İnançlar Çatışması ve Sonrası
Hıristiyanlık Roma’da devlet dini olur olmaz büyük bir hızla Pagan kültlerini temizlemeye başladı. Bu iş bitince de, imparatorluğun sınırları dışında yaşayan Pagan ulusları da kendine döndürme işine girişti. Dolayısıyla Haçlı Seferleri, bir bakıma aslında çok daha önceki bir tarihte çoktan başlamıştı bile. Sonradan bu seferler, karşısına güya İslâm’ı aldı ama bunun derinliğine bakılacak olursa bir yanda Hıristiyanların kendi dünyalarındaki politik emeller, diğer yandan da ekonomik kaygılar yatıyordu tüm bunların altında. Dolayısıyla, şayet “Haçlı Seferleri” bir genel kavram olarak kullanılıyorsa, bu sadece Müslümanların elindeki kutsal topraklara yapılan askeri akınları değil, Pagan uluslara ve, sapkın damgası vurulan diğer Hıristiyan mezheplerin inanırlarına (bu arada elbette Katharlara) karşı yapılan girişimleri de içerir. Kaldı ki, doğrudan Hıristiyan ya da sapkın sayılanların üzerine yapılan seferlerin ardında da aslında din ile doğrudan bağlantılı olamayan egemenlik tutkuları ya da ekonomik çıkarlar vardır.
Hıristiyanlığın Roma’da devlet dini olmasıyla birlikte şöyle bir ilke benimsenmişti: “Sapkın inançlılar, toplumsal düzeni yıkma amacı taşıyan devrimcilerdir.” İşte bu ilke, Orta Çağın feodal ve teokratik toplum dünyasında büsbütün yerleşip kökleşmiştir. Sapkın denilen kişilerin en ağır cezaları hak ettiğine ilişkin inanç, tarihte eşine az rastlanır bir biçimde devlet, Kilise ve halk arasında uyuşma oluşturmuştur. O zavallı halk da bilmeden bu kötü işlere katılıp âlet olmuştur ne yazık ki.
Devlet, Kilisenin dünyevi güç olarak kendisine teslim ettiği sapkını, işkenceli bir ölüme mahkûm edip bunu uygulamaya koymakta hayli acelecidir. Halk ise bu işte bir yandan devlet ile Kiliseyi överken, bir yandan da yakılmasına karar verilen kişinin yakılacağı meydana odun yığar gönüllüce.
Buna karşın Orta Çağın belli bir döneminde, başlangıcında olduğu kadar çok sayıda sapkın inancın ortaya çıkmadığı görülür. Kimilerine göre bunun nedeni, o dönemin Katolik inancının Avrupa’nın düşünsel gereksinmelerini karşılayabilmiş olmasından ötürüdür.
Nitekim evrensel dinler bir yandan kendilerine özgü bir gelenek kurmaya uğraşırken, diğer yandan da yeni düşünce akımları onu katılaşıp taşlaşmaktan kurtarmaya yarar. Katolik Kilisesi, tarih boyunca gerektiğinde büyük bir esneklik göstererek bu gibi yenilikleri emip özümsemeye çalışmış, hiçbir biçimde uyuşamadıklarını ise sapkın ilan ederek yolunun üzerinden kaldırmak, yok etmek zorunda kalmıştır. Örneğin kendi içinde ve kendi kontrolü altındaki keşişlik kurumları olan manastırları desteklerken, bir yandan da ortaya çıkmaya başlayan Hıristiyan tarikatlarının kurulmasına göz yummuştur.
5. yüzyılda başlayıp 12. yüzyıla kadar süren düşünsel uyuşukluk ve durgunluk döneminde, Kilise doğru inancı tehdit eden ciddi bir düşünsel kıpırdayışla karşılaşmamıştır. Geniş halk yığınlarının bilgisizliğin karanlığı içerisinde yüzdüğü bir dönemdir bu; dinsel inanç akıl kullanmayı unutturacak bir biçim almış, okuma yazma din adamlarının tekelinde kalmıştır. Beri yanda yoksulluk, hastalıklar ve savaşlar sıradan insanları ister istemez “öteki dünya”ya yönlendirmiştir.
10. yüzyılda Hıristiyan dünyasında yeni bir din bilincinin uyanmaya başladığını görürüz. Cluny Manastırı’nda başlayan dinsel reform, zamanla Kiliseyi etkiler. 7. Gregorius gibi bir Papa ile güçlü, inatçı destekçisini bulur. Ancak dinde reform çabaları sonuç vermez. Katolik ve Ortodoksluğun ötesinde çeşitli mezhepler doğar. Bunların asal amacı, Hıristiyanlığın ilk zamanlarında olduğu gibi yani Kilise oluşmadan önce İsa’nın koyduğu ahlâk kurallarına uygun bir yaşam tarzını gerçekleştirmektir.
