Öndeyiş
Honeste vivere (dürüst yaşamak)
Alterum non laedere (hiç kimseyi incitmemek)
Suum cuique tribuere (herkese kendi hakkını vermek)
Marcus Aurelius’un adı anıldığında, insan kaçınılmaz olarak, Platon’un ünlü sözünü anımsıyor: “Hükümdarlar filozof, filozoflar hükümdar olsaydı, kentlerin yüzü ışırdı.”
Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümdarlar arasında, belki de çok azı Marcus Aurelius gibi, hem filozof, hem hükümdardı. Belki de Marcus Aurelius, hükümdar olduktan sonra filozof olmaya kalkışsaydı, kolay kolay gerçekleştiremezdi bunu. Marcus Aurelius filozof olmasaydı da, Roma’nın en ünlü, en başarılı imparatorlarından biri olur muydu? Bu soruyu yanıtlamak güç-belki de gereksiz-görünüyor.
Sık sık, uzun süreler Roma’dan ayrı kaldı. Ön Asya’da, Suriye’de, Mısır’da, Yunanistan’da, savaşın sürdüğü Tuna yakasındaki ülkelerde, Avusturya’da, Moravya’da, Yunanistan’da görüyoruz onu. Marcus’un Düşünceler’inin büyük bir bölümü bu ülkelerde yazılmıştır; bu bölümlerin kimilerinin-örneğin II. Kitabın-başında, “Gran ırmağı kıyısında Quadi topraklarında yazıldı” sözcükleri yer alıyor. Aynı biçimde, III. Kitabın başında da, “Carnuntum’da yazıldığı” belirtiliyor.
Eski Stoacılık
Stoacılığın MÖ 300’de Atina’da Kıbrıslı Zenon tarafından kurulduğu kabul edilir. Eski İyonya felsefesinin, özellikle de Herakleitos’un etkisindeki Stoacılığın tümtanrıcı ve maddeci dünya görüşünün temelinde, güç ve gerilim fikrî yatar. Gücün cisimden ayrılmaması onun cisimsel olduğunu gösterir. Bu güç, dünyanın ruhudur, Tanrıdır. Evrende her şey birbirine bağlıdır, dünya ruhuyla doludur, bu ruh ise hiçbiri yazgıdan kaçamayan şeylere can verir.
Zenon’a göre, erdem; bütünlüğe ve dinginliğe ulaşmış bir zihin durumu olarak her zaman yararlı, erdemsizlik ise, parçaları arasında sağlam ilişkilerden yoksun, dolayısıyla huzursuz bir zihin durumu olarak her zaman zararlıdır. Bunların dışında her şey mutluluk açısından görecedir; çünkü örneğin, sağlık da, zenginlik de hem iyiliğe, hem kötülüğe yarayabilir. Erdemli insan, mutlu olabilmenin bütün koşullarına sahiptir.
Dolayısıyla mutluluk, insanın doğma, yetişme ve yaşama koşullarına bağımlı değildir. Her insan doğal us yürütme yeteneğiyle iyi yaşama ulaşabilir. Değerlerinin doğruluğunun ya da yanlışlığının ölçüsü ise, kişinin duygusal denge ya da dengesizliğidir.
Korku, tutku, üzüntü gibi duygusal çalkantılar erdemsizliğin göstergeleridir; çünkü güçsüz ve kendi içinde bölünmüş bir zihinden kaynaklanırlar. Oysa her zaman iyiye sâhip olan erdemli insan, dengeli ve dingindir; sıradan insanları sarsan geçici olaylar onun erdemini etkilemez.
Erdemli insan, kendisinin ve başkalarının maddi koşullarını iyileştirmek için çalışır, ancak bu eylemlerinin değeri, dışarıdan bakıldığında görülen başarısıyla değil, yöneldiği amacın erdemliliğiyle ölçülür.
Bu ahlâk görüşüyle Stoacılık, Antikçağ’ın en etkili felsefe görüşlerinden biri oldu; çünkü geleneksel ırk, toplumsal konum ve cinsiyet sınırlarını aşarak, ortak bir insanlık ülküsü geliştirdi. Aynı zamanda toplum için üyelerinin ahlaklılığına ve usa dayalı bir “doğal hukuk”un geliştirilmesine katkıda bulundu. Bu yüzden Stoacılık bütün Antikçağ boyunca MS 2. yüzyıla değin yandaş buldu.
Felsefeyi ilk kez,
1. Mantık,
2. Fizik (metafizik) ve,
3. Etik .
olmak üzere üç dala ayıran filozofun Zenon olduğu söylenir. Zenon metafiziği, Sokrates-öncesi doğa felsefesinin metafiziğine, özellikle Herakleitos’un öğretisine dayanır. Buna göre, yalnızca maddi olan, cisimsel olan asıl gerçektir; çünkü yalnız maddi olan varlık bir şey yapmaya ve bir şey yapılmaya elverişlidir; bundan ötürü, evrenin ilkesi maddi bir şeydir. Bu ilke de; bir etkin, bir de edilgin öğe içerir: devindiren “neden” (etken) ile devindirilen ilk madde (protohyle).
Klâsik Stoacılıkta evren, tanrısal olarak belirlenmiş bir olaylar dizisinden oluşur. Her şeyi kapsayan ussal bir etken olan tanrısal bir ilke, bütün evrene biçim ve yön verir. İnsan zihni de tanrısal usun bir “parçası” olarak evreni kavrayabilir.
Ancak ölümünden sonra Stoa okulunun başına geçen Assos’lu Kleanthes, öğretiyi bütünüyle benimseyerek geliştirmiştir. Böylece, Stoacılık; Zennon’dan, Epiktetos’a, Epiktetos’tan Marcus Aurelius’a dek, bölünmez bir bütün oluşturur. Stoacı ahlakın ana fikrî, yüce ‘iyi’nin, erdeme ulaşmak için gösterilen çabada bulunduğudur.
Erdemde ve kötülükte basamak yoktur; bütün kötülükler birdir. Bilge kişi; erdemi, dolayısıyla da mutluluğu elde etmiş kişidir. En yüce iyilik erdemdir. Erdem doğaya uygun olarak yaşamaktır. Doğaya uygun olarak yaşamaksa usa uygun olarak yaşamaktır. Erdem insanın kendi benliğinde uyum sağlamasıdır; benzerleriyle, giderek tüm doğayla uyum içinde yaşamasıdır.
Zenon’a göre, mutlu olmak için erdem yeterlidir. Erdem tek başına eksiksiz bir mutluluğu sağlayabildiğine göre, erdem dışında hiçbir şey bir değer sayılamaz; bu nedenle, sıradan insanların değer saydıkları şeyler, zenginlik, maddi zevkler, ün, saygınlık, sağlık, dahası yaşamın kendisi bile bilge için ilgisiz kalınacak şeylerdir.
Orta Stoa
Stoacılık MÖ 2. ve 1. yüzyıllarda, felsefe öğretilerini birbirine yaklaştırma çabası göstermiştir. Orta Stoa adıyla anılan bu dönem Stoacılığı, Platon ve Aristoteles felsefelerinden birçok düşünceler alıp bunları kendi öğretisiyle kaynaştırmış, bütünleştirmiştir. Böylece, Eski Stoa’nın (Zenon, Kleanthes, Khrysippos’un) ahlâk anlayışı daha ılımlı bir hale gelmiş, Stoacılığa duyulan kuramsal ilgi artmıştır.
Yeni Stoacılık ya da Roma Stoacılığı
Roma, Stoacılığı önce Orta Stoa öğretisinin eklektik biçimiyle tanımıştı. Bu eklektizme karşı Roma’da doğan tepki; bir yandan Eski Stoacılığın başlıca köklerinden biri olan kinizmin yeniden uyanması, giderek gezici kinik vaizlerin türemesi; öte yandan da, Yeni Stoa ya da Roma Stoası denen bir akımın ortaya çıkması olmuştur; bu akımın amacı, Eski Stoa öğretisini yeniden kurmaktı. Bu akımın başlıca temsilcileri Seneca, Epiktetos ve Marcus Aurelius’tur. Roma Stoacılığının bu üç büyük temsilcisinin ortak yanı, öğretinin ağırlık merkezine ahlakı yerleştirmeleri olmuştur.
Marcus Aurelius’un Stoacılığı
Roma Stoacılığının üçüncü önemli temsilcisi Marcus Aurelius’un, Stoacı öğretilerin zamanla, başlangıçtaki gerek fiziksel gerekse mantıksal alandaki sistematik güçlerini büyük ölçüde yitiren, ahlaksal yanı gittikçe daha ağır basan bu öğretinin büyük ölçüde etkisi altında kalması doğaldı; çünkü imparatorun hocaları ve dostları arasında, ona Epiktetos’u tanıtan Iunius Rusticus; Apollonius; Claudius Maximus ve Cinna Catulus gibi kimseler bulunuyordu.
