Saraya vardığımızda, Adoniram bizi dosdoğru Kral Süleyman’ın önemli konuklarını kabul salonu olduğunu sonradan öğrendiğim yere götürdü.
Bize, şimdi Kral Süleyman’ın yanına gireceğimizi söyleyerek, şöyle bir tembih geçti: «İçeride çevreyi gözden geçirin. Ne denli yüksek düzeyde bir yere gelmiş olduğunuzu anlamaya çalışın. Ancak soru sorulmadıkça ya da mutlaka bir şey söylemek gerekmedikçe konuşmayın. Hele tapınakta yapmış olduklarımıza ilişkin her kim her ne sorarsa sorsun hatta bu Kral Süleyman bile olsa yanıtlamayın. Zorda kalırsanız sözü bana yönlendirin, “Bu soruyu Adoniram yanıtlar.” gibi bir şey söylemekle yetinin.»
Yüzümüze baktı: «Anladınız mı?»
Yanıt vermedik. Sadece olumlu anlamda başımızı salladık.
Gülümsedi.
Susmayı ve sır saklamayı bilmeli, birbirimize kardeşçe bağlı olmalıydık.
Bilimsel nitelikli bilgi ve akıl verilerinden yararlanarak gerçekleri araştırmak, insanların ortak barış, esenlik ve mutluluğu için çalışmak yetmez. Gerçekleri arayanları yollarından döndürmeye, yıldırmaya ve uğraşılarını engellemeye, insanlığın genel yararına sundukları bulgularını salt kendi çıkarları için ve kötü niyetle kullanmaya kalkışanlar olabilir.
Gerçekleri araştıranlar, gözlerini açmalı, her zaman uyanık olmalı, çevrelerini kollamalıdır. Başkalarından önce kendilerini korumasını bilmelidirler ki, başkaları için olan iyi, güzel ve yararlı tasarımlarını eyleme koyabilsinler.
Görkemli, çift kanatlı bir kapalı kapının önünde elinde kılıcıyla duran ve buradaki koruyucu olduğu açıkça belli görevli, Adoniram’ı görünce saygıyla yana çekildi. «Girecek misiniz?» diye sordu.
«Evet!» dedi Adoniram.
«Tek başına mı, yanındakiler de mi?»
«Hep birlikte.»
«Onların buraya girmeye yetkisi var mı?»
«İstersen her birini tek tek sınayabilirsin ama ben senin onların bildiklerini bildiğini sanmam çünkü onlar üst düzey ustalardır. Sırları bilirler. Sorarsın, sonra bir bakarsın ki onların seni sınamaya alır.»
Sanırım bu söz üzerine koruyucu zor duruma düşebileceğini düşünerek çekindi. Oysa Adoniram’ın dediği gibi olsaydı, sonucu nasıl gelirdi bilemem. Bizim ne üstünlüğümüz vardı ki?
Koruyucu kapıya doğru uzanınca Adoniram, «Hayır. Ben vuracağım.» diyerek onu durdurdu. Oysa ben onun kapıyı açacağını sanmıştım. Adoniram öyle deyince dank etti kafama. Öyle ya, herhalde paldır küldür, izin verilmeden girecek değildik kralın kabul salonuna.
Adoniram kapıya garip bir şekilde vurdu. Öyle “tık tık” tarzında değil, âdeta bir şifreli gibi. Kim bilir, belki de onun kapıya vuruşu, kendine özgü tarzı öyleydi, “Adoriram geldi.” dercesine.
İçeriden birisi kapının bir kanadını araladı. Galiba şöyle bir dışarıya baktı. Ben kapının o aralanan kanadının arka yanında olduğum için görmedim ama kapıyı aralayanın Adoniram’ı görmüş olduğundan kuşku yok.
Kapı yine kapandı. İçeriden kapıyı aralayan her kimse ilgililere Adoniram’ın gelmiş olduğunu söyleyip kabul edilip edilmeyeceğini soruyor olsa gerekti. Ben öyle tahmin ettim ama yanılabilirim de.
Koruyucuya şöyle bir göz attım. Az geriye çekilmiş ama çok da uzaklaşmamış, hiç kıpırdamadan, yüzünden ne düşündüğü belli olmaksızın öylece duruyordu. Bozulmuş muydu acaba?
Çok geçmeden kapı yine açıldı; ancak bu kez ardına kadar.
Adoniram girmedi. Eliyle bize gelmemiz için işaret etti. Bizi öne geçirdi.
Bir kez daha şaşkınlığa uğradım. Şimdi size söyleyince siz de şaşıracaksınız.
Bizi burada karşılayan ve sonradan Kral Süleyman’ın kabul törenlerini yönetmekle görevli kişi öğrendiğim kimdi biliyor musunuz? Önceki ustam Akizar… Demek artık mesleği bırakmış, Kral Süleyman’ın hizmetine girmişti. Sanırım diğerleri de, en azından Selek ile Yosafat benim gibi şaşkınlığa uğramıştır.
