Belki yadırgarsınız, olamayacağını düşünürsünüz ama şurası bir gerçek ki iki farklı kültür arasındaki etkileşimde savaşın da önemli bir payı vardır. Nitekim Endülüs Müslümanları ile İberya Hıristiyanları arasında yüzyıllar boyu süren savaşlar, İslâm uygarlığının Hıristiyanlar üzerinde oluşturduğu etkilerde bir aracı olmuştur.
İberya’da yaşanmış olan savaşların başka yerlerde görülmüş olanlardan farklı bir yönü daha vardır. Bu savaşlar nedeniyle her iki taraftan pek çok insan tutsak edilerek karşı tarafa geçiyor, tutsak bile 6olsa uzun süre orada yaşıyor, o bölgede kendi kültür ve yaşam tarzlarını orada yaşayanlara yansıtıyor, artık geri dönme şansları pek olmadığında o bölgenin dilini öğreniyor hatta din değiştiriyorlardı. Kimisi bir süre sonra özgürlüğüne kavuşuyor, ancak bundan sonra da orada kalıp oranın yurttaşı oluyordu. Özgürlüğünü elde edip kendi yurduna dönenler ise, uzunca bir süre kalmış olduğu öteki bölgenin kültürünü de birlikte getiriyordu.
Endülüs’e tutsak olarak getirilen Hıristiyanlardan, özgür olma olanağını elde edemeyip orada kalanların erkekler, genellikle halife saraylarındaki özel muhafız alaylarına alınırdı. Kadınlar ise, saray ve köşklerde gündelik işleri görür, ancak bunun için önce özel bir eğitimden geçerlerdi. Arapça öğrenir, musiki, güzellik ve görgü dersleri alırlardı. Bu eğitilmiş kadınlar arasında kişiliği, sesi ve zekâsıyla ön plana çıkanlar olur, bunlar ya sahipleri tarafından bir emire armağan edilir ya da hareme alınırdı. Bu durumdaki cariyeler “ümmü’l veled” diye anılırdı. Endülüs’ün saray ve köşkleri, yıllar boyu ümmü’l veled kadınlarla dolup taşmıştır.
Birbiri ardınca büyük çatışmaların yaşandığı ve özgürlüklerin elden gittiği bir ortamda köle ve cariye edinmek, eskiden beri süregelen yaygın bir gelenek biçimine dönüşmüştü. Endülüs toplumunun yönetici ve zengin kesiminde de köle ve cariye edinme alışkanlığı yaygınlaşınca, bunlar toplum içinde kendilerine yer buldu.
Bu durumda köle ticareti de gelişti. Hayli kârlı olan bu işi ise İberya’da yaşamakta olan Yahudiler yaptı. Yüzlerce, belki binlerce Hıristiyan gencini başka ülkelerden Endülüs’e getirerek, yüksek fiyatlarla varlıklı Müslümanlara sattılar.
Müslümanların eline düşerek tutsak olanların durumu, kendi ülkelerindeki kadar olmasa bile aslında hiç de kötü sayılmazdı. Ancak Müslümanlardan Hıristiyanların eline düşerek köleleştirilenlerin halinin pek de o kadar iyi olduğu söylenemezdi; özellikle 1492’de Granada yani Gırnata’nın Hıristiyanların eline geçişinden sonra, oradaki Müslümanlar tam anlamıyla köleleştirildi. Sonrada Kuzey Amerika’da Afrika’dan getirilen kölelerde aşağı yukarı aynı model uygulandı. İşin ilginç yanı şu ki, bu köleler, kendilerini köleleştiren o sahiplerinden çok daha becerili, çalışkan ve üretkendi. Kim bilir belki de o nedenle köleleştirilmişlerdi.
Bilirsiniz; Hıristiyanlar yıkanmazdı. Vaftiz olduklarında bir kez yıkanmışlardı güya ve bu onlara artık yaşam boyu yeterdi. Oysa Müslümanlar hem çevre hem beden temizliğine çok önem verirdi; namaz öncesi abdest alma hariç… Endülüs yine Andalucia olunca, Müslümanlara haftada bir gün yıkanma izni verilmişti. Bu bağlamda İspanyolca bir belgede şöyle bir söz geçiyor: “Yoksul bir Endülüslü, kazandığı ilk akçesini beden temizliğine, sonrakini ise ekmeğe verir.”
Endülüs’te temizlik, İslâm kültürünün bir öğesiydi. Müslümanlar her nereye yerleşirlerse yerleşsin, ilk iş olarak halka açık olan geniş ve sağlıklı hamamlar kuruyordu. Kurtuba’da (Gırnata) halka açık tam 990 hamam yapılmıştı. Buna karşılık Hıristiyan Avrupa’da pislik içinde yaşamak, Tanrı’nın hoşuna gitmek” sayılıyordu. Hıristiyan din adamları, temizlenmeyi putperestlik ile özdeş tutuyordu. Öyle ki, rahipler bedenlerinin üstünde biriken kir yığınlarının çokluğuyla övünürdü.
Hıristiyanlar Endülüs kentlerini teker teker ele geçirdiklerinde, ilk iş olarak cami ve mescitlerin tepesindeki hilâli indirip yerine bir haç taktılar. İkinci işleri ise hamamları yıkmak, yok etmek oldu.
Bu nedenle günümüzde İspanya’da Endülüs döneminden kalma birçok mimari yapıt görebilirsiniz; bunlardan birçoğu sonradan turizm amacıyla kurtarılarak yeniden insanlığın evrensel kültürüne armağan edilmiş yapıtlardır. Ancak betimlemelerinden ne kadar güzel ve nasıl teknik tasarımlarla yapılmış olduklarını öğrendiğimiz hamamları bulamazsınız; temelinden, su yapılarıyla birlikte yok edilmişlerdir. Belki saray ya da cami çevresinde kalakalmış birkaç tane vardır; hepsi o.