Stoa felsefesinin dinsel yanı, en güçlü biçimde Marcus Aurelius’ta görülür. Seneca da, Marcus Aurelius da ruhun ölümsüzlüğüne inanırlar; oysa Epiktetos ölümden sonraki bir yaşamın varlığını kabul etmez.
Marcus Aurelius’un imparator oluşu, görevinin yüksek sorumluluğunun bilincinde olmasını gerektiriyordu. Marcus Aurelius’un, bu “içebakışı” nedeniyle, Düşünceler adlı yapıtı kimilerince, “Kendime Bakışlar” diye de anılır. Kendi kendisiyle söyleşidir “Düşünceler” baştan sona. Kitap boyunca, Marcus Aurelius, kendi kendisine öğütler veriyor, uyarılarda bulunuyor.
Düşünceler’de, Marcus Aurelius’un, “ideâl” insan-olmak değilse de-olabilmek, olmak yolunda kendini geliştirme sürecini buluyoruz. Düşünceler’de, Marcus Aurelius’un içsel yaşamını buluyoruz. Stoacı dünya görüşü açısından, evrende, doğaya, günlük olaylara, insanlara, insanın çeşitli hallerine, duygularına, tutkularına, insan ilişkilerine Stoacı bir görüngeden bakıyor Marcus Aurelius.
Bunlara Düşünceler’den alıntılarla örnekler verelim:
Evrenin birliği: Her şey birbirine bağlıdır, onları birbirine bağlayan bağ kutsaldır: hemen hemen hiçbir şey insana yabancı değildir. Çünkü her şey birbirleriyle ilişkili olarak düzenlenmiş olup, birlikte evrenin düzenini oluştururlar. Varolan bütün şeylerden oluşan bir tek dünya vardır, onları kuşatan Tanrı tektir, öz tektir, yasa tektir, tüm düşünen varlıklarda ortak olan us tektir; gerçek de tektir, eğer aynı türden olan ve aynı usu paylaşan tüm varlıkların yetkinliği doğruysa.”
Yaşam: “..her birimizin yalnızca şimdiki zamanda, bu kısacık anda yaşadığını unutma; geri kalan günlerimiz ya çoktan geçip gitmiştir ya da bilinmeyen gelecektedir. Dolayısıyla her birimizin yaşamı kısadır...”
Ölüm: “..insan yaşlı da ölse genç de ölse, ölünce aynı şeyi yitirir: şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çünkü sâhip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sâhip olmadığı bir şeyi yitiremez.”
“Ölüm anında kendi kendine şöyle diyebiliyorsan, şu dünyadan çekip gitmek senin için daha kolay olacaktır: ‘Çok tuhaf bir yaşamı ardımda bırakıyorum; uğrunda onca çaba harcadığım, onlar için onca yakardığım, öylesine özen gösterdiğim arkadaşlarım bile, belki de, ölümümden ötürü bir anlamda ferahlayacaklarını umarak, çekip gitmemi istiyorlar.’ Öyleyse bu dünyada daha uzun yaşamak için neden var mı?
Ama bunun için, arkadaşlarından daha az sevgiyle ayrılmamalısın, tersine, kişiliğine uygun olarak, onlara dostluk, iyilik, sevecenlik göstermelisin.”
Zaman: Marcus Aurelius, zamanın hızla akışını: “insanın uçarken görüp gönül verdiği bir serçenin daha ona sevdalanır sevdalanmaz, kanat çırparak gözden yitip gidişine” benzetiyor.
Her şeyin sürekli bir akış içinde olması: Düşünceler’in birçok yerinde karşılaştığımız, “akan ırmak, ya da “akan madde” imgesi, “panta rei” (her şey akar) diyen Herakleitos’tan esinlenmiş olsa gerek: “özümüz, artsız aralıksız bir akış”tır, diyor Marcus Aurelius.
“Kumulların üst üste yığılarak öncekileri gizlemeleri gibi, yaşamda da geçmişteki olayların, ardından gelenlerce hızla gizlenip yok olduklarını düşün...”
Değişim-dönüşüm: “Her şey dönüşür, sen de sürekli bir dönüşüm içindesin ve bir anlamda, sürekli bir çözülme içinde. Tüm evren de böyledir.”
Ünün geçiciliği: “En uzun süren ünler bile kısadır; (...) kısa bir süre sonra ölmeye yazgılı bir zavallı ölümlüler kuşağından ötekine geçer onlar da.”
İnsan ilişkileri: Yaşamını bir imparator yalnızlığı içinde geçiren Marcus Aurelius, insan ilişkilerinin değerini derinden duyuyordu: “Bugüne dek, tanrılara, ana babana, kardeşine, karına, çocuklarına, öğretmenlerine, eğitmenlerine, arkadaşlarına, akrabalarına, hizmetçilerine nasıl davrandın? Şimdiye dek onların hepsine ‘hiç ‘hiç kimseye doğru olandan başka hiçbir kötü şey söyleme, hiçbir kötü şey yapma’ ilkesine uygun olarak mı davrandın?
Ne güzel şeyler gördüğünü, ne çok haz ve acıyı küçümsediğini, ne çok ün kazanma fırsatını dikkate almadığını, kaç vefasıza gönül borcu duyduğunu anımsa.”
İçine çekilme: “... İstediğin anda kendi içine çekilebilirsin; çünkü insanın çekilebileceği hiçbir yer kendi içinden daha dingin, daha erinçli olamaz; her şeyden önce de, içlerinde yalnızca düşünmenin bile kusursuz bir erinç verdiği ilkeleri varsa.
Bunca olumsuz, iç kapatıcı koşullarda, erdemi “biricik iyi” sayan, onu usla temellendiren bir felsefi öğretiyi benimseyip yaşam boyu onun ilkelerine bağlı kalan, “doğru” yaşamayı ilke, bilgeliği ideâl edinen, bu uğurda yılmadan çaba harcayan, sürekli olarak kendini denetleyen, kendi kendisiyle hesaplaşan bir filozof-imparatoru, yaklaşık iki bin yıl önce yaşamış Marcus Aurelius’u okumanın, kuşkusuz yalnızca yöneticilerde değil, tüm insanlarda, iyi, dürüst, ussal bir yaşam sürüp sürmediklerini irdeleme isteği uyandırabileceğini, onları günümüzde neredeyse sözlüklerden çıkarılmayı hak edecek bir anlam yoksulluğuna uğrayan, içi boş bir sözcüğe dönüşen “etik” kavramı üstünde düşündürebileceği umudunu taşıyorum.
(Şadan Karadeniz)
I. Kitap
Rusticus’tan: karakterimi düzeltip geliştirmem gerektiğini; kendimi sofizm tutkusuna kaptırmamayı, soyut sorunlar üzerine incelemeler yazmamayı, ahkam kesen nutuklar atmamayı.
Beni kışkırtan ve incitenlere kin gütmemeyi ve bana yeniden yaklaşmak istediklerinde, onlarla barışmaya hazır olmayı; özenle ve dikkatle okuma alışkanlığını, yüzeysel bir izlenimle yetinmemeyi, kim olursa olsun gevezelerle hemen aynı görüşü paylaşmaya hazır olmamayı; bana kendi kopyasını ödünç vererek Epiktetos’un notlarını tanıma fırsatı sağlamış olmasını.
Apollonius’tan: ahlaksal özgürlüğü, hiçbir şeyi rastlantıya bırakmamayı; mantık dışında bir an bile olsa başka hiçbir şeye bel bağlamamayı; en şiddetli acılarda, bir evladın yitirilmesinde, uzun süren hastalıklarda bile hep aynı kalmayı; onda, aynı insanın hem enerjik, hem de gevşek olabildiğinin canlı bir örneğini görmüş olmayı.
Sextus’tan: başkalarının iyiliğini istemeyi; örnek bir aile babası olmayı; doğaya uygun yaşama kavramını; yapmacık olmayan ağırbaşlılığı; arkadaş çevresinde sakınımlı ve özenli davranmayı; bilgisiz ve fikirleri bilimsel dayanaktan yoksun olanlara hoşgörü göstermeyi.
Hiçbir zaman öfke ya da başka duyguların en küçük bir belirtisini bile göstermemeyi, ama aynı zamanda hem duygularını belli etmemeyi, hem sevgi dolu olmayı; gösterişe kaçmadan övmeye hazır olmayı ve böbürlenmeksizin engin bir kültüre sâhip olmayı.
Maximus’tan: Cömertliğe, bağışlamaya, açıklığa eğilimli olmayı; zorla doğru yolda tutulan biri değil, doğruluktan ayrılmayan bir insan olduğu izlenimi vermeyi; hiç kimsenin onun tarafından küçümsendiğini ya da kendisinin ondan üstün olduğunu sanmamasına, ne de onun zayıf olduğunu düşünmesine yol açacak biçimde davranmamayı.