Biz içeriye girdikten sonra Akizar bizi kapının az ilerisinde yan yana dizdi; Adoniram ise az öteye geçti. Bir başkasının arkamızda kalan kapıyı kapattığını sezdim.
Kocaman, yüksek tavanlı bir salondu burası. Ben aslında çok zengin döşemeli, süslü püslü olmasını bekliyordum. Hayır, aksine pek sadeydi. Üstelik tüm duvarlar kapkara perdelerle kaplanmıştı ve bu durum bence salona bir de büyük ölçüde kasvet veriyordu çünkü tüm salon orta yerde duran ve topu topu yedi kandilli bir şamdan ile aydınlatılmıştı; hani o tapınağın iç bölmesindeki şamdanın bir benzeri. Bu görünümüyle sanki kralın kabul salonu değil de bir yas tutma yeri gibiydi.
Kral Süleyman’ı daha önce birkaç kez görmüştüm. Ara sıra tapınak inşaatını denetlemeye gelirdi.
Tam karşımızdaki tahtta oturuyordu. Giyimi, kuşamı onun “kral” olduğunu açıkça belli ediyordu. Yanında da birbirinden farklı biçimlerde kuşanmış kişiler vardı. Kim bilir, belki üst düzey devlet görevlileri belki hatırı sayılır konuklar… Kimilerini gözüm ısırıyordu ama hem uzak oldukları için hem de salonun loşluğu nedeniyle pek çıkaramıyordum.
Biraz daha dikkatle, gözlerimi kısarak süzdüm.
Tamam. O kişilerden biri Harodim Prensi Tito idi… Onu epeydir görmüyordum ama burada bulunuşunu doğal karşıladım. Tören işlerini Akizar yürütüyorsa, o niçin olmasın.
Birisi Sur Kralı Hiram’dı… Yıllardır onu da hiç görmemiştim. Burada ne işi vardı acaba? Eh, olamaz mı? Araları iyi. Görüşmeye gelmiştir. Ancak onların görüşmelerinin arasında bizim işimiz ne?
Tito’nun yanındaki Adoniram’ın babası Abda… Hayret!... Demek onun da bir üst düzey görevi vardı. Bunu bilmiyordum.
Ötekiler ise hiç görmemiştim; tanımıyordum. Belki görmüşlüğüm olabilirdi ama hatırlamıyordum.
Süleyman, «Anlat bakalım Adoniram. Seni dinliyoruz.» dedi.
“Eyvah!” diye bir düşünce geçti içimden, “Şimdi her şeyi anlatacak mı? Olmaz. Olmamalı. Ötekileri bilmem, belki öğrenmeye yetkilidirler ama burada Sur Kralı Hiram da var. Ne hindir o!... Şimdi bir de neler yapmış olduğumuzu öğrenirse…”
Hiç de tasalandığım gibi olmadı. Adoniram, son derecede esnek, ancak anlayanın anlayabileceği bir yanıt verdi: «Görev, buyurmuş olduğunuz üzere, bu altı bilinçli ve birbirine bağlı ustamız tarafından başarıyla yerine getirilmiştir.»
Bunun üzerine Süleyman, «Çok iyi.» dedikten sonra, Adoniram’dan bizi tanıtmasını istedi. O da her birimizi, kısaca gelmişimiz, geçmişimizle anlattı.
Süleyman, her nedense bana takıldı. «Yohaben, seni özellikle kutlarız.» dedi. «Nasıl oldu da bu genç yaşında böyle ileri düzeyde bir usta olabildin?»
En genç olan ben değildim ki… Adoniram’a baktım. O da bana göz ucuyla yanıtlamamı işaret etti.
Ne demeliydim?... Bir kralın böyle bir sorusunun yanıtı nasıl verilirdi?... Zaten Adoniram anlatmamış mıydı? Ağzımdan «Bir şey başarabilmişsem, bu Ustam Akizar’ın sayesinde, onun verdiği eğitim ve yönlendirmeyle gerçekleşmiştir.» sözleri döküldü.
«Biz senin neler yapmış olduğunu biliyoruz.» dedi Süleyman, «Peki, söyle bakayım bize, bir duvar örme ustası olmanın ötesinde, son yaptığın görevden memnun musun?»
«İyi ve yararlı bir şey yapabilmişsem, onunla onur duyarım.» diye yanıtladım.
«Akizar, seni de kutlarız.» dedi Süleyman, «Gerçekten de üstün düzeyde ustalar yetiştirmişsin.»
Sonra bir kez daha bana döndü: «Yohaben, senden özel olarak bir başka iş isteyeceğiz. Bunun için daha sonra seni çağırtacağız. Ancak öyle bir iş isteyeceğiz ki, bak, şu vazoyu görüyor musun? İşte onun gibi olmalısın. Ne dersin? Kabul mü?»
