Çok çok yıllar sonra...
İşlerimi erkenden bitirip ofisten çıkıyorum. Aslında öylesine yorgunum ki. Fakat bu akşam öteleyemeyeceğim bir randevum var. İşaret parmağıma takılı bilgisiyar ekranına bu gün yaptığım işlerle ilgili raporları fısıldayarak giriyor ve verileri merkeze göndermesi için talimat veriyorum. Artık gerisi onun işi. Girdiğim tüm verileri belli bir forma sokup, dünyanın her yerinden gelen bağlantılı verilerle birleştirip, ayrıntılı bir rapor haline getirecek. Tam kapatmak üzereyim ki alt ekranda vücudumdaki potasyum oranının normalin altında olduğunu gösteren uyarıyı görüyorum. Şimdi bir de kas ağrılarıyla uğraşamam... Koridora çıkıp parmağımı yaşam ünitesinin haznesine sokuyorum. Saç telinin beşyüzde biri kadar incelikteki algılayıcılar derimin altına girerek gereken tahlilleri bir daha yapıyor ve kan değerlerimi ölçüyorlar. Karşımdaki ekranda bana 0.4 cc potasyum yüklendiğini gösteren yazıyı okuyorum. Bütün bunlar birkaç saniyede olup bitiyor.
Beni otoparka götürecek yürüyen sandalyeye oturup kolundaki parmak izi okuyucusuna serçe parmağımı koyuyorum. Merkezi bilgisiyar beni tanıyacak ve aracımı park ettiğim yere kadar götürecek. Yirmibeşince kattayım. Aracım eksi onsekizde. Bu mesafeyi kat ederken önüme çıkan kapıları, asansörü dert etmeme gerek yok. Benim yerime sensörler tarafından her şey algılanıp halledilecek.
Aracımın şoför kapısında sandalye duruyor. Kalkmamla aracımın kapısını açabilmem için geri çekilmesi bir oluyor. Evim iş yerime dörtyüzelli kilometre uzaklıkta; bu da bir saatlik yol demek. Şöyle kırk beş dakikalık bir şekerleme hiç de fena olmaz hani. Aracın konsolundaki dokunmatik ekrandan ev ikonunu tuşluyorum. Koltuğumu uyku pozisyonuna getiriyorum. Bu hareketim otomatik olarak aracın içindeki havayı uyku için en ideal ısı ve nem seviyesine getirmek üzere klimayı da çalıştırıyor. Camlar kendiliğinden içeriye gün ışığını almayacak şekilde kararıyor. Tatlı bir uykunun içine dalıyorum.
Evime varmama on dakika kala arabanın içi sevdiğim müzikle dolmaya başlıyor. Önce hafif hafif, sonra biraz daha volümlü. Uyanıyorum. Koltuğum doğruluyor, kararmış camlar tekrar eski şeffaf hallerine dönüyor. Fakat ışık gözümü almıyor. Dikiz aynasındaki lazer algılayıcı göz bebeklerimin o anki durumunu tespit ediyor ve aracımın merkez bilgisayarı ancak beni rahatsız etmeyecek kadar ışığın içeri girmesine izin verecek şekilde ayarlamayı yapıyor.
Sonunda eve varıyorum. Allahtan yemeği hazırlaması için Şilep'e işten çıkmadan önce gerekli talimatı vermiştim...Şilep? Şilep benim yaşam robotuma verdiğim isim. Artık her evde bulunan , buzdolabı, mikrodalga fırın, bulaşık makinası, çöp öğütücüsü, meyva suyu sıkacağı, kahve ve çay makinesi gibi bilimum ev gerecinin birbirine entegre edildiği yekpare bir ev aleti. Gerçi şimdi daha da gelişmişleri çıktı ama yine de benim işimi görüyor. İlk aldığımda onu getirdikleri kutuların şekli bana bir şilebi çağrıştırdığı için bu ismi vermiştim.
Oturduğum plazanın otoparkına giriyor aracım. İner inmez bu plazada tanığım ender komşularımdan biriyle karşılaşıyorum. Üç yüz kırk beş katta oturan beş bine yakın kişinin arasında komşuluk pek kolay olmuyor.
- Merhaba Hasan bey.
- Ah! Merhaba merhaba nasılsınız?
- İyiyim teşekkürler. Görüşemiyoruz ne zamandır.