Babamdan: ölçülülüğü, inceden inceye düşünüp taşındıktan sonra alınan kararlarda direnmeyi; şan şeref sayılan şeylere aldırmamayı; işini sevmeyi ve işinde sebat göstermeyi; ortak yarara katkıda bulunabilecek durumdaki kimselere kulak verme eğiliminde olmayı; herkesi yan tutmaksızın, ödüllendirme isteğini; nerede ciddi, nerede bağışlayıcı olmak gerektiğini ayırt edebilme yeteneğini; oğlancılığın yasaklanmasını; başkalarına karşı anlayışlı olmayı, dostlara, ne pahasına olursa olsun şölenlerine katılmama ya da yolculukta ona eşlik etmeme özgürlüğünü bağışlamayı.
Dostlarına özen göstermeyi, onları sıkmamayı, ne de onlara düşkünlük göstermeyi; her durumda kendi kendine yetmeyi ve dinginliği. İleriye bakmayı, her şeyi, en önemsiz ayrıntıları bile düzenlemeyi, ama bunu gösterişsizce yapmayı.
Hiçbir zaman kaba, katı ya da sert olmadı, ne de “ter döktü!” denebilecek biriydi, tersine, tüm eylemleri tek tek düşünülmüştü; dingince, düzenli, sağlam, tutarlı bir biçimde. Sokrates için söylenen tam da ona uyardı: birçoklarının karşı koymak için fazla zayıf, kendilerini bırakmak içinse aşırı düşkünlük gösterdikleri bir şeyin tadına varmak kadar onsuz yapabilme yeteneğine de sahipti.
Düşünceler’in sistemli bir biçimde düzenlenmiş tek kitabı olan I. Kitapta, Marcus Aurelius, etik ve felsefi gelişimine katkısı olan insanlara (tanrılara da) duyduğu gönül borcunu dile getiriyor.
II. Kitap
Gran ırmağı kıyısında Quadi topraklarında yazıldı.
Nasıl bir evrenin parçası, dünyayı yöneten hangi varlığın türemesi olduğunun; sana ödünç verilen zamanın sanırlılığının, onu zihninin sislerini dağıtmak için kullanmadıkça, bu sınırlı zamanın yok olup gideceğinin, senin de yok olup gideceğinin ve o zamanın bir daha eline geçmeyeceğinin bilincine varmanın vakti geldi, geçiyor.
Yapmakta olduğun şeyi gerçek bir Roma’lıya ve gerçek bir insana yaraşır biçimde, azimle, gösterişten uzak, titiz bir ciddilik, özen, özgürlük ve doğrulukla yapmaya çalış; kendini tüm öteki uğraşlardan kurtar; her edimi, yaşamının en son edimiymiş gibi yaparsan, bunu başarırsın; her türlü hafiflikten sakınarak, mantığın kuralından sapmaksızın, ikiyüzlülükten, bencillikten, yazgının sana getirdiği her şeyden hoşnutsuzluk duymaktan kaçınarak. Dingin ve dindar bir yaşam sürmek için ne denli az şeyin gerektiğini göreceksin; çünkü tanrılar bu ilkelere uyan birisinden artık başka hiçbir şey istemeyeceklerdir.
Ama sakınman gereken bir şey daha var: her kim yaşam yorgunuysa, her atılımını ve her düşüncesini yöneltecek bir amaçtan yoksunsa, bir eyleme giriştiğinde aptallıklar yapar.
Her zaman, o anda yaşamı terk edecekmişsin gibi davranmalı, konuşmalı ve düşünmelisin. Ama insanları terk etmek, eğer tanrılar varsa, korkulacak bir şey değildir; çünkü onlar senin kötü bir şeye karışmanı istemezler.
Evrensel doğa, güç ya da yetenekten yoksun olduğu için, iyi ile kötünün ayrım gözetmeksizin iyi insanların da, kötü insanların da başına gelmesine izin vermek gibi ciddi bir yanılgıya hiçbir zaman düşmezdi. Gerçekten de, ölüm ve yaşam, ün ve tanınmamışlık, acı ve haz, varsıllık ve yoksulluk, hiç ayrım gözetmeksizin iyilerin de kötülerin de başına gelir, çünkü bunlar, başlı başlarına, ne doğru ne de yanlıştırlar. Bu nedenle de, ne iyidirler, ne de kötü.
Üç bin yıl ya da bunun on katı bile yaşasan, hiç kimsenin yaşamakta olduğu yaşamdan başka bir yaşamı yitirmediğini, yitirmekte olduğu yaşamdan başka bir yaşam yaşamadığını aklından çıkarma; bu nedenle en uzun yaşamın da, en kısa yaşamın da sonu aynı yere varır. Çünkü şimdiki zaman herkes için aynıdır, bu nedenle geçmekte olan da aynıdır; bunun için de yitirilen, bir andan başka bir şey değildir. Aslında hiç kimse ne geçmişi ne de geleceği yitirir, çünkü sâhip olmadığı şeyi kim alabilir ondan?
Öyleyse şu iki şeyi unutma:
• Birincisi, ezelden beri her şey aynıdır ve hep aynı döngü yinelenir, bunun için yüz ya da iki yüz yıl ya da sonsuz bir zaman için aynı görünümü görmek hiç fark etmez;
• İkincisi, insan yaşlı da ölse genç de ölse ölünce aynı şeyi yitirir; şimdiki zaman insanın yoksun kalabileceği biricik şeydir, çünkü sâhip olduğu biricik şeydir, hiç kimse sâhip olmadığı bir şeyi yitiremez.
Başına gelen herhangi bir şeye öfkelenmek evrenin doğasına aykırıdır; çünkü o tek tek bütün varlıkların özel doğalarını içinde barındırır.
Tek sözcükle, bedenimize ait olan her şey akan bir ırmaktır, ruhumuza ait olan her şey de salt düş ve yanılsamadır; yaşamımız yabancı bir ülkede savaş zamanı ve yolculuktur, ölümden sonraki ünümüz ise unutuluştur.
III. Kitap
Hippokrates birçok hastalığı iyileştirdikten sonra, kendisi de hastalanıp öldü.
Kalde’li yıldızbilimciler birçok kişinin ölümüyle ilgili kehanette bulundular, sonra onlar da yazgıdan kaçamadılar.
Büyük İskender, Pompeius ve Gaius Caesar birçok kenti yerle bir ettiler, on binlerce atlı ve yayayı savaş alanında kılıçtan geçirdiler, ama gün geldi, onlar da bırakıp gittiler yaşamı.
Herakleitos, dünyanın nasıl ateş tarafından yokedileceği üstüne öylesine uzun uzun tartıştıktan sonra, vücudu su topladı, bedenine inek pisliği sıvanmış olarak öldü.
Demokritos’u pireler öldürdü, Sokrates’i ise bambaşka bir pire türü. Bütün bunların anlamı nedir? Gemiye bindin, yolculuğu tamamladın, limana vardın: kıyıya çık. Başka bir yaşama doğru gidiyorsan, öte dünyada bile tanrılar eksik değil; öte yandan artık hiçbir şey duymayacağına göre acıları ve hazları duymayacaksın ve ondan üstün olduğu ölçüde ona hizmet edenden çok daha aşağı olan bedenin kabuğuna hizmet etmeyeceksin: çünkü biri zihin ve koruyucu ruhtur, ötekiyse toprak ve çürümüşlük.
Öyleyse, rast gele ve boş şeylerin, özellikle de merak ve kötülüğün düşüncelerinin arasına girmesine izin vermemelisin; sana ansızın “Şu anda ne düşünüyorsun?” diye soracak olurlarsa, hiç duraksamadan, açıkça “Şunu, şunu” diye yanıtlayabileceğin şeyleri düşünmelisin yalnızca. Öyle ki, içindeki her şeyin, yalın ve düzenli, haz ya da zevk, rekabet, kıskançlık, kuşku ve insanın onları düşündüğünü itiraf etmesinin yüzünü kızartacağı bütün öteki şeyleri aklından geçirmeyi küçümseyen toplumsal bir varlığa yaraşır olduğu yanıtından açıkça anlaşılsın.
Hiçbir zaman istemine karşı, bencilce, düşüncesizce ya da gönülsüzce davranma; birbirine karşıt nedenler sürüklemesin seni; düşünceni allayıp pullayarak güzelleştirmeye çalışma. Fazla konuşmaktan, gereğinden fazla işe kalkışmaktan kaçın.