Hiç kıpırdamadan o yana, gösterdiği vazoya kaktım.
Kocaman, neredeyse bir adam boyundaydı. Bu bakımdan vazodan da öte bir nesneydi. Küp gibi bir şey…Eşit kenarları olan üç boyutlu bir geometrik biçim, o sık sık kestiğimiz, işlediğimiz, kullandığımız, şu son birkaç günde karşılaştığım pürüzsüz taşlar da birer küptür bu da… Sözcük aynı, biçim çok farklı. Acaba düşünsel bakımdan da bağdaşması söz konusu olabilir mi bunların?... Üzerinde hiçbir işleme, süs yoktu. Uzaktan bakıldığında nasıl üretilmiş olduğu da belli değildi; ya taştan oyma ya da bir çömlekçi üretimi olsa gerekti. Çömlekçi ürünü ise içi mutlaka kaplanmıştır; sırla… Sır… Bunda da sözcü aynı ama anlam farklı. Acaba biri ötekinden mi alınma?
Vazo, dıştan görünümü bakımından sanki pek de özenilmemiş, bitirilemeden yarım kalmış gibiydi. Böyle bir nesnenin Kral Süleyman’ın kabul salonunda işi ne?... Buna akıl erdiremedim. Ağzının üzerine de bir kapak yerleştirilmişti; en çok o dikkatimi çekti.
Bu vazoda bir gariplik vardı. Sanki hiç kullanılmamak üzere, içine hiçbir şey konulmamak ya da içine her ne konursa bir daha çıkarılmayıp onu orada öylece tutmak üzere yapılmış gibiydi.
Acaba bununla burada bir şey mi anlatılmak isteniyordu? Hani “Burada her ne konuşulursa burada kalacaktır.” gibisinden…
Belki de öyle bir şey yoktu ama ben kendi başıma öylesini varsayarak zihnimi zorladım.
Bilimsel nitelikli bilgiyi olur olmaz her yerde apaçık ortaya sermemeyi bilmek ve bundan kaçınmak gerekir ama bu yetmez. Niçin böyle bir tutum benimsemek gerektiğini de bilmeli, anlamalı, uygulamak için bunun gereğine ve doğruluğuna inanmalıyız.
Başkalarının duyması ve öğrenmesi gerekmeyen, bundan hiçbir yarar elde edilemeyecek, aksine belki de birtakım kişilerce öğrenilirse toplum için zararlı olabilecek bilgiler vardır. Onları özenle korumalıyız.
Sonuçsuz tartışmalara yol açabilecek, uzlaşma olanağı bulunmayan, ortak gelişim bakımından ne paylaşım ne yarar sağlayabilecek konular üzerinde uzun uzadıya konuşup tartışarak boşuna zaman yitirmekten de sakınmalıyız. Hiç de anlatılması gerekmeyen şeylerden söz etmenin hiçbir anlamı ve yararı yoktur.
Hiçbir sır bireye özgü kalmamalıdır. Zaten bireyin kendine saklı tuttuğu bilgi sır bile olmaz. Onu özenle seçilmiş, güvenilir kişilerle paylaşmak gerekir. Bu paylaşım olmazsa, saklanan bilgi bir gün herhangi bir nedenle yitirilebilir.
Yitirilmiş olan bilimsel nitelikli bir bilginin yeniden kazanılması insanlığa çok zaman harcatır; üstelik çok pahalıya mal olur. Bu nedenle, gelişigüzel bir şekilde ulu orta açıklanmamalı ama yitirilmemesi, onu edinmeye hakkı olan kişilerin gerektiğinde ona ulaşabilmesi için de sıkıca korunmalıdır.
Bu düşünüler zihnimden yıldırım hızıyla geçti. Krala ne diyebilirdim? «Buyruğunuz olur. Mimar Adoniram ustamızın izniyle hizmetinizdeyim.» diye yanıt verdim.
Bunun üzerine Süleyman ona seslendi. «Ne diyorsun Adoniram? Bak senin iznin olursa diyor.»
Adoniram da elbette vermesi gereken yanıtı verdi: «Kralımızın buyruğu bizim izin vermemizi gerektirmez.»
Süleyman Akizar ustaya dönerek, «Görevlerini başarıyla bitirmiş ustalarımıza yer göster. Onlarla işimiz daha bitmedi ama biraz beklesinler. Biraz da ülkemizde devlet işlerini nasıl yürüttüğümüzü izleyip, bu konuda da bilgi edinsinler. Çünkü hiç kuşkum yok ki onlar da bir gün bu görevlere getirilecektir.» dedi.
Akizar bizi peşine takarak, salonun öteki yanındaki bir sedir üzerine yan yana oturttu.
Bundan sonra Kral Süleyman yanındakilerle çeşitli konularda kimi zaman alçak, kimi zaman yüksek sesle görüşmelerde bulundu. Biz de kulak kesilerek ne konuştuklarını anlamaya çalıştık.