Masonlar.org - Harici Forumu
		Sanat => Edebiyat => Siirler ve Sairler => Konuyu başlatan: Isis - Mart 20, 2009, 01:04:08 öö
		
			
			- 
				
 (http://img12.imageshack.us/img12/6712/nurullahgenc.jpg) (http://img12.imageshack.us/my.php?image=nurullahgenc.jpg)
 
 
 Nurullah Genç (d. 9 Eylül 1960, Horasan, Erzurum) Türk şair, akademisyen. 1990 Türkiye Diyanet Vakfı N'at-ı Şerif Büyük Ödülü Sahibi (Yağmur Şiiri ile).
 
 1983 Yılında Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü’nü bitirdi. Aynı üniversitede Yüksek Lisansını tamamladı. Yine aynı üniversiteden Doktor, Doçent ve Profesör unvanlarını aldı. Şu anda Kocaeli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesinde Öğretim Görevlisidir.
 
 
 
- 
				Yağmur
 Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur
 Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
 Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
 Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
 Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
 En müstesna doğuşa hamiledir kainat
 
 Yıllardır boz bulanık suları yudumladım
 Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
 Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
 
 Hasretin alev alev içime bir an düştü
 Değişti hayel köşküm, gözümde viran düştü
 Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
 Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü
 
 İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin
 Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
 Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin
 Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
 Evlerin arasına dikilir yesil bayrak
 Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak
 
 Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
 Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
 Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydim
 
 Yağmur, gülsenimize sensiz, baldiran düştü
 Düşmanlik içimizde; dostluklar yaban düştü
 Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
 Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü
 
 Bir güzide mektuptur, çağlarin ötesinden
 Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına
 Yayılır o en büyük mustu, pazartesinden
 Beyazlik dokunmuştur gecenin siyahina
 Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
 Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin
 
 Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
 Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamiş, mazide
 Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydim
 
 Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
 Yarılan göğsümüzden umutlar bican düştü
 Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
 En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü
 
 Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan
 Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
 Mutluluk nağmeleri işitirler Hiradan
 Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
 Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
 Paramparça, ateşler sahinin hayalleri
 
 Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
 O mücella çehreni izleseydim ebedi
 Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
 
 Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü
 Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
 Katil sinekler deldi hicabın perdesini
 İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü
 Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında
 Tablosunu yapardim yıkılan her kulenin
 Ebedi aşka giden esrarlı yollarında
 Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin
 Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü
 On asırlık ocağın savururdum külünü
 
 Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım
 Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
 Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
 
 Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
 Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü
 Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara
 Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü
 
 Badiye yaylasında koklasaydım izini
 Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar
 Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
 Ne kaderi suçlamak kalırdı ne intihar
 Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
 Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya
 
 Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım
 Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu
 Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
 
 Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
 Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü
 Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi
 Hakların temeline sanki bir volkan düştü
 
 Firakınla kavrulur çölde kum taneleri
 Ahuların içinde sevdan akkor gibidir
 Erdemin, bereketin doldurur haneleri
 Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir
 Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
 Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların
 
 Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
 Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler
 Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
 
 Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
 İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü
 Güvenilen dağlara kar yağdi birer birer
 Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü
 
 Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
 Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
 Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
 Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
 Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
 Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından
 
 Madeni arzuların ardında seyre daldım
 Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
 Senin için görülen bir düş de ben olsaydim
 
 Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü
 Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü
 Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali
 Hazindir ki; dertleri asmaya umman düştü
 
 Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
 Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
 Sensiz doğrular eğri; beyaz bile karadır
 Sesini duymayanlar girdabında boğulur
 Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenin
 Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin
 
 Saatlerin ardında hep kendimi aradim
 Bir melal zincirine takıldı parmaklarım
 Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
 
 Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
 Sensiz kıtalar boyu uzayan vatan düştü
 Bir kölelik ruhuna mahkum olunca gönül
 Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü
 
 Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde
 Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
 Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
 Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray
 Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
 Mekanın fırçasında solmayan resim senin
 
 Yağmur, birgün elimi ellerinde bulsaydım
 Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
 Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
 
 Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü
 Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü
 İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
 Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü
 
 Islaklığı sanadır ahımın, efgahımın
 İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler
 Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın
 Nazarın ok misali karanlıkları deler
 Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin
 Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin
 
 Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
 Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
 Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
 
 Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
 Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
 Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
 Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü
 
 Nefsinle yeniden çizilecek desenler
 Çehreler yepyeni bir degişim geçirecek
 Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler
 Anneler çocuklara hep seni içirecek
 Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
 Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin
 
 Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
 Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
 Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım
 
 Kardeşler arasında heyhat, su-i zan düştü
 Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü
 Şarrkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
 İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü
 
 Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
 Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
 Dokunduğun küçük bir nakiş da ben olsaydım
 Sana sırılsıklam bir bakiş da ben olsaydım
 Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
 Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
 Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
 Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
 Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
 Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
 Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
 Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
 Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
 Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım
 
 
 Nurullah Genç
 
 
 
- 
				Aşk Ölümcül Bir Hülyadır
 
 
 Hülya tatlı bir andır
 Süzülür dibine selvi ağaçlarının
 Zambakların, sevda çimenlerinin.
 Dağlarda duman duman tütüyor sıla
 Sıla da garibin omuzlarına
 Güvercin gibi konan
 Sadağında mumçiçeği serzeniş
 Mızrakları cazibesiyle kıran
 Saçları darmadağın
 Bitişik bir hicrandır.
 Ne fettan sarayların
 Bitişik cilvekar yalnızlığı
 Ne de bezirganları küçümseyen sultandır.
 Gezinir içimizde hülya tatlı bir andır.
 Ne gün başımı alıp gitsen karanlıklara
 Çıkıyor bir köşeden karşıma kelebekler
 Onlar da bir derbeder gibi mahrum öteden
 Onlar da tanyerine bakıp hülyayı bekler.
 Beyhude hekimlerin ülkesinde bir şehir
 Çıkmaz sokaklarını düşlerimize açan
 Bir sahura yıldızı gibi göklerde uçan
 Köpüksüz anıların sihriyle akan nehir
 Varlığı bestenigar, yokluğun deniz gibi
 Gönül,safkan bir vefa atlasında şahlanır.
 Asil fırtınalarda kaybolan bir iz gibi
 Çölde aşk suretinde bir ahu peydahlanır.
 Kum,yaldızlı giysiler içinde meşhur güzel
 Ay öper eğilerek çölün yanaklarını
 Ufukların delisi, soluk bir deniz gibi
 Bir sayeban altında yürür hazinesine
 Kah takılır uzaktan bir belanın sesine
 Kah yüzü yıldızlara benzeyen bir rüyadır.
 Bin tepede bayrağı dalgalanır Leyla'nın
 Oysa aşk,karanlıkta ölümcül bir hülyadır.
 
 
 Nurullah Genç
- 
				Adın Senin
 Saçlarına can veren yıldızlar nerde gülüm
 Hangi ferman dokundu bakışlarına senin
 Belki sahrada değil, şimdi göklerde gülüm
 Taşıyor bulutları gözlerinde, nazenin
 
 Senin her kirpiğinde bir dervişin ahı var
 Muhteris aynaların eskidiği yerdesin
 Yüzünde en çaresiz devlerin günahı var
 Zamanı sonsuzluğa bağlayan mahşerdesin
 
 Divan-ı harbe giden yiğitlerin ardında
 Kanayan kitaplara gül götüren yağmurum
 Hüznü bir tabut gibi buluyorum derdinde
 Senin toprağın için çırpınıp ağlıyorum
 
 Memnû bir zerrin kadar edâlı ve soylusun
 Gamzelerinde nazlı kıvılcımlar gizlenir
 Bağbozumunda bile yediveren boylusun
 Gün olur ki, kalbinde gözlerim filizlenir
 
 Bu sevda dayanılmaz bir ağıttır zülfünde
 Rüzgarın her bûsesi içimde kurşun olur
 Yıldız kayar, ay susar geceye güldüğünde
 Dağda çiğdem solarken çölde ceylan vurulur
 
 Ben bu yol ayrımında sensiz olsam ne çıkar
 Kahra göçen kuşların kanatlarında kaldın
 Ölümün gözyaşları bir gün hicranı yıkar
 Tarihe bir sır gibi düşer senin de adın
 