İnsan yaşamında adaletten, gerçekten, ılımlılıktan ve yüreklilikten-kısaca, davranışlarının usa uygun olmasını sağladığı için kendi kendinden ve seçim şansı olmaksızın sana verdiğinden ötürü yazgıdan memnun bir zihinden- diyeceğim, bundan daha iyi bir şey bulabilirsen, bütün yüreğinle ona yönel ve bulduğun bu en yüce iyilikten yararlan. Eğer hiçbir şey sana, dürtülerine egemen olan, içindeki koruyucu ruhtan daha değerli görünmüyorsa ve içgüdülerine egemen olmayı, düşüncelerini inceden inceye gözden geçirmeyi, Sokrates’in dediği gibi, kendini duyuların ayartıcılığından kurtarmayı ve tanrıların yetkesine boyun eğmeyi ve başkalarına özen göstermeyi başarmışsan; bununla karşılaştırıldığında başka her şeyi önemsiz ve değersiz buluyorsan, içinde başka hiçbir şeye yer verme; çünkü bir kez yolundan ayrılıp başka bir şeye yönelecek olursan, sana özgü ve gerçekten senin olan biricik şeye, artık dikkatin başka yöne çekilmeksizin en yüce saygıyı gösteremezsin. Çünkü insanın ussal ve toplumsal iyinin karşısına, örneğin, kalabalıktan gelen övgüler, mevki, varsıllık ya da tensel hazlar gibi, farklı bir doğası olan şeyler koyması doğru değildir.
Öyleyse, derim ki, en iyi olanı yalın bir biçimde ve tam anlamıyla özgürce seç ve ona bağlan. “Ama iyi olan, yararlı olandır”. Eğer ussal bir yaratık olarak sana yararlı ise, seçimine sıkı sıkı tutun; ama sana yalnızca bir canlı varlık olarak yararlı ise, onu sına ve yargını büyüklük taslamadan sürdür; dikkat edeceğin tek şey, seçimini sağlam bir dayanağa göre yapmaktır.
Günün birinde seni verdiğin sözü tutmamaya, onurunu kırmaya, bir başkasından nefret etmeye ya da kuşku duymaya ya da onu lanetlemeye, gerçek duygularını gizlemeye yâhut duvarların ve perdelerin arkasında kalması gereken şeyleri arzulamaya zorlayabilecek hiçbir şeyi hiçbir zaman kendine yararlı sayma.
Beden, ruh, zihin: izlenimler bedene, dürtüler ruha, yargılar zihne aittir. İmgeler aracılığıyla izlenimler almak, hayvanlarla ortak yanımızdır; dürtüler tarafından kuklalar gibi oradan oraya oynatılmak; yabanıl hayvanlarla, doğaya karşı günah işleyen insanların, bir Phalaris’in ya da bir Neron’un bir özelliğidir.
IV. KİTAP
Sende hoşnutsuzluk uyandıran şey nedir? İnsanların kötülüğü mü? Şunları anımsa: ussal varlıklar birbirleri için doğmuşlardır; hoşgörü adaletin bir parçasıdır; insanlar istemeden kötülük yaparlar; birbirleriyle savaşırlar, birbirlerinden kuşkulanır, nefret ederler, birbirlerini yaralarlar, en sonunda da ölür, toprağa dönüşürler. Bir düşün bunu ve artık yakınma!
Zihninde tuttuğun ve sık sık başvurduğun ilkelere şu iki ilkeyi de ekle:
• Birincisi, dışsal şeyler zihnini etkilemez, her zaman onun dışında, devinimsiz kalırlar; bütün tedirginlikler içimizdeki düşünceden kaynaklanır.
• İkincisi, şu anda gördüğün her şey çok kısa bir zamanda değişime uğrayacak, artık varolmayacaktır. Senin kendinin de böyle ne çok değişikliğe tanık olduğunu sürekli olarak düşün. Evren değişimdir; yaşamsa kanı.”
Doğum gibi ölüm de doğanın bir gizemidir: aynı öğelerin birleşip ayrışması. Öyleyse, bunda utanç duyulacak bir şey yoktur, çünkü ussal yaratıkların ne doğasına, ne de yapısına aykırıdır bu. Çok kısa bir süre içinde sen de onlar da ölmüş olacaksınız, bir süre sonra da adınız bile kalmayacak sizden geriye.
Şu iki ilkeyi her zaman göz önünde tutmalısın: birincisi, yalnızca, hükümdar ya da yasa koyucu mantığının insanlığın iyiliği için buyurduğu şeye göre davran. İkincisi, sana doğruyu gösterecek ve dayanaksız bir düşünceden uzaklaştıracak birini bulursan, fikrini değiştir. Ancak bu yeni düşünce, her zaman, adalet ya da ortak çıkara yararlı olduğu inancına dayanmalıdır.
Bütünün bir parçası olarak geldin dünyaya. Seni üreten şeyin içinde yok olacaksın; ya da, daha doğrusu, bir değişim süreci aracılığıyla yaratıcı usa döneceksin yeniden. Aynı sunağın üstüne saçılmış birçok tütsü taneciği: biri daha önce düşmüş, öteki daha sonra; ama arada hiçbir fark yok.
Ölümünden sonra ün kazanmayı tutkuyla isteyen kişi; onu anımsayacak kimselerin her birinin çok geçmeden, sırası gelince öleceğini, onların ardından gelenlerin de başına aynı şeyin geleceğini, anısının, sürekli olarak bu kişilerin birinden öbürüne geçerken, sırayla bir yanıp bir sönerek sonunda tam bir yok oluşa varacağını düşünmez. Senin anını saklayacak kişilerin ölümsüz olduklarını, bu nedenle senin ününün de ölümsüz olacağını varsayarak bile, bunun sana ne yararı var? Övgünün, bâzı pratik amaçlar dışında, ölülere hiç yararı olmadığını söylememe gerek var mı? Gerçekten de, doğanın sana bağışladığını şimdi yersizce önemsemiyorsun da, başkalarının senden sonra hakkında ne söyleyeceklerine takıyorsun zihnini.
Bir biçimde güzel olan her şey kendisi için güzeldir ve toplayabileceği övgülerden bağımsız olarak kendi içinde tamdır. Övgü, övülen nesneyi ne daha iyi kılar, ne daha kötü. Bunu günlük dilde herkesin güzel olduğunu söylediği şeyler için de söylüyorum, örneğin, maddi şeyler ve sanat yapıtları için. Çünkü gerçekten güzel olan şeyin başka bir şeye gereksinimi yoktur, yasa gibi, gerçek gibi, iyilik ya da alçakgönüllülük gibi. Bu şeylerin hangisi övüldüğü için güzeldir, ya da değeri küçümsendiği için değerini yitirir? Zümrüt, onu övmezlerse daha mı az güzel olur? Ya altına, fildişine, erguvana, lire, kılıca, çiçeğe, fidana ne diyelim?
İster kusursuzca düzenlenmiş, ister rast gele bir araya gelmiş olsun, evren gene de bir düzendir. Senin içinde belli bir düzen varken, bütünün içinde düzensizlik olabilir mi, özellikle bütün şeylerin birbirinden ayrı, ama gene de kaynaşmış, uyum içinde birbirine bağlanmış olduklarını düşününce?
Sonradan gelen, her zaman önceden gelene sıkı sıkıya bağlıdır; çünkü burada söz konusu olan; gereklilikten ötürü bir arada durmaya zorlanan bağımsız olguların basitçe sıralanması değil, mantıksal bir zincirlenmedir; tıpkı varlıkların uyumlu bir biçimde eşgüdümlü oluşu gibi, olaylar da meydana geldiklerinde basit bir sıralanma değil, olağanüstü ve sıkı bir karşılıklı bağıntı gösterirler.
Herakleitos’un şu sözünü her zaman anımsa: “Toprağın ölümü suyun doğuşu; suyun ölümü havanın doğuşu; havanın ölümü ateşin doğuşudur ve bunun tersi.”
Yolunun nereye çıktığını unutan adamı da anımsa; ve onun şu sözlerini: “İnsanlar, en kalıcı birlikteliği yaşadıkları şeyle uyuşmazlık içindedirler”, yâni evreni yöneten usla; “her gün karşılaştıkları olayları kendilerine yabancı gibi görürler”; “uykuda gibi davranmamalı, konuşmamalıyız”; çünkü uykuda da deviniyormuşuz, konuşuyormuşuz gibi gelir bize; “çocukların ana babalarına davrandıkları gibi de davranmamalıyız”; yâni yalnızca bize ne öğretiliyorsa onu yapmamalıyız.
Bu adam şu adamın cenazesine katıldı, sonra sıra ona geldi, onun cenazesine katılan şu öteki adama da sıra geldi ve bütün bunlar çok kısa bir zaman içinde oldu! Asaca, insansal olan her şeyin gelgeç ve değersiz olduğunu her zaman düşün: dün bir balgam damlası, yarın bir mumya ya da bir avuç kül. Öyleyse şu anı doğayla uyum içinde geçir, sonra da yaşamını dinginlik içinde bitir, tıpkı bir kez olgunlaşınca toprağa düşen, böylece onu üreten toprağı kutsayan ve onu büyüten ağaca gönül borcu duyan zeytin tanesi gibi.
Ölümü küçümsemeye yardımcı olacak, basit ama gene de etkin bir yol, yaşama sıkı sıkı tutunanları usundan geçirmektir. Vaktinden önce ölenlere göre daha fazla ne elde etmişlerdir? Onlar da toprağın altında yatıyorlar.
