim veya belirleyici
 faktörü imiş gibi görünseler de, bu durumlarda veya başkalarında başka faktörlerin de
 işin içine karıştığı ve değişme olgusunun birçok faktörlerin karşılıklı etkileşimi veya
 birleşiminin bir sonucu olduğu anlaşılmaktadır” (Günay, 1998:232)
 Burada din sosyolojisi bakımından önemli olan konu sosyal değişme içerisinde
 dinin ne gibi bir rolünün olduğu ve sosyal değişme ile din arasındaki ilişkidir.
 Din ile sosyal değişme arasındaki ilişki ele alındığında bir yandan sosyal
 değişmenin din üzerindeki etkisi söz konusu olurken, diğer yandan da dinin sosyal
 değişme süreci içerisindeki rolü üzerinde durulması gerekmektedir. Ünver Günay
 konuyu bilimsel ve sosyolojik terminoloji ile ifade etmek suretiyle, din ile sosyal
 değişme arasındaki ilişkiyi, sosyal değişmeyi engelleyen bir faktör olarak din, sosyal
 değişme faktörü olarak din, sosyal değişimin din üzerindeki etkileri, şeklinde üç yönlü
 ele almaktadır (Günay, 1998:332-8).
 Bunun yanı sıra, din ile sosyal değişimin karşılıklı ilişkilerini iki tipte
 belirtebiliriz. Bunlardan birincisi, dinin etkili olduğu din-sosyal değişim ilişkisi; bunu
 da kendi içerisinde üç tipte ele alınabilir: Birincisi, dinin, sosyal değişimi yavaşlatıcı bir
 faktör olarak etkili ve işlevsel olduğu din sosyal değişim ilişkisi; ikincisi, toplumsal
 değişimi takviye edici bir faktör olarak işlev gördüğü ilişki biçimi; üçüncüsü ise dinin
 toplumsal değişimin temel faktörü olduğu ilişki biçimidir. İkincisi ise dinin etkilendiği
 sosyal değişim- din ilişkisidir. Bu da kendi içerisinde üç tipe ayrılabilir: Birincisi, sosyal
 değişimin dini engelleyici olduğu, olumsuz yönde etkilediği sosyal değişim- din ilişkisi;
 ikincisi, sosyal değişimin dinin lehine işlev gördüğü ilişki biçimi ve üçüncüsü ise sosyal
 değişimle birlikte dinin kendini değiştirmesidir (Günay, 1998:332-8; Okumuş,
 2003:103).
 Weber, dinin sosyal değişmedeki olumlu ya da olumsuz veya muhafazakâr yahut
 yaratıcı rollerini daha iyi aydınlatmak üzere dini önderlerin bir tipolojisini çalışmaya
 çıkarmaktadır. Bu maksatla O, ‘peygamber’ ve ‘rahip’ tipleri üzerinde önemle
 durmaktadır. Bu iki tipten rahip, işleyen ve yerleşmiş bir sistemin parçası olarak, onun
 üzerinde hiçbir yaratıcı fonksiyon icra etmeksizin yalnızca müesseseleşmiş geleneksel
 düzenin idamesini sağladığı halde peygamber, orijinal tecrübesi ile yerleşmiş modellere
 meydan okur ve şayet başarılı olursa, yeni mesajının yaratıcılığı sayesinde taraftarının
 sosyal hayatı üzerinde köklü değişiklikleri gerçekleştirir. Weber’in terminolojisinde
 peygamber, karizmatik liderliğin dini bir tezahürüdür (Weber, 2002: 225-230; Wach
 1990:406; Günay, 1998:336-7). Karizma ile nesneler arasındaki sıkı bağları, ayinci
 tutuculuğu ortadan kaldıran hem dinsel, hem tarihsel güç peygamberliktir. Ulusal ya da
 etnik tek bir grubun üyelerine değil, bütün insanlara seslendiği için, bu dünya ile öteki
 arasında, nesneler ile karizma arasında temel bir karşıtlık kurduğu için peygamberlik
 devrimcidir (Aron, 2000:431).
 Sonuç olarak, görüldüğü üzere, sosyal değişme ve din ilişkileri bir yönüyle
 muhafazakârlığı ve geleneğe bağlılığı nedeniyle değişmeye engel oluştururken, diğer
 yandan taşımış olduğu dinamik ruh sayesinde değişmeyi etkileyen önemli bir unsur
 olarak karşımıza çıkmakta ve zamanla toplumda ortaya çıkan değişmelerin dini yaşayış
 üzerinde yankıları olmaktadır.
 