 
 Nurullah Genç
- 
				Ankara’ya Vardığımda Bembeyaz
 
 
 Heyecan ki, bitimsiz bir fırtınaydı o gün
 Sarsılıyordu zaman, ufuklar ve kardelen
 Bir bekleyen var beni karanlığın kalbinde
 Gidiyorum; yıldızlar mütebessim, ay derin
 Efsaneler yurdunun has bahçesine sessiz
 Gidiyorum; aynalar unutsun mevsimleri
 Gökkuşağı olmalı gökyüzünde gözlerin
 
 Yollar nasıl da mağrur, kıvrım kıvrım mutluluk
 Her şey kayıp gidiyor altından ellerimin
 Bir bekleyen var beni uzakta ve çaresiz
 Dağlara bakıyorum: Duman duman ayrılık
 Hava biraz bulutlu, biraz dalgın ve ayaz
 Ömrüm bir muammanın avuçlarında şimdi
 Düşlerim, Ankara’ya vardığımda bembeyaz
 
 
 
 Ankara’ya Vardığımda Bembeyaz II
 
 
 Bu şehir böyle değildi eskiden
 Bir buzullar denizi, gölgeler ülkesiydi
 Hangi el dokundu dudaklarına
 Hangi gözyaşları intizar ile
 Yıkadı bu şehrin karanlığını
 Ne kadar güzelmiş akşam, ikindi
 Gecesi bir rüya, sabahı bayram
 Bu şehirde her şey bembeyaz şimdi
 
 O müstear şarkı
 Su yüzlü dilâ
 Kim bilir hangi evde, hangi sokağındadır
 Belki de hanların otağındadır
 Ayın pırlantası
 Yıldızın hası
 Gezginlerin hâlâ bulamadığı
 O mahmur yürüyüş
 O gök cilâsı
 Kim bilir, belki de Kafdağı’ndadır
 
 Sorsaydım bu şehrin aynalarına
 Sizin de başınız döndü mü bir gün
 Karardı mı gözleriniz ansızın
 Uğradıysa kalbe bir bahar, bir yaz
 Belki de yüzünden yayıldı onun
 Ankara’ya vardığımda bembeyaz
 
 Eskiden böyle miydi bu şehrin kuşları
 Dalgaları bulur kan denizinden
 Taşırlardı ıssız bahçelerine
 Şimdi her birinde Leyla tutkusu
 Rüzgârı alarak kanatlarına
 Bakıp bakıp uçuyorlar bir yere
 
 Rüyaları böyle miydi eskiden
 Ölüm esrarengiz prangalarla gelir
 Takılırdı şehrin ayaklarına
 Şimdi kapılarda Züleyha çiçekleri
 Pencerelerde leylâk
 Ateş bile mutlu, serin mi serin
 Ey ruhumun kalbi
 Kalbimin ruhu
 Hasret yalnızlığın duvağını açıyor
 Yokuşlarda gülümsüyor gözlerin
 
 Beyaz bir uçurtma, beyaz bir bulut
 Işıldayan bir yay
 Ve bir dolunay
 Az kaldı dağların küçülmesine
 Ey kalem onu yaz, onda beni yaz
 Biliyorum; sesler susacak: Hep o
 Görüntüler kaybolacak: Yalnız o
 Ankara’ya vardığımda bembeyaz
 
 
 Nurullah Genç
 
 
- 
				Ankara'dan Ayrılırken Kırmızı
 
 
 Ne kadar da güzelmiş akşamleyin ağlamak
 Her gözyaşı damlası bir rüya çeşmesidir
 Böylesine içten mi bakarmış insana gök
 Bulutları karadır unutulmuş bir tenin
 Toprak desen, rengârenk bir yalnızlık, bin umut
 Hıçkırmak, en vefakâr çiçeğin yaprağında
 Bulmakmış o efsunlu yıldızını gecenin
 
 Kırmızı önce bahar, sonra tahtında ömrün
 Saba Melikesi’nin kıskandığı bir hayal
 Kızılay’da kuşların bembeyaz kanatları
 Karanlık dağıtmasın diye efkârımızı
 İnletir Kocatepe önünde o kırılgan
 Son koşuyu bekleyen doludizgin atları
 Alevdir, Ankara’dan ayrılırken kırmızı
 