Her zaman en kısa yoldan git; en kısası doğayı izleyen yoldur. Bu yol seni sonunda her şeyi en sağduyulu biçimde söylemeye ve yapmaya götürür. Çünkü böyle bir amaç seni dertlerden ve çatışmalardan, her türlü kaygıdan ve gösterişten kurtarır.
V. KİTAP
Sabahları canın yataktan çıkmak istemediğinde, hemen şöyle düşün: “Bir insanın görevini yerine getirmek için kalkıyorum. Bunu yapmak için doğdum, bu dünyaya bunun için getirildim, peki ama neden yakınıyorum öyleyse? Yataktan çıkmayıp yorganı başıma çekmek için mi yaratıldım yoksa?” “Kuşkusuz çok daha hoş bir şey bu.” “Bunun için mi geldin dünyaya öyleyse? Harekete geçmek için değil de, duyuları sınamak için mi? Ağaçları, kuşları, karıncaları, örümcekleri, arıları görmüyor musun? Onların her birinin evrenin akışı içinde kendine düşün görevi yerine getirdiğini, evrensel düzene küçük de olsa katkıda bulunduğunu görmüyor musun?
Mesleklerini seven insanlar, yaptıkları işe kendilerini öylesine kaptırmışlardır ki, yıkanmayı, yemek yemeyi bile unuturlar; oysa sen kendi doğana; oymacının oymacılık sanatına, dansçının dansa, cimrinin parasına, kibirlinin azıcık ününe verdiğinden daha az değer veriyorsun.
Tümüyle sana bağlı olan nitelikleri ortaya koy: içtenlik, onur, direnç, hazlara karşı ilgisizlik, hakkına râzı olmak, yetingenlik, iyi niyet, özgürlük, yalınlık, ağırbaşlılık, yüce gönüllülük. Daha şimdiden, doğal yeteneksizlik ya da yetersiz eğilim gibi bahaneler öne sürmeksizin ortaya koyabileceğin ne çok iyi niteliğin olduğunu görmüyor musun?
Bâzı insanlar, birine bir iyilikte bulunurlarsa, karşılığını alacaklarını hesaba katarlar. Bazıları da, bunu hemen yapmazlar, ama gene de iyilik ettikleri kişiyi içlerinden kendilerine borçlu sayarlar; yaptıklarının fazlasıyla bilincindedirler. Bazıları da, bir anlamda bir iyilikte bulunduklarını bile bilmezler, üzüm üreten, bir kez meyvesini verdikten sonra başka bir ödül beklemeyen asmalar gibidirler; tıpkı yarışı bitiren bir at gibi, avını yakalayan bir köpek gibi, balını yapmış bir arı gibi ya da.
Bu insanlar da iyilik yaptıktan sonra, bağıra bağıra duyurmazlar bunu, başka bir iyilik yapmaya yönelirler, tıpkı asmanın mevsimi gelince yeniden üzüm vermesi gibi.
Her eyleminde doğruluk ilkelerine göre davranmayı başaramazsan canını sıkma, gönül gücünü yitirme, öfkelenme; yanıldınsa baştan başla; davranışların, en azından çoğunlukla insana layık davranışlarsa memnun ol.
Gerçeklikler öyle bir tüle bürünmüştür ki, sayıları hiç de az olmayan filozoflar, üstelik üstün nitelikli olanlar, onların tam anlamıyla kavranamaz olduklarını öne sürmüşlerdir. Stoacıların kendileri bile onları anlaşılması güç bulmuşlardır; izlenimlerimiz bizi yanılgıya uğratabilir. Hiçbir zaman yanılmayan bir insanı nerede bulalım?
İnsan, insan olarak kendisine bir biçimde yararlı olmayan şeylerin hiçbirini dikkate almamalıdır. Çünkü bunlar onun gereksinim duyduğu şeyler değildir, ne insan doğası önerir onları, ne de bu doğanın gelişmesine katkıda bulunurlar. Bu nedenle, bu gibi şeyler ne insanın ereğini içerirler, ne de bu ereğin sonucu olan iyiyi. Öte yandan, bunlardan biri gerçekten insana yararlı olsaydı, onlara değer vermemek ya da onlara karşı çıkmak için bir neden olmazdı, ne de onlarsız yapabileceğini gösteren kimse övgüye değer olurdu; bu şeyler eğer gerçekten iyi olsaydı, bunlardan herhangi birinden duyduğu hazzı sınırlandıran kişi iyi bir insan sayılmazdı. Oysa, bir insan bu ve buna benzer şeylerden kendini ne denli yoksun bırakırsa ya da başkalarınca onlardan yoksun bırakılmaya ne denli iyi katlanırsa, o denli erdemli bir insandır.
Her zamanki düşüncelerin nasılsa, zihnin de öyle olacaktır; çünkü zihin düşüncelerle yüklüdür. Öyleyse, şöyle düşüncelerle doldur onu: bir yerde yaşamak olanaklıysa, orada gerektiği gibi yaşamak da olanaklıdır; ama insan sarayda da yaşayabilir; öyleyse, insan sarayda da gerektiği gibi yaşayabilir. Dahası: her varlık hangi şeyler uğruna, hangi şeyler için yaratılmışsa, ona erişmeye çalışır; ereği buradadır, herkes için iyi ve yararlı olan da burada yatar. Demek ki, ussal varlık için iyi olan toplumdur. Çünkü biz insanların toplum içinde yaşamak için doğduğumuz çoktan kanıtlanmıştır. Yoksa aşağı varlıkların üstün varlıklar için, üstün varlıkların da birbirleri için yaratıldıkları açık değil mi? Bunun gibi, canlı varlıklar cansız varlıklardan, usla donatılmış olanlar da yalnızca canlı olanlardan üstündür.
Evrendeki en büyük güce saygı duy: her şeyden yararlanan ve her şeyi yöneten güce. Aynı biçimde, içindeki, onunla aynı doğaya sâhip en yüce güce de saygı duy: bu güç, ötekiyle aynı doğaya sahiptir. Çünkü içindeki bu güç de her şeyden yararlanır, yaşamını yöneten odur.
Evrenin zihni toplumsaldır. Bundan dolayı, aşağı varlıkları üstün varlıkların yararı için yaratmıştır, üstün varlıkları da birbirlerine uyarlamıştır. Bunların her birine nasıl boyun eğdirdiğini, onları nasıl eşgüdümlü kıldığını, nasıl yeteneğine göre her birine ona düşen payı verdiğini ve en iyilerinin, nasıl karşılıklı uyum içinde olmalarını sağladığını düşün.
Yakında küle ya da iskelete döneceksin; bir addan başka bir şey olmayacaksın, belki adın bile olmayacak. Ama bir ad bir sesten, bir yankıdan başka bir şey değildir. Yaşamda en çok değer verilen her şey boş, bozuk, bayağıdır; birbirini ısıran enikler, bir gülüp bir ağlayan kavgacı çocuklar.
İnanç, alçakgönüllülük, adalet ve gerçek, “yeryüzünün enginliklerinden Olimpos’un yüceliklerine dek” uçup gittiler. Öyleyse; seni hâlâ burada tutan nedir?
Her zaman mutlu yaşayabilirsin, çünkü doğru yolu izlemek, ona göre düşünmek ve davranmak senin elindedir. Şu iki ilke Tanrı’nın ve insanların ve her ussal yaratığın ruhlarının ortak niteliğidir: başkalarının seni engellemesine izin verme, kendi iyiliğini doğruyu istemekte ve doğru davranmakta ara ve arzularını buna göre sınırlandır.
VI. KİTAP
Görevini yerine getirirken, soğuktan ürpermen ya da sıcaktan bunalman, gözlerinden uyku akması ya da uykunu almış olman, başkalarının seni çekiştirmesi ya da övmesi, ölmek üzere olman, ya da başka herhangi bir şey yapmakta olman seni hiç ilgilendirmesin: ölme eylemi de, yaşamımızın eylemlerinden biridir; onun için de, “andan en iyi biçimde yararlanmak” yeter.
Düşmanından öç almanın en iyi yolu, onun gibi davranmamaktır.
Önümüze nefis yiyecekler konduğunda nasıl onlar hakkında bir fikir edinebiliyor, bunun balık, şunun kuş ya da domuz eti olduğunun ayrımına varıyorsak; ya da Falerno’nun üzüm suyundan başka bir şey olmadığının, şu erguvan renkli giysinin bir kabuklunun kanına batırılmış koyun yünü olduğunun; çiftleşmenin bir organın sürtünmesinden ve biraz sıvının fışkırmasından başka bir şey olmadığının ayrımına varıyorsak; özetle, nasıl şeylerin gerçeğini temelden kavrayan ve onların yüreğine işleyen, böylece onları gerçekte oldukları gibi görmemizi sağlayan bu fikirleri oluşturuyorsak; aynı biçimde şeylere, yaşam boyu, özellikle de en inanılır göründükleri zaman çıplak olarak bakmalı, bayağılıklarının ayrımına varmalı, büründükleri önemden sıyırmalıyız onları. Çünkü boş gurur korkunç bir yanıltıcıdır, çünkü tam da ciddi şeylere yöneldiğine en çok inandığın zaman, özellikle düş kırıklığına uğrarsın. Krates’in Ksenokrates hakkında söylediklerini düşün, örneğin.