Kilise dışı, bir bakıma laik de diyebileceğimiz bu dinsel topluluklar, manastırlardan ve keşişlikten farklı olarak, dünya içinde kalarak dünyevi tutkulardan arınabilmeyi, her türlü kötülüğün içinde kötülüklerden uzak kalabilmeyi amaçlar. Onlara göre; yapılacak iş, Kilise’nin teolojik öğretileriyle kutsal konuları bir yana bırakıp, İsa gibi yaşamaya, ona benzemeye çalışmaktır.
Böyle bir mezhebe girebilmek için birtakım törenlere, ritüellere gerek yoktur. Bundan ötürü bunlara ne denli “mezhep” denilebileceği de tartışmalıdır. Hıristiyan dininin geneline değilse bile, Kilise’nin organizasyonuna, ruhuna aykırıdır bunlar.
Başlangıçta Kilise, bunları elden geldiğince kendine mal etmeye, kendi egemenliği altına almaya çalışmıştır. Aslında tarikatlar da Kilise tarafından onaylanmış, tehlikesiz hale getirilmiş mezheplerden başka bir şey değildir. O dönemin aykırı inançlı olarak nitelenen bu mezhepleri arasında Albigeoislar, Patarinolar, Bogomiller ve benzerlerini sayabiliriz. Bunların tümü, Doğu’dan Batı’ya geçen Maniciliğin farklı görünüşleri olan dinsel topluluklardır. Bu bağlamda özenle değinilmesi gereken pek önemli bir dinsel topluluk, hiç kuşkusuz Katharlardır ama onları başlı başına inceleme konusu yapmak gerekir. [Forumda Katharları daha önce bir başlık altında incelemiştim. Ancak bu çalışmada onları bir kez daha gözden geçirmek gerekecek. Bunu izleyen ve bekleyen forum üyeleri olduğunu da biliyorum. Biraz daha sabır rica ediyorum.]
13. yüzyılın başlarında Kilise, çok sayıda önemli başkaldırma tehlikeleriyle karşılaşır. Kilise’yi bu tehlikelerden, Dominiken ve Fransisken tarikatları dinsel inancı aşılama yoluyla yaymaya çalışarak, Engizisyon ise baskı ve kıyım uygulayarak kurtarır. Başlangıçta tüm papalar sapkın akımları karşısında sadece aforozla yetinmiştir. 1184 yılında ise, Papa 3. Lucius ile İmparator Friedrich Barbarossa Verona’da bir araya gelip, sapkınlığın ortadan kaldırılması için bir dizi karar alır. Her kentte bir Piskoposluk engizisyonu kurulacak ve devlet makamları da piskoposlara yardım edecektir. Ancak kararlar arasında ölüm cezası yoktur. Kilisenin önemli bir sloganı olan “Ecclesia abhorret sanguinam” (Kilise kandan nefret eder) ilkece hâlâ yürürlüktedir. Ne zamana kadar? 13. yüzyıl başlarına yani Kilise’ye göre sapkınlık çığrından çıkmaya yönelene kadar.
Papa 3. Innocentius, 13. yüzyıl başlarında Albililerin (Katharların) kılıçtan geçirildiği bir haçlı seferi düzenlerken, kılıçtan geçirilme olayını kabul etmediğini bildirir. Sapkınların yakılarak cezalandırılması yasasını sonunda Kilise değil, İmparator 2. Friedrich çıkartır.
Orta Çağın en önemli kurumlarından biri de hiç kuşkusuz engizisyondur. Yıllarca yalnızca dinsiz kâfirlere, sapkın inançlılara değil, bilim adamlarına ve düşünürlere de kan kusturan bu kurumun da ayrıntılı olarak incelenmesi gerekir çünkü bunun Batı’daki milletler tarihi üzerinde olağanüstü etkisi vardır. [Daha sonra bu konuyu da apayrı bir başlık altında ele almak niyetindeyim.]
Ne ilginç değil mi?... “Milletler Tarihi” başlığı altında okullarımızda hep savaşlardan, anlaşmalardan, birbiri ardınca tahta çıkar kral ve imparatorlardan söz edilir. Onlardan belki ben de yer yer söz ediyorum ama öncelikli konu dinler ve inançlar arasındaki çatışmalar. İnsanlığın tarihi aslında büyük çoğunlukla dinlerin tarihinin çevresinde dönüyor.
Kilise’nin ve ruhban takımının ezici baskılarına karşın gerek sıradan halk, gerekse soylular arasında zaman zaman ruhbanlara karşı yaptırımlara gidildiği de görülür. Örneğin 11. yüzyıl Fransız tarihçilerinden Raoul Glaber, dinsel âyinlere hiç katılmayan ve piskoposun yüzüne tüküren Soissons Kontu 1. Jean’ın, İsa ile alay ettiğini, ölüm döşeğinde iken başında ona son vaazı veren bir din adamına şöyle dediğini anlatır: «Malımı mülkümü asalaklara, yani senin gibilere vermemi istiyorsun değil mi? Ama zırnık koklatmayacağım.”