 
 Ankara’dan Ayrılırken Kırmızı II
 
 
 Susuzdum; çöl kalbimin
 En ağrıyan yanındaydı o akşam
 
 Çocukluğumda ırmakların
 Terk edip gittiği her yerde bana
 Bir korku kalıyordu
 Bir titreyiş
 Bir sızı
 Yeniden büründüm yer kabuğuna
 Dumanlı dağlara savurdu beni
 Ankara’dan ayrılırken kırmızı
 
 Düş yangınlarımda açan çiçeğin
 O dupduru, gözyaşıyla ıslanmış
 Yaprakları arasına
 Ömrümün en nazenin
 En karanlık sırlarını bıraktım
 Şimdi her birinde bir Leyla kelebeği
 Alıyor ruhumu kanatlarına
 Kafdağı’ndan avucuma sessizce
 Bırakıyor ay bakışlı bir kızı
 Kendimi arıyorum yine yollarda
 Çürüyen köklerde, kırık dallarda
 Sonsuz bir rüyayı getirdi bana
 Ankara’dan ayrılırken kırmızı
 
 Kendi dalgalarına
 Düşman bir deniz mi yoksa gözlerim
 Bu yüzden mi fırtınalar
 Mutluluğun yorgun gemilerini
 Batırıyor kanlı kirpiklerimde
 
 Al beni sultanım, götür buradan
 Ardımda ne izim, ne yazım kalsın
 Bilmezdin; bilemezdin bir zamanlar
 Kartalları öldürürken avcılar
 Issız ülkesinde yalnızlığımın
 Gizemli bir süreyyayı
 Aradığımı çocukluğumda
 Bazen mağaralar yutardı ellerimi
 Bazen de kuşlar
 Tutup ellerimden uçurur beni
 Konarlardı sevda çınarlarına
 
 Ankara’dan ayrılırken kırmızı
 Civanperçemiydi, zülüfte candı
 Kırmızının olmadığı her sokak
 Her ev çaresizdi, loştu, zindandı
 Pencereler kapılardan
 Kapılar gökyüzünden sorardı bulutları
 Kim bilir hangi yıldız
 Bekliyordu güneşin bir simsiyah
 Samanyolu’ndan doğacağını
 Şiir ki, rüzgârdı orda, cânandı
 Gecenin kalbinde yanmıştı yazı
 Ah bir görseydiniz, hasret şivandı
 Onsuz gönül yurdu boştu, virandı
 Koparıp götürdü benden beyazı
 Ankara’dan ayrılırken kırmızı
 
 
 Nurullah Genç
 
 
 
- 
				Anla Beni Sultanım
 
 Zifiri kıtalardan geçerek geldim sana
 Kan renginde bir mühür bir yanında yüzümün
 Bir yanında zalimler otağından çizgiler
 Aynalardaki ben’sin diye yöneldim sana
 
 Ruhum gökte öyle bir pervanedir ki, döner
 Mihverimde olanın mihverinde, riyasız
 Nâmağlup bir köledir gözlerimde yanan mum
 Seninle güneş olur, sensiz kalınca söner
 
 Anla ki, bezirgânı ağlayan bu yolculuk
 Kalbimi ufuklara gömdüğünde son bulur
 Hükümranlık senindir bu rüya ülkesinde
 Kölenin hayalinde âzatlık yok, kaçış yok
 
 Sultanım, ister çürüt aynalarda bu teni
 İster gönder üstüme bütün ordularını
 Razıyım kapatsan da zindanlarına sessiz
 Yetecektir, bir defa bağışlasan gölgeni
 
 Hafızamda geçmişten ne işaret, ne bir iz
 Gülleriniz altında kaldı isyan ve hüzün
 Hiçbir şey olmasa da sarar beni bir ömür
 Gözleriniz sultanım, sadece gözleriniz
 
 Şu mahzun ellerime vur artık kelepçeni
 Eşiğindedir başım, üzerine basıp geç
 Yürüyüp git istersen koyarak bir köşede
 Her yaptığın revâdır, yeter ki anla beni
 
 
 Nurullah Genç