Endülüslü Müslümanlar, Hıristiyan Batılılara kültür bakımından çok şey kazandırdı. Ancak işte şu temizliği, bunun önemini ve değerini bir türlü öğretememişlerdi.
Savaşın kültür etkileşimindeki yerine değinmiştim; ona döneyim.
Savaşların, özellikle sınır bölgelerinde yaşayan İberyalı Hıristiyanlar için önemli toplumsal ve ekonomik sonuçları oldu.
Krallar, Endülüs Müslümanlarına karşı savaşmak üzere asker bulmak zorunda kaldıklarında, bu gereksinme yoksul Hıristiyanların işine yarıyordu. Çünkü tüm Orta Çağ Avrupası gibi İberya’da da feodalite egemendi. Bu rejimde insanlar, kabaca iki sınıfta toplanırdı: Yönetici, asker, din adamı ve zenginlerin oluşturduğu aristokrat sınıf ile toplumun “halk” olarak nitelenen diğer kesimi. Yönetici sınıf, ötekini köle sayar, öyle kullanırdı. İster tarlada çiftçi, ister atölyede işçi, isterse konakta hizmetçi olsun, hepsi savaş olmadığı sürece köle gibi yaşardı.
Aralıklarla süren Reconquista savaşları, bu zavallı insanlara yaşamlarında bir değişim oluşumu bakımından onlara bir fırsat sağladı. Savaşa çağrıldıklarında asker oluyor, hele bir de başarı gösterip kahraman payesi alırlarsa özgürlüklerini elde edebiliyor, küçük de olsa uzaklarda bir köyün, kendilerine göre bir servetin sahibi olabiliyorlardı.
Barış dönemlerinde ya da durgun yıllarda ise, uluslararası güvenliğin sağlanması amacıyla karşılıklı rehin alıp verme yöntemi de, Endülüs ile İberya Hıristiyan devletleri arasındaki hukukun bir parçası olarak yürürlükteydi. Bu yöntemle gelip giden insanlar da, karşılıklı ilişkilerde bulunuyor, aralarında toplumsal ve kültürel etkileşim oluşuyor, bu oluşum çevrelerindekilere de yansıyordu.
Barış dönemlerinin sağladığı fırsatlardan bazıları da diplomatik elçilerin gidip gelmesi, karşılıklı ticaretin artması, öğrenci ve doktor değişimi, işi olanların İberya Yarımadası’nın her yerinde rahatça dolaşabilmesi gibi eylemlerdi ki, bunların hepsi sosyal ve kültürel ilişkileri geliştiriyordu.
İber Yarımadası’ndaki bütün egemenlerin başına gelebilecek türden yaygın bir olay daha vardı ki, o da bir diğerinden korkan hükümdar ya da kralın üçüncü birine, ya korunma ya da yardım isteme amacıyla sığınmasıydı. Bu türden olaylar bütün Endülüs tarihi boyunca görüldü; Hem Hıristiyanlarda hem Müslümanlarda.
Endülüs hanedanlarından bazıları, Hıristiyan krallardan siyasi sığınma hakkı istemişti. Bunu genel Endülüs tarihinden biliyoruz. Bu durumda, göç ettikleri o yerde uzun yıllar kalıyor, hatta kimileri geri dönemeyerek orada ölüyordu. Bu kişilerin, kaldıkları Hıristiyan ülkesinde kültürel gelişime olağanüstü katkıları oldu.
Kimi İberyalı krallar da zaman zaman Endülüs’e hatta daha da ileri giderek Afrika’ya sığınıp, Müslümanlardan yardım dileğinde bulundu. Örneğin Leon Kralı 2. Fernando’nun 1167 yılında Merakeş’e giderek Halife Ebu Yakub Yusuf’a sığınmış, ondan düşmanlarına karşı destek istemişti. Navarre Kralı 7. Sancho da 1199 yılında Halife el-Nâsır’a sığınmış, orada iki yıl kadar kalarak Muvahhidlerle arasındaki dostluğu geliştirmişti.
İşte böylece İberyalı kralların Endülüs ve Afrika saraylarına gitmeleri sayesinde Endülüs kültür ve uygarlığının Hıristiyanlara biraz daha bulaşması yolu açılmıştı.
İberya’da bir de paralı askerler konusu var. “Mürtezıka” olarak anılan paralı askerlerin Endülüs ordularında kullanılmasına daha 1. Abdurrahman zamanında başlanmıştı. Çoğu gönüllü maceraperestlerden oluşan bu halk güçleri Müslümanların yanında İberyalı Hıristiyanlara karşı seferlere katılmıştı. Müslümanlar ile iç içe yaşadıkları için, onların kültür ve yaşam tarzlarını öğrenmiş, kendi ülkelerine döndüklerinde ise, bu görüp öğrendiklerini Hıristiyan yurttaşlarına iletmişlerdi. Daha önce sözünü etmiş olduğum şu ünlü “el-Cid” bunun en güzel örneklerinden biridir.
Mürtezıka denilen bu askerler yoluyla da gerek siyasal, gerek askeri gerekse toplumsal konularda Endülüs uygarlığından Hıristiyan İberyalılara sayısız kültür değeri aktı. Nitekim Orta Çağ İspanyolcası kapsamında çok sayıda Arapça kökenli sözcük bulunması bu nedene de bağlanır.
Bütün bunlardan sonra bir de İberyalı ve Avrupa’nın diğer ülkelerinden buraya gelen/gönderilen öğrenciler konusu var. Bu, belki hepsinden de önemli. İzleyecek bölümde gerek onu gerekse eğitim ile bağlantılı birkaç konuyu daha ele almak niyetindeyim.