- Sormayın. Dün bir kalp ameliyatı geçirdim . Kapakçıklardan birinin değişmesi gerekiyormuş. Neyse hallettiler. Şimdi spora gidiyorum.
- Geçmiş olsun. Kendinize iyi bakın. İyi akşamlar.
- Teşekkür ederim. Size de iyi akşamlar.
Kalp hastalığı yüzünden kaybettiğim babamı hatırlıyorum. Bir baypas için neredeyse bütün gövdesini boydan boya yarmışlar, iyileşmesi aylar sürmüştü.
Bir süre Hasan bey'in arkasından bakıyorum. Hasan bey bilimin kat ettiği mesafenin yaşayan bir kanıtı gibi görünüyor gözüme. Hani bazı durumlar için bir kanıt göstermeniz gerekir ve sizin elinizde öylesine güçlü bir kanıt vardır ki, onu gösterdiğiniz anda başka bir şey söylemenize gerek kalmaz ya. İşte komşum Hasan bey bilimin geldiği noktanın tek başına bir kanıtı gibi. Üstüne söyleyeceğiniz her şeyin yetersiz kalacağı bir kanıt.
Sahi bilim nasılda baş döndürücü bir hızla ilerledi şu geçtiğimiz yıllarda. Sanki durdu durdu durdu ve sonra tıpkı bir roketin ateşlenmesi gibi bir hızla yol almaya başladı.
Her şey CERN'de evrenin oluşumuna ait bilgiler elde edebilmek için yapılan şu meşhur deneyle başladı. Güya amaç Tanrı parçacığı denen şu Higgs bozonunu bulmaktı. Fakat bulunan şeyler sonunda önümüze serilen yeni bilgiler bir parçacıktan çok bizzat Tanrının kendisiymişcesine değiştirdi insanlığın seyrini.
Sanki Tanrı insanlara bir şaka yapmak istemiş gibi. Binlerce yıldır kutsal kitapların içine, ruhbanların dualarına, her inancın, her öğretinin kendi dünya görüşünün içine hapsettiği Tanrı, adeta haykırırcasına, bütün bunların içine sığamayacağını söylüyormuş gibi.
"Siz beni hep göklerde, ulaşılmaz uzaklıklarda ve sonsuz genişliklerde aradınız. Hepiniz beni ayrı sahiplendiniz. Bir sahiplenen kendisinden başka hiç kimsenin olamayacağımı söyledi ve öyle sandı. İçinizde barındırdığınız, doğuşunuzdan gelen bütün güzelliklerinizi, bağnazlıklarınıza, dogmalarınıza hapsettiniz ve onlar daha gün yüzüne çıkamadan körelttiniz. Oysa bakın işte buradayım. Sizin şimdiye kadar hiç bakmadığınız, baksanızda göremediğiniz bir yerdeyim. Sizdeyim, Sizinleyim, Sizim..."
Peki bütün bunlar insanı nasıl değiştirmiş olabilir? İnsan hala aynı insan. Hırsları, zaafları, zayıflıklarıyla hala aynı insan.
Eve girdiğimde " Koku ,çam" diye sesleniyorum içerisi ferah ve mis gibi çam kokusuyla doluyor.
Mutfağa yöneliyorum. Yemeğim tam istediğim kadar ısıtılmış bir şekilde mutfak masasının üzerinde duruyor. Bir yandan yemeğimi yerken güncel haberleri dinlemek için " Radyo! Haber!" diye sesleniyorum. O sırada haber yayınlayan kanallardan biri otomatik bulunuyor. İngiltere'deki açlık sorunu yine gündemin en başında. Afrika'nın en saygın kredi değerlendirme kuruluşunun ABD'nin kredi notunu iki basamak birden düşürerek B artıdan B'ye düşürdüğünü ve görünümünü de negatife çevirdiğini dinliyorum. Bu zaten beklenilen bir şeydi. Elimdeki ABD hazine bonolarını zamanında satıp olası bir zarardan kurtulduğum için mutlu oluyorum.
Üstümü değiştirip hızlıca evden çıkıyorum. Randevuma geç kalmamalıyım. Zira beni bekleyen genç bir bayan var. Hoş genç veya bayan olmasa da ben geç kalmam. Randevularıma sadık kalışım hep övündüğüm bir şey olmuştur.