- 
				Sayın üyeler,
 Baştan sona hatalarla dolu bir araştırma. Bir çok belge ve gerçekle bunu ispatlayabilirim. Ancak kişisel bir saldırı olduğu düşüneleceği için cevap yazmayı, ciddiye almayı gerekli görmüyorum.
 Ancak ders almak isteyen olursa yardımcı olabilirim. İnancın fiziksel yönü ve dinlerle alakasının olmadığından tutunda, dinlerin bir kendini iyi hisset kampanyası olduğundan, isa diye birisinin hiç yaşamadığına kadar(karizmatik lidermiş :))  bütün zırvaları ispatlayabilirim.
 
 Basit bir bilgi, insanlık tarihi 3-4 milyon yıla dayanır, bilinen dinler ise 3-4bin yıl. Aradaki bu korkunç fark bile yazıda ne kadar hata olduğu hakkında size fikir verebilir.
 
 Canımızın istediği tarih yerine gerçekleri çok az düşünerek bile bulabilirsiniz.
- 
				Sayın üyeler,
 Baştan sona hatalarla dolu bir araştırma. Bir çok belge ve gerçekle bunu ispatlayabilirim. Ancak kişisel bir saldırı olduğu düşüneleceği için cevap yazmayı, ciddiye almayı gerekli görmüyorum.
 Ancak ders almak isteyen olursa yardımcı olabilirim. İnancın fiziksel yönü ve dinlerle alakasının olmadığından tutunda, dinlerin bir kendini iyi hisset kampanyası olduğundan, isa diye birisinin hiç yaşamadığına kadar(karizmatik lidermiş :))  bütün zırvaları ispatlayabilirim.
 
 SAyın Prometheus,
 
 Eğer beni kastediyorsanız kişisel saldırı olarak algılamayacağım. Bu yazılar bir tezden alıntılandı. Bende de bir çok konuda çekinceli ve hatalı olduğu hususlar var olduğu yönünde bir fikir oluştu.Bu başlık altında fikirlerinizi sergilerseniz çekinceli noktaları yargılarsanız müteşekkir olurum.
 
 Saygılarımla
 
 p.s:  *Eklemek istedim çok fazla açıkta kalıyor. Benim kanaatimde din eşit değildir inançtır. Fakat bu konular için uygun yer bulamadığım için buraya koydum.
 ** Bir de dünya üzerinde 2 milyar insanın inandığı doğruları bir çırpıda yalan ya da yanlış olarak ifade etmenize saygı duyuyorken, siz başka bir insanın doğrularına neden saygı duymuyorsunuz??? Çünkü beni görüşlerinize saygı duymamakla itham ederken, benim görüşlerimi çöpe atmanızı nasıl yadsıyabilirim?
 *** Hatırlatmak isterim yukarıdaki metinde "İsa" kelimesi geçmemektedir. Yazıyı okumayacak kadar önyargılsınız.
- 
				Bakış açısı böyle olunca söylenecek hiçbir şey kalmıyor. Yarın, atıyorum kimyasal bir savaşla Hıristiyanların sayısı azalırsa dinde yanlış mı olacak? İnanan kişi sayısına bakarak din değerlendirilebilir mi? Hem Sümerlerin kaç bin yıl inandığını biliyor musunuz? 
 yazdığıma dikkat ederseniz yazımda isadan bahsediliyor demedim. Dini liderlerin karizmatik olduğunu söylüyorsanız, İsa'nın bile hiç yaşamamış olma ihtimali var dedim. yani bırakın karizmayı, olmayan bir kişiyi bile yaşatabilir, yüceltebilirler. Tarih boşluklardan nefret eder, biraz uydurma, biraz hayal gücü ve zaman her şeyi halleder.
 Din bir inançtır ama inanç din demek değildir.
 Yazıyı okumayacak kadar önyargılı olduğumu söylerken, sizin önyargılı olduğunuz ortaya çıkıyor.
 