Aynı dönemde Bretagne Kontu Pierre de Dreux, adamlarına, papazlara kötü davranmalarını, gerekirse işkence etmelerini buyurmuştur. Auxerre Kontu Pierre de Courtenai ise, kiliseleri yıktırmış, adamlarına piskoposun gözlerini oydurtmuştur.
Papazların ve piskoposların soylular tarafından öldürtülerek ortadan kaldırılışı, 13. yüzyılda başta Fransa olmak üzeri birçok Batı Avrupa ülkesinde hayli sık rastlanan olaylardandır. Soyluların ve burjuvaların saldırılarına uğrayan Kilise, saman zaman krallarla da sürtüşmüştür. İsterseniz şöyle diyelim: Krallar da zaman zaman Kilise ile sürtüşmüştür. Sabır taşı çatlamaya başlamıştır artık.
Kilise mahkemeleriyle krallık mahkemeleri arasında sürekli bir çekişme başgöstermiştir. Monarşi, bitmez tükenmez bir çabayla kendisini Kilise’nin baskısından sıyırmaya, laik olmaya çalışmaktadır. Ara sıra babasına karşı gelen çocuklar gibi, krallar da zaman zaman ve yer yer papaya karşı çıkmakta, kafa tutmaktadır. Bunlardan belki de en aşırı örneği, Tapınak şövalyeleri Tarikatı’nın ortadan kaldırılmasını sağlamış olan Fransa Kralı 4. Philippe (Güzel Filip) vermiştir. Öyle ki, iş papaların tutuklanmasına hatta öldürülmelerine, Papalığın roma’dan sökülüp Fraansa’nın Avignon kentine taşınmasına, yeni papa seçiminde diplomaside görülene benzer entrikalar çevrilmesine kadar varmıştır. Ancak tüm bunlarda da konunun temelinde salt dinsel etkilerin değil, ekonomik kaygıların yer aldığını da bilmeliyiz.
Bu yazı dizisinin bu bölümünü son birkaç tümce ile bitireyim…
Orta Çağın halk öykülerinde, rahip genellikle yüksek yaşam düzeyi olan birisi olarak betimlenir. Evi güzeldir; domuzla, tavşanla, balıkla, börekle beslenir ve üstüne üstlük rahibeyle hoşça vakit de geçirir. Doğal olarak sonunda adama bir şey olmaz ama rahibe, piskopos tarafından mahkûm edilir. Bu öykülerde papazlar, bağışlayıcı bir saflık içinde alaya alınır. Ara sıra bu saflığın yerini şiddete bıraktığı da görülebilir. Örneğin 13. yüzyılın Fransız ozanlarından Rutebeuf (Rustebuef) papazlara şöyle seslenir: «İki yüzlü herifler, düzenbazlar, bilmez miyiz yalan-dolan içinde yaşadığınızı.»
Orta Çağda, kafaları da yürekleri de doldurduğu söylenen cehennem korkusu için de güzel şeyler yazılmıştır. 13. yüzyılda yazılmış “Aucassin et Nicolette” adlı bir halk öyküsünde, Aucassin’e, şayet sevgilisi Nicolette’den vazgeçmezse öteki dünyada cennete gitme hakkını yitireceği söylenince, Aucassin şöyle yanıt verir: «Cennet mi dediniz? Ne işim var cennette? Umurumda bile değil orası. Hem bakın cennete ne biçim adamlar gidiyor anlatayım size. İhtiyar rahipler, bir de eli ayağı sakat kimseler, hani tüm gün eski kilise bodrumlarının önünde dururlar, lime lime giysiler içindedirler, hani çıplaktırlar, kıçları açıkta soğuktan, susuzluktan, sefaletten kıkırdarlar ya, işte onlar. Onlar gidiyor cennete, ben gidip de ne yapayım? Cehenneme gitmek isterim ben. Parlak savaşlarda ölmüş yakışıklı şövalyelerin, aslan yürekli çavuşların, soylu kişilerin yeridir cehennem, onlarla olmak isterim ben de. Sonra cehennemde kocalarından ayrı iki-üç dostu olan yosma hanımlar da var. Altınmış, gümüşmüş, kürkmüş hepsi orada; çalgıcılar, hokkabazlar ve dünyada krallık sürmüş herkes orda. Ben de onlarla beraber olmak isterim. Yeter ki sevgilim Nicolette de yanımda olsun.»
İşte bu bölümü de böyle bir espriyle bitirmiş olduk. Bundan sonraki bölümde ise Orta Çağ Avrupası’nda düşünce özgürlüğü konusuna değinmek niyetindeyim. Ancak düşünce özgürlüğünden söz etmeye kalkıştığımızda, kuşkusuz gene dinden soyutlanamayacağız. Çünkü dinin kendisi değil ama dinsel kurumdur feodal devletten ve monarşiden önce düşünce özgürlüğünün karşısına dikilen engel.