Buluşmak için sözleştiğimiz yere vardığımda onu beni beklerken buluyorum. Ne kadar da genç! Artık kıtaların ve ulusların birbirine karıştığı, insanların hayatlarını bu kadar meşgul eden şeylerin olduğu bir çağda bile gençlerin hala Masonluğa böyle ilgi göstermeleri ne güzel. Bu duygu içime bir sıcaklık veriyor.
Beni görünce ayağa kalkıyor. El sıkışıyoruz.
- Çok hoş görünüyorsunuz genç bayan. Sanırım bu gecenin en şanslı erkeği benim.
- Siz de çok şık görünüyorsunuz. Ayrıca sizin gibi Masonluğa bunca yılını vermiş bir beyefendiyle karşılıklı oturup sohbet edebilecek olmam, asıl şanslının ben olduğumu gösterir.
- Ah! Bu öyle abartılacak bir durum değil genç bayan. Eğer kastettiğiniz Masonlukta şimdiye kadar üstlenmiş olduğum görevler ise, bu ben çok üstün olduğum için değil, kardeşlerim böylesini uygun gördükleri içindir. Yoksa benim yaptıklarımı çok daha iyi yapabilecek bir sürü kardeşimiz var.
- O kadar da alçak gönüllü olmayın efendim. Yayınlanmış onca kitap, onca araştırma... Yok yok bu öyle herkesin yapacağı, altından kalkabileceği bir şey değil.
- Eh. Böyle düşünüyorsanız... Teşekkür ederim.
Birkaç saniye sessizlik oluşuyor. Sonra söze ben başlıyorum.
- Bana Masonluğa girmek istediğiniz söylendi.
- Evet çok istiyorum.
- Neden?
- Efendim Masonluğu, kendimi daha iyi bir insan haline getirebilmem için en etkin yollardan biri olarak görüyorum.
- Evet öyledir. Fakat bu konuda yeterli araştırmayı yaptınız mı? Hangi kitapları okudunuz mesela? Evinizdeki merkezi bilgisayarın kitap belleğinin kaç GB'tı bu konuyu teşkil eder?
Okuduğu kitapları sıralıyor. Çoğu " Büyük Uzlaşma" dan sonra yazılmış kitaplar. Birçoğu yetersiz olmakla birlikte, iyi kitaplar da okumuş olduğunu görüyorum.
- Ne düşünüyorsunuz peki... Masonluk hakkında yani.
- Efendim. Dışarıdan ne kadar bilinebilirse o kadar şey biliyorum. Düşüncelerim daha çok şu "Kardeşlik" kavramı üzerine yoğunlaşıyor. Her dilden, her dinden, her cinsten insanların birbirilerine içtenlikle "Kardeşim" diyebilmesi... Ne kadar güzel, ne mükemmel bir şey.
Gülüyorum. Karşımdaki bu pırıl pırıl güzel bayana bakarken yüzümdeki tebessüme engel olamıyorum. Bunu farkediyor.
- Yanlış bir şey mi söyledim efendim?
- Yoo. Yanlış hiçbir şey söylemediniz genç bayan. Şimdi karşımda duran size bakıyorumda... Acaba bu konuşmayı bundan elli yıl önce yapsaydık nasıl ve hangi şekilde yapardık? Siz bu gün düşündüklerinizi düşünüyor ve böyle konuşuyor olabilir miydiniz acaba?
- Anlayamadım efendim.
- Anlaşılamayacak bir şey yok genç bayan. Elli yıl önce acaba Mason olabilirmiydiniz?... Tabii ki olurdunuz belki de sırtınızda bir "gayrimuntazamlık" yükü taşıyordınız. Hoş bu da öyle küçümsenecek ,hayıflanacak bir durum değildir. Ben yıllarca taşıdım mesela. Hem de büyük bir onur ve mutluluk duyarak.
- Efendim. Özür dilerim ama söylediklerinizi anlamakta güçlük çekiyorum. Kusuruma bakmayın lütfen. Az önce "muntazamlık" diye birterim kullandınız? Bununla tam olarak ne demek istediğinizi anlatabilir misiniz?
- Uzun hikaye. Bilmiyor olmanız da normal. Masonluğun o dönemiyle ilgili pek az kaynak var bugün elimizde. O da herkesin ulaşabileceği ortamlarda değil. Çünkü masonlar kendi kurumlarının geçmişinde önceki kardeşlerinin yaratmış oldaği bu ayıbı, gerçek bile olsa örtmek istediler. Fakat yok etmediler. Bu tarihe haksızlık, bir başka büyük ayıp olurdu. Sadece üzerini örttüler. Dolayısıyla bulunması imkansız da değil. Yine de bu konular hakkın da pek bir biliginizin olmayışını anlıyorum...