Kimi şeyler doğma, kimileriyse ölme telaşında; doğmakta olan şeyin bir parçası şimdiden ölüyor, ya da çoktan öldü bile; ama bu sonsuz akış ve dönüşüm dünyayı sürekli olarak yeniler, tıpkı artsız aralıksız akıp giden zaman ırmağının sonsuzluğu yenilemesi gibi. Hiçbir şeyin durmadığı bu ırmakta hızla akıp giden şeylerin hangisine değer verebilir insan? İnsanın; daha uçarken görüp gönül verdiği bir serçenin ona sevdalanır sevdalanmaz, kanat çırparak gözden yitip gitmesi gibi.
Öğelerin devinimleri, yukarıya, ya da aşağıya doğru, yâhut daireseldir. Oysa erdemin devinimi bu yönlerin hiçbirine uymaz; erdem en kutsal şeydir, kolay kolay seçilemeyen bir yol boyunca mutlu bir biçimde ilerler.
Bir şeyi başarmak sana zor geliyorsa, bunun insan yeteneğini aşan bir şey olduğunu düşünme hemen; tersine, bir şey olanaklı ve insanın yapabileceği bir şeyse, senin de onu başarabileceğini düşün.
Eğer birisi, fikirlerimin ve eylemlerimin yanlış olduğunu kanıtlayarak beni ikna ederse, seve seve değiştiririm onları, çünkü benim aradığım gerçekliktir, gerçeklikten kimse zarar görmez, yanılgılarında ve bilgisizliklerinde direnenlerden başka.
Bedenden ve ruhtan oluşuyorum ben. Bedeni hiçbir şey ilgilendirmez, çünkü şeyleri birbirinden ayırt bile edemez. Zihne gelince, kendi etkinliklerinden başka hiçbir şey ilgilendirmez onu, ama etkinliklerinin tümü de onun kendi denetimi altındadır. Bunlar da onu ancak şimdi bakımından ilgilendirirler; çünkü geçmiş ve gelecek etkinlikleri de şu anda ilgilendirmez onu.
Evrendeki her şeyin birbirine zincirlendiğini ve aralarındaki karşılıklı ilişkiyi düşün sık sık. Çünkü bunların tümü de, belli bir anlamda, birbiriyle bağıntılı, dayanışma içindedir; devinimlerinin gerilimi, maddenin uyumu ve birliği sayesinde birbiri ardı sıra gelirler.
Hepimiz tek bir amaç için birlikte çalışıyoruz, kimimiz bilerek, anlayarak, kimimiz bilinçsizce, sanırım herakleitos’un, “uykuda bile olsalar, evrende olup biten her şey için çalışırlar, katkıda bulunurlar” dediği kişiler gibi. Herkes, evrende olup bitenlere kendince katkıda bulunur, hâttâ olup bitenden durmadan yakınan, onu önlemeye ya da ortadan kaldırmaya çalışanlar bile; çünkü evrenin böyle insanlara da gereksinimi vardır.
Her bireyin başına gelen her şey bütüne yararlıdır. Aslında bu yeterli olmalı. Öte yandan, dikkatle bakarsan, şunu da görürsün: bir insan için yararlı olan, genellikle öteki insanlar için de yararlıdır. Burada, “yararlı” sözcüğü genel anlamda, ne öyle ne de böyle olan şeyleri de kapsayacak biçimde anlaşılmalıdır.
Üç yüz libre değil de, şu kadar libre ağırlıkta isen üzülmezsin değil mi? Yaşamak için sana şu kadar yıl verildi de, daha çok yıl verilmedi diye niçin üzülüyorsun, öyleyse? Çünkü sana verilen madde miktarıyla nasıl yetiniyorsan, sana verilen zamanla da yetinmelisin.
VII. KİTAP
İlkeler ölmezler. Onlara denk düşen düşünceler yok olmadıkça, nasıl ölebilirler? Ama onları sürekli olarak canlı tutmak sana bağlıdır. “Herhangi bir konuda oluşturmam gereken düşünceyi oluşturabilirim; bunu yapabiliyorsam, niçin kaygılanayım? Zihnimin dışında kalan şeyler, kendi başlarına hiçbir şey değildirler.” Bunu anladığında her şey yoluna girecektir. Yaşamına yeniden başlamak senin elindedir: bunun için yaşadıklarını yeniden gözden geçir, çünkü yeniden yaşamak buna bağlıdır.
Söylediğin her sözcüğü tart; attığın her adıma dikkat et. Verdiğin her kararın ne gibi sonuçları olacağını düşün. Bu ikinci durumda, amacın ne olduğunu daha başından gör; birinci durumda ise sözcüklerin ne anlama geldiğine dikkat et.
Birinin sana yardım etmiş olmasından ötürü utanma; çünkü, böylece, sana düşen görevi, bir kuşatmada surlara saldıran bir asker gibi yerine getirmiş olursun. Sakat olsaydın ve kendi çabanla duvara tırmanamasaydın, ama bunu bir başkasının yardımıyla gerçekleştirebilseydin, ne yapardın?
Her şey birbirine bağlıdır, onları birbirine bağlayan bağ kutsaldır: hemen hemen hiçbir şey insana yabancı değildir. Çünkü her şey birbirleriyle ilişkili olarak düzenlenmiş olup birlikte evrenin düzenini oluştururlar.
Varolan bütün şeylerden oluşan bir tek dünya vardır, onları kuşatan tanrı tektir, öz tektir, yasa tektir, tüm düşünen varlıklarda ortak olan us tektir; gerçek de tektir, eğer aynı türden olan ve aynı usu paylaşan tüm varlıkların yetkinliği doğruysa.
Tek tek organizmaların organları gibi, ussal varlıklar da, ayrı ayrı bedenlerde olmalarına karşın, bir çeşit dayanışma içinde davranmak için oluşturulmuşlardır. Sık sık kendi kendine, “ben, ussal varlıkların oluşturdukları bütünün bir organıyım” diye yinelersen bu gerçeği daha iyi anlarsın. Ama eğer bütünün yalnızca bir parçası olduğunu söylersen, bu; henüz insanları bütün yüreğinle sevmeyi öğrenmediğin, iyiliği iyilik etmek için yapmaktan sevinç duymadığın, başkalarına iyilik ederken, bunu kendine iyilik ettiğin inancıyla değil, basit bir görev olarak yaptığın anlamına gelir.
Evrensel doğa, tözü balmumu gibi kullanır; önce bir at yapar, sonra onu eriterek bir ağaç, sonra bir insan, sonra başka bir şey yapmak için malzeme olarak kullanır; bunların her biri çok kısa bir süre sürdürür varlığını. Ama bir sandığın sökülmesi kötü bir şey değildir; parçalarının bir araya getirilerek oluşturulmasının kötü bir şey olmaması gibi.
Yüze yansıyan öfke, tam anlamıyla doğaya aykırıdır; sık sık olursa yüzün güzelliği gittikçe azalır, sonunda tümüyle yok olup gider, hiçbir zaman da yeniden canlandırılamaz. Bu nedenle, bundan, öfkenin usa aykırı olduğu sonucunu çıkarmaya çalış. Çünkü insan kendi hatasının bilincini de yitirirse, yaşamanın ne anlamı kalır?
İmgelemi ortadan kaldır. İçgüdülerinin seni bir kukla gibi çekip çevirmesine izin verme. Dikkatini şimdiki zamana çevir. Senin ya da başkalarının başına gelenlerin bilincine varmayı bil. Her nesneyi nedensel ve özdeksel yönlerine ayır ve incele. Son saatini düşün. Bırak başkasının yaptığı yanlış ortaya çıktığı yerde kalsın.
İçini kaz; çünkü iyilik kaynağı içindedir, sen kazmayı sürdürdükçe fışkırır.
Yaşama sanatı, bir dansçıdan çok, bir güreşçinin sanatı gibidir; art arda gelen darbeleri, önceden sezinlenemeyenleri bile, ayaklarının üstünde sıkıca durarak savuşturmaya hazır olmak gerekir.
Ne zaman bir iyilik etsen ve biri ondan yararlansa, neden aptalların yaptıkları gibi, ayrıca üçüncü bir ödül beklersin, iyilik ettiğinin bilinmesini ya da buna karşılık sana iyilik edilmesini istersin?
Hiç kimse iyilik görmekten bıkmaz, iyilik etmek doğaya uygun bir davranıştır. Öyleyse, başkalarına iyilik ederek iyilik bulmaktan bıkma.