 Son olarak, böyle bir yazıyı değerlendirecek kadar vakit harcayamam. Bana kalsa toptan atar yeniden yazardım.
 Hem bunu yapsam bile önyargıların değişmeyeceği açıktır. Din korkakların sığınacağı korunaklı bir limandır. Din, suç işlemek için iyi sebepler ortaya çıkartır. İbadet kısımları atılabilse dinlerin faydalarından söz edilebilirdi. Kimse böyle korunaklı bir limanı bırakıp bilinmeyene yelken açacak cesareti bu yaştan sonra da gösteremez.
 
 Neyse, sonuçta beni çok da ilgilendirmiyor.  Bundan sonra masonlar.org sitesinde tartışmayacağım, sadece yanlış gördüğüm şey olursa "yanlış" der geçerim.
- 
				      Sayın Nomen est omen, konuyu ele alırken bir tezi epey uzun olarak aktarmışsınız. Bu yazı içinde "...yapısı ne olursa olsun her toplumda ve insan ruhunda bir yücelme ihtiyacı , transdantal ve ilahi aleme yönelme arzusu ve eğilimi mevcuttur.." ibareleri aslında bilimsellikten çok uzak  sadece tek tanrılı dinlerin başlangıcından bu yana dayatmalarla kabul edilen bir olgudur. Buradaki esas can alıcı nokta, "transdantal" konuma geçebilmedir. Bilindiği gibi trans hali , insanın  bulunduğu konumdan başka bir  konuma geçebildiğini kabul etmesi  yani özel hipnoz durumudur. Tek tanrılı dinlerden milyonlarca yıl önce de insanlar ,  yaşadıkları coğrafyaların özelliklerine göre çeşitli şekillerde sayıları binlere varan tanrılara sahiptiler. Büyücüler de transa girerek yaşadıkları toplumlarda sözleri ve hareketleri ile onları yönlendirmiş, totemler ve benzeri kendi yaptığına tapabilecek toplumlar yaratmışlardır. İnsan,  ruhundaki yücelme ihtiyacından değil, tamamen korkularının esiri olduğu için tanrı kavramını yaratmıştır.   İlahi alem semavi dinlere inananlar için kısaca öbür dünya diya tanımlanan, yargılanacağı, ceza ve mükafat göreceği  bir mechul  iken, Budizm'e inanan birisi için   huzura kavuşmadır. Bunun içindir ki, Semavi dinlerde ölen insanların gömülmelerine karşın Budizt inancında yakılarak küllerinin serpilmesi suretiyle tören yapılır. Diğer bir anlatımla , ilahi alem de toplumların inançlarına göre değişim gösterir. 
 Yine yazınızın içinde ,"...Esasen , sadece ilahiyatçıların iddialarına göre değil, aynı zamanda tarihçi, filozof, antropolog,etnolog, psikolak ve sosyologların incelemelerinde insanlık tarihi kadar eski olan din..." ibarelerinde de şahsen bu tezin hazırlayıcısının büyük eksikliği görülmektedir. Zira, referans olarak verdiği bilimler içinde bir tane bile fen bilimi göstermemiştir.  Bilindiği üzere fen bilimleri, deney-ıspat'a dayanır. Acaba fizik, kimya, matematik gibi bilim alanlarından referans vermemesi nasıl açıklanabilir ? Bu bakımdan tez de olsa şahsen beni tatmin etmiş bir çalışma olmamıştır. Ha bu neyi değiştirir. Tabiiki hiçbirşeyi.
 Bu arada, cevabınızda belirttiğiniz, "Benim kanaatimde din eşit değildir. İnançtır". sözünüz de tamamen doğru ve benim  de hem fikir olduğum bir düşüncedir.
 Saygılar-sevgiler.
 
- 
				Sayın Alşah,
 
 Görüşlerinizi belirtmeniz ve bu konuda açıklayıcı ifadelerde bulunmanız bir tez de olsa yanlışlar içerebileceğini ifade etmeniz beni çok mutlu etti.
 Teşekkür ederim.