Yazar, varoluşçuluğa dair izlerin de olduğu, bu kitabında adeta hayatından izler taşıyan, ''Mutlu ölmek ne demek ve nasıl olur?'' sorularına cevap ararken bizleri yani okuyucuları düşündürmek için teşvik eder; kendisi bu soruların cevaplarını Aristoteles'in mütemadiyen baş vurduğu bir yöntem olan, ''Reductio ad absurdum'', metodunu kullanmıştır. Roman, zamanın elde edilebilirliği ile çatışan kişiyi yani romanın asıl kahramanı olan Mersault'u ele alır. Kahramanımız, Zagreus'un parasını almak için onu öldürerek ''zamanı öldüren şeyin aslında çalışarak para kazanmak olduğunu ve bunun yerine bir anda ve sadece birini öldürerek (!) edinilen para ile daha verimli yaşamayı'' konusundaki absürtlüğü ele alır. Roman sondan başa doğru ilerlemektedir. Kahramanın fark ettiği üzere zamanın otoritesi bireyselliğin çok üstünde olmuştur. Yani burada satın alınabilecek şeyin zamanın değil, ancak; bireylerin olduğudur. Bireylerin satın alınması ise paranın elde edilmesiyle olacaktır. Romanın başında öldürülen Zagreus sadece paranın eldesine yol açmış hiçbir şekilde zamanın ötesine geçilememiştir ve hala mutlu yaşamın cevabına ulaşılamamıştır. Zagreus öldürülmeden önce Mersault'un da buyurduğu gibi ''Elimden gelse yaşamımı kendime değil, kendimi yaşamıma deney yapardım.'' Bu sefer kahramanımız, başka bir şehire, Çek Cumhuriyet'inin başkenti olan Prag'a, yolculuk eder. Orada geçirdiği süre zarfında, monoton bir hayata sahip olduğunu ve zamana sahip çıkmanın ve ötesine geçmenin ancak bireyin kendisiyle ve çevresiyle uyum içinde yaşayarak aşılabileceğini okuyuculara ''Dünyanın karşısındaki ev'' bölümünde göreceli olarak anlaşılır hale geliyor. Mutlu ölüm olmasa da mutlu yaşamın temelleri burada atılıyor. Bu bölüme büyük katkı sağlayacağını düşündüğüm, En muhterem M. Remzi Sanver'in kitabından alıntı yaparak ek not düşmek istedim: ''Kişinin hayatının anlamlı mı yoksa boşuna mı geçtiğini tayin edecek olan da budur: kendi içindeki huzuru ve ahengi tesis etmek ve bu sayede evrensel ahengin aksamayan bir parçası haline gelebilmek; varoluşun, hayatın ve kendi hayatının manasını sezip arzularını ve nefsini bu manaya uygun bir şekilde yönlendirebilmek. Bunlar büyük ve iddialı lâkin ulaşılması mümkün hedeflerdir; gerçekleştirilmesi imkânsız ham hayaller yahut da entelektüel tatmin gayesini güden felsefi spekülasyonlar ise kesinlikle değillerdir. Ve insan bunu yakalayıp anladığı gün, kâinatın o eşsiz ahenginin bir parçası olacak, kendi kaderini kendi eline aldığını hissedecek. Bu ise ona başka hiçbir şeyin veremeyeceği bir güveni verecek. O gün yere daha sağlam bastığını görecek, nabzının her atışında gezegenlerin güneşler etrafındaki dönüşlerinin ritmini duyacak ve bu suretle aldığı her nefesin eşsiz bir ahengin vazgeçilmez bir parçası haline dönüştüğünü hissedecek. Bu da ona gerçek saadeti getirecek.'' Hocamıza göre bunu başarabilmek ise ölüm korkusunu geride bırakarak iyi yaşamayı ve iyi ölmeyi öğrenebilmek, ölümsüzleşmek yani tanrısallaşmaktır. Romanın baş kahramanı olan Mersault anlaşıldığı kadar bir akciğer zarı hastalığı olan Plörezi hastalığına yakalanır ve bu hastalık döneminde mutlu ölümün nasıl olabileceğini anlamaya başlar. O halde yazımızı sonlandırırken Albert Camus’un ‘’Mutlu ölüm nedir?’’ sorusuna karşılık aradığı cevabın filizlerini, En muhterem M. Remzi Sanver'in adeta bu soruya vermiş birkaç satırlık cevapla açıklayalım: ‘’Kâinatı avuçlarının içine almayı başarmaktır; bunu başarmak günlük hayatın dar kalıplarının insanın benliğinde biriken küllerini temizlemek, herkesin içinde zaten mevcut olan o ilahi ışığı uyandırabilmektir. Roman göre, mutsuz ölümün ise bunu başaramamış kişilerde ölüm anında hissedilen pişmanlıktır.’’