VIII. KİTAP
Her eyleminde kendi kendine şunu sor: “Bu beni nasıl etkileyecek? Sonunda pişman olacak mıyım? Kısa bir süre daha, sonra öleceğim, her şey yok olacak. Şu anda yapmakta olduğum eylem ussal bir varlığın doğasına denk düşüyorsa, ortak yarara yönelikse ve Tanrı’nın uyduğu yasaya uyan bir insanın eylemi ise, daha fazla ne isteyebilirim?”
Evrensel doğanın işlevi şudur: burada olanı oraya aktarmak, onu dönüştürmek, oradan alıp başka bir yere taşımak. Her şey değişimdir, ama yeni olan şeyden korkmamızı gerektirmeyecek biçimde; bütün şeyler bildiğimiz şeylerdir, ama dağılımları da eşitçedir.
Pişmanlık, yararlı bir şeyi savsakladığın için bir çeşit kendi kendini kınamaktır. İyi olan şey, kaçınılmaz olarak, iyi bir insanın savsaklamaması gereken yararlı bir şeydir; öte yandan, gerçekten iyi olan hiçbir insan zevk veren bir şeyi savsakladığı için pişmanlık duymaz; demek ki zevk, ne iyi, ne de yararlı bir şeydir.
Hiç kimseyi suçlamamalısın. Eğer elinden geliyorsa, insanı düzelt; gelmiyorsa sorunun kendisini; onu da yapamıyorsan, suçlamak neye yarar? Çünkü hiçbir şey amaçsız yapılmamalı.
Doğa her şeyin başına ve evrimine baktığı kadar, sonuna da bakar. Havaya fırlatılan bir top gibi. Havaya fırlatılmasının topa ne yararı vardır, aşağı düşmesinin, hâttâ yere çarpmasının ne kötülüğü? Bir kabarcığın şişmesinde ne gibi bir iyilik, patlamasında ne gibi bir kötülük vardır? Aynı şey bir lâmba için de geçerlidir.
Bir dış nedenden ötürü üzülüyorsan, aslında canını sıkan bu değil, onun hakkındaki yargındır, bu yargıdan her an vazgeçebilirsin. Ama seni üzen kendi karakterinden kaynaklanan bir şeyse, yargını düzeltmeni kim engelleyebilir? Aynı biçimde, seni üzen şey; doğru bulduğun bir eylemi yerine getirememekse, kendini üzüntüye kaptıracak yerde, niçin o eylemi yapmakta direnmiyorsun? “ama yolumu kesen çok güçlü bir engel var.” O zaman üzülmemelisin, çünkü başarısızlığının nedeni senin usuna dayanmıyor. “Ama bu işi yapamazsam, yaşamamın hiçbir anlamı kalmaz.” Öyleyse, hedefine ulaşan birinin yaşamına son vermesi gibi, yoluna çıkan engellere kin duymaksızın, dingince ayrıl yaşamdan.
Yönetici ilkenin; kendi içine çekilip, kendinden memnun olduğu, direnişi usa aykırı olsa bile istemediği şeyi yapmadığı zaman yenilmez olacağını unutma. Yargısını usa ve dikkatlice düşünmeye dayandırdığında, daha da yenilmez olacaktır us. Bu nedenle, tutkulardan arınmış zihin güçlü bir kaledir; çünkü insan sığınabileceği ve hiçbir zaman saldırıya uğramayacağı daha sağlam bir yer bulamaz. Bunu anlamayan yalnızca bir cahildir, anlayan, ama ona sığınmayansa, mutsuzdur.
Evrenin varlığını bilmeyen, kendisinin de nerede olduğunu bilmez. Evrenin hangi amaçla varolduğunu bilmeyen, dünyanın ne olduğunu bilmediği gibi, kendisinin kim olduğunu da bilmez. Bu sorunların yalnızca birini bile geçiştiren kişi, kendisinin ne amaçla doğduğunu da bilmez. Peki, ama kendilerinin nerede ya da kim olduklarını bilmeksizin, alkışlayanların övgüsünden kaçan ya da onun ardına düşen kimse hakkında ne diyeceksin?
Kötülük genel olarak dünyaya zarar vermez, özellikle de, dilediği anda kendi istemiyle ondan kurtulma gücüne sâhip kılınmış kişiden başkasına zarar vermez.
Güneşin ışığı yukarıdan gelir, her yönde yayılır, ama yok olmaz. Işığın yayılışı bir genişlemedir. Bir güneş ışınının ne olduğunu, karanlık bir odaya bir aralıktan giren güneş ışığını inceleyerek anlayabilirsin: doğru çizgi halinde uzanır, karşısına çıkan ve onun havada öteki tarafa geçmesini engelleyen ilk katı cisme dayanıyor gibidir; ne kayar, ne aşağı düşer, orada durur.
Zekanın ışığının yayılması ve genişlemesi de buna benzer bir biçimde olur; hiçbir biçimde akıp gitme değil, bir yayılmadır; karşılaştığı engeller üzerinde zorlayıcı ve şiddetli bir etki yaratmaz; batmaz da, kımıltısız durur ve üstüne düştüğü nesneyi aydınlatır; çünkü bu nesne onu yansıtmazsa, kendini onun ışığından yoksun bırakır.
İnsanlar birbirleri için dünyaya gelmişlerdir. Bu nedenle onları eğit ya da katlan onlara.
IX. KİTAP
Yalan söyleyen kişi de aynı Tanrı’ya karşı günah işler; bu tanrının bir adı da Hakikattir ve bütün hakikatlerin ilk nedenidir. Bu nedenle, her kim bile bile yalan söylerse, yalan söyleyerek haksızlık ettiği için inansızlık etmiş olur; istemeden yalan söyleyense, evrensel doğaya aykırı davrandığı ve evrenin doğal uyumuna karşı çıkarak düzensizlik yarattığı için inansızdır. Gerçeğe aykırı bir yola giren kişi de evrenin doğal uyumuna karşı çıkmıştır, çünkü doğanın ona bağışladığı yeteneği öylesine ihmal etmiştir ki, artık doğruyu yanlıştan ayırt edecek durumda değildir.
Bu dünyadan yalanı, ikiyüzlülüğü, uçarılığı, kendini beğenmişliği hiç tatmadan ayrılmak kuşkusuz en bilgece şey olurdu; en azından, son soluğunu bunlardan tiksinmiş olarak vermek, şanssız bir deniz yolculuğundan sonra acil manevra yapmak gibidir. Yoksa kötülüklerine bağlı kalmayı mı yeğliyorsun, deneyimin seni bu beladan kaçmaya râzı etmedi mi hâlâ? Çünkü zihnin bozulması, bizi kuşatan havanın bozulmasından, kirlenmesinden daha ciddi bir vebadır: o veba salt hayvanları etkiler, bu ise insanlığımızı ortadan kaldırır.
İnsan, Tanrı ve evren: her biri mevsimi gelince meyve verir. Sözcüğün, dar anlamda, asma ve benzeri meyvelere uygulanması alışkanlık olmuşsa da, bunun pek önemi yok. Usun da, hem evrensel, hem bireysel meyvesi vardır; usun tüm meyveleri ussaldır.
Sana sıkıntı veren yüzeysel şeylerden kendini kurtarmaya gücün yeter; çünkü bunlar yalnızca senin imgeleminde vardır; o zaman tüm evreni kucaklamak, öncesiz sonrasız zamanı kavramak, her şeyin hızla dönüşümünü ve doğumla ölüm arasındaki mesafenin ne denli kısa, doğumdan önceki zamanın ne denli uzun olduğunu, ölümün ardından gelecek zamanın da nasıl eşit ölçüde sınırsız olacağını kavramak için geniş bir yer açacaksın kendine.
X. KİTAP
Bütünün her parçası, doğal olarak evrenin kapsadığı her şey, zorunlu olarak yok olur (bu sözcük “değişikliğe uğrar” anlamında alınırsa). Bu doğal olarak parçalar için zorunluluk olmanın ötesinde kötü bir şey olsaydı, bütünün koşulları da iyi olmayı sürdürmezlerdi, parçalar durmadan değişime uğradıklarına ve yok olmak için oluşturulduklarına göre. Yoksa doğa kendisini oluşturan parçalara zarar vermeye mi çalışıyor; onları yalnızca kötülüğe eğilimli değil, kötülük işlemeye yazgılı olarak mı yarattı; bu tür olaylar onun bilgisi dışında mı olmaktadır, yoksa? Bu varsayımların ikisi de saçmadır.
Bir örümcek bir sinek yakaladığı zaman gururlanır; biri küçük bir tavşan yakaladığı; bir başkası sardalye tuttuğu; bir başkası yabandomuzu; bir başkası ayı; başkası da Sarmatya’lı yakaladığı zaman. Onları böyle davranmaya iten şeyi çözümlersen, tümü de yağmacı değil de, nedir?