Çok uzun zaman önce kadınlar mason olamazdı. Kadınları bir yana bırakalım, siyahilerin, yahudilerin, kimileri için de Katoliklerin mason olamayacağını savunan bir kanat vardı. Şimdi buna " kanat" diyorum ama siz bunu öyle bir istisna gibi almayın sakın. Dünyaya kurumsal olarak egemen olan Masonluk bu kanatta daha yoğundu yani sayı ve örgüt olarak çok çok fazlaydılar. Tek tük olmakla birlikte bu düşünceye sahip masonik oluşumlar günümüzde de var.
Bir de bunun tersini savunan bir kanat vardı. İşte bu tersini savunanlar, az önce bahsettiğim çoğunluk tarafından "gayri muntazam" olarak nitelenir ve onlarla herhangi bir masonik ilişki içine girmezlerdi... Nereden nereye?
- Az önce siz bu tarz oluşumlar günümüzde de mi var dediniz efendim? Bu çağda? Bilim ve insanlık bu kadar ilerlemişken?... Ama ben sanıyordum ki..
"Ama ben sanıyordum ki" derken sözünü kesiyorum. Tam bu noktada size daha önce bölümlerce anlatmaya çalıştığım o kişiyle olan görüşmelerimi anımsıyorum. Siz de anımsıyorsunuz değil mi? Ben de tıpkı şu karşımda oturan genç bayan gibiydim. Gencecik, kafansında binlerce soruyla dolanıp duran... Ben de başka türlü sanıyordum. İçime bir burukluk doluyor. İnsan yaşadıkça neler görüp neler geçiriyor diye düşünüyorum.
- Durun genç bayan durun. Siz şimdi hiçbir şey sanmayın. Herşeyi konuşuruz; hepsinin bir sırası var. Size bir tavsiyede bulunmak isterim. Görüyorum ki bu yola çıkmaya pek heveslisiniz. Umarım başarılı da olursunuz. Fakat şunu aklınızdan hiç çıkarmayın genç bayan: Bu yolda ihtiyacınız olan tek şey sen kendinizsiniz. Kendinizi bul ve sakın kaybetmeyin. Bazen yolunuza sizi sizden almak isteyenler çıkacaktır. Sakın vermeyin. Dokundurmayın bile. Çünkü bir kez dokundurdunuz mu, geriye size pek bir şey kalmaz. Bir masonun en değerli hazinesi kendisidir. Unutmayın, siz güzelleşirseniz dünya ve hayat da güzelleşir. Siz temiz kalırsanız dünya ve hayat da temiz kalır. Hayatı ve dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek isteyen Masonluk ve masonların da böyle düşünmek ve bu düşünceye uygun yaşamaktan başka şansları yoktur... Size tavsiyem genç bayan... Böyle davranın, böyle düşünün, böyle olun...
Değerli üyeler. Masonluğu araştırmaya başladığımdan bu yana. Aklıma takılan, ve bir harici için çoğu zaman anlaşılabilmesi pek kolay olmayan soruları, kurgulayarak bir öykü haline getirmeye çalıştım.
Sadece içerik olarak değil, edebiyat bölümünde yayınlandığı için bu yönüyle de eleştiriye açıktır. Ne kadar becerebildim bilemem. Taktir şüphesiz okuyucularındır.
Ropörtajlarımdan sonra, bir de bu öyküyle Masonlar.org hazinesine küçücük bir kuruş ekleyebildiysem ne mutlu bana. Hatıram olsun.
Bir yazar için yapıtının okunması çok önemlidir. Çünkü edebiyata meraklı biri olarak yazma sürecinin ne kadar sancılı ve yorucu olduğunu kendi deneyimlerimden biliyorum. İşte bütün bu yorgunluğu alan tek şey de o yapıtın okunmuş ve okunuyor olmasıdır kuşkusuz.
Bu vesileyle şunu söylememe de izin verin: Okuyan da okumayan da, beğenen de beğenmeyen de sağ olsun... Sağ olsun da... Okuyanlara selam olsun.
En içten sevgi ve saygılarımla.