Uykudan uyanır uyanmaz, kendi kendine şu soruyu sor: adil ve doğru davranışlarından ötürü başkalarının kınamalarının senin için bir önemi var mı? Hiçbir öne yok. Başkalarını över ya da yererken öylesine şişinen bu insanların yatakta ya da sofrada nasıl davrandıklarını, neler yaptıklarını, nelerden kaçındıklarını ve nelerin ardına düştüklerini, nasıl elleri ve ayaklarıyla değil, en değerli yanlarıyla, insan isterse içinde inancın ve alçakgönüllülüğün, gerçeğin ve yasanın, iyi bir koruyucu ruhun belirdiği yanlarıyla hırsızlık ve yağma yaptıklarını unuttun mu yoksa?
Sürekli olarak zamanın bütününü ve özün bütününü düşün; her bir parçanın özün tümüne oranla bir incir çekirdeğinden, zamanın tümüne oranla ise bir delginin bir dönüşünden başka bir şey olmadığını düşün.
“Toprak yağmur ister; kutsal eter de ister”. Evrense yazgı olanın olmasını ister. Bunun için şöyle diyorum evrene: “Senin istediğin, benim de istediğimdir.” Şu deyim de bunu içermiyor mu: “Bu şey, olmak istiyor.”
Ya bu dünyada yaşamayı sürdürürsün, ki buna artık alıştın; ya da onun dışına çıkarsın ve bunu kendi isteğinle yaparsın; ya da ölürsün, böylece işlevin sona erer. Bunun dışında başka seçenek yok. Öyleyse, yürekli ol!
Gerçeğin acısını tatmış birini, acıya ve korkuya kapılmaması için uyarmaya kısa, beylik bir deyiş bile yetecektir. Örneğin: “Rüzgarın yerlere saçtığı yapraklar gibidir insan kuşakları.”
Yapraklar gibidir çocukların da; yapraklar gibidir sana coşkuyla övgüler yağdıran, ya da tersine, seni lanetleyen ya da gizli gizli seni kınayan yâhut alaya alan insanlar da; yapraklar gibidir sen göçüp gittikten sonra ününü aktaracak olanlar. Onların tümü de “ilkbaharda doğarlar,” sonra rüzgar gelir, yere savurur onları, sonra orman “yenilerini üretir yerlerine.” Kısa ömür her şeyin ortak yazgısıdır, ama sen her şeyden kaçıyorsun ya da her şeyin ardından gidiyorsun, sonsuza dek varlığını sürdürecekmiş gibi. İr süre daha, sonra gözlerini yumacaksın, çok geçmeden seni mezara dek izleyen kimse için ağlayacak bir başkası da.
XI. KİTAP
Ussal ruhun nitelikleri şunlardır: kendi kendini görür, kendi kendini devindirir, kendi kendini istemine göre biçimlendirir, ürettiği meyveleri devşirir (oysa bitkilerin meyvelerini, hayvanlarınsa bunlara denk düşen ürünlerini başkaları derer), ölüm onu hangi anda yakalarsa yakalasın, her zaman hedefine ulaşır; kesintilere uğrasa bile, bir dansta, bir sahne oyununda ya da benzer sanatlarda olduğu gibi, eyleminin tümü yarım kalmaz; nerede, hangi sahnede olursa olsun, son, beklenmedik biçimde onu nerede yakalarsa yakalasın, önüne koyduğu hedefi tam olarak gerçekleştirir; öyle ki, “Benim olan her şeye sahibim” diyebilir.
Ussal ruh tüm evreni ve onu kuşatan boşluğu baştan başa dolanır, biçimini inceler, zamanın sonsuzluğuna uzanır, bütünün dönemsel olarak yenilenmesini kavrar, bizden sonra geleceklerin yeni bir şey göremeyeceklerini bilir, bizden önce gelenlerin daha çok şey görmemiş olmaları gibi, ama bir anlamda kırk yaşında birinin bir parçacık aklı varsa, tüm olup bitenleri ve tüm olup bitecekleri görmüştür, çünkü hepsi de bir örnektir.
Bir şarkıyı, bir dansı, bir güreşi, bir ezgiyi tek tek notaların seslerine ayırır, her biri için, onun seni etkilemeye yeterli olup olmadığını soracak olursan o şarkıyı değerlendiremezsin, çünkü şaşıp kalırsın; dansta da, devinimlerle duruşları tek tek ele alırsan aynı şey olur; güreşte de öyle. Öyleyse, erdem ve ondan kaynaklanan şeyler dışında, bir bütünü onu oluşturan parçalara ayırarak çözümlemeyi unutma böylece onların büyüsünün bozulduğunu gör. Bu yöntemi yaşamının bütününe de uygula.
Doğa hiçbir durumda sanattan daha aşağı değildir, çünkü sanatlar doğayı yansılarlar. Bu böyle olduğuna göre, her bakımdan kusursuz olan ve her şeyi kapsayan doğayı hiçbir teknik yetenek aşamaz. Öte yandan, her sanat daha yüce olanların yararına daha aşağı olanları yaratır; evrensel doğa da aynı şeyi yapar. Adalet buradan kaynaklanır, bütün öteki erdemler de adalete dayanır, çünkü ilgisiz nesnelere değer verirsek, ya da kolayca kandırılırsak, yargıda bulunmakta aceleci davranırsak, kararlı olmazsak, adil olamayız.
Birisi beni küçümseyecek mi? Varsın küçümsesin. Ama ben kendi adıma kimsenin küçümsenecek bir şey yaptığımı ya da söylediğimi görmemesi için özen gösteririm. Birisi benden nefret mi edecek? Varsın etsin. Ama ben herkese karşı iyiliksever ve iyi niyetli olmayı sürdüreceğim, özellikle de o kişiye hatasını göstermeye hazır olacağım; ama onu kınayarak ya da sabrımla ona gösteriş yapmaksızın, içtenlikli ve sevecen bir biçimde yapacağım bunu.
Öfkeye kapıldığın zaman, şunu aklında tut: tutkuya kapılmanın bir erkeklik belirtisi olmadığını, sevecen ve nazik olmak gerektiğini, çünkü bu niteliklerin insancıl oldukları ölçüde erkekçe nitelikler olduğunu; gücenen, incinen insanların değil, yalnızca bu niteliklerle donatılmış olanların gerçek güce, sağlam sinirlere ve sağlam karaktere sâhip olduklarını; çünkü insan zihnini tutkulardan bağımsız kılmaya ne denli yaklaşırsa, güçlü olmaya da o denli yaklaşır, çünkü öfke de, acı gibi güçsüzlük belirtisidir, çünkü bunlara yenik düşen yaralanır ve düşmana teslim olur.
Ispartalılar, festivallerde yabancıların oturması için gölgeye sandalyeler koyarlar, kendileri ise nerede olursa orada otururlardı.
Pythagorasçılar şöyle derler: “Gün ağardığında ilk işin gözlerini gökyüzüne kaldırmak olsun,” çünkü bu sana işlerini her zaman aynı kurallara uygun olarak ve aynı biçimde yapan insanları anımsatır; aynı zamanda onların düzenliliğini, arılığını, çıplaklığını; çünkü yıldızların örtüsü yoktur.
Önce okumayı ve yazmayı öğrenmeden, okuma yazma öğretmeni olamazsın. Yaşamak da böyledir.
XII. KİTAP
Seni oluşturan üç öğe vardır: beden, soluk ve zihin. İlk ikisi, onlara özen gösterdiğin ölçüde senindir; yalnızca üçüncüsü tam anlamıyla senindir. Bu nedenle, başkalarının yaptıkları ya da söyledikleri her şeyi; kendin yaptığın ya da söylediğin her şeyi; gelecekle ilgili olarak seni tedirgin eden her şeyi; seni saran bedeninin ve onunla birleşmiş yaşam soluğunun bir parçası olan, isteminden bağımsız olarak sana bağlanan her şeyi ve çevrende bir burgaç gibi dönüp duran her şeyi kendinden, yâni zihninden uzaklaştırabilirsen, böylece yazgının zincirlerinden kurtulmuş olan zihinsel gücün katıksız ve bağımsız bir yaşam sürebilir: doğru olanı yaparak, her ne olursa olsun olup bitenleri kabul ederek ve doğruyu söyleyerek-eğer dışsal izlenimlere bağımlı olan her şeyi, gelecekteki ya da geçip gitmiş her şeyi yönetici ilkenden ayırabilirsen ve kendini, Empedokles’in sözleriyle, “dairesel yalnızlığın tadını çıkaran yusyuvarlak bir küre” yapabilirsen, yalnızca yaşamakta olduğun anı, yâni şimdiki zamanı yaşamak için çaba harcarsan, geri kalan zamanını ölünceye dek dinginlik ve sevecenlikle, içinde barınan koruyucu ruhla barış içinde geçirebilirsin.
Şeylerin derinde yatan, kabuğundan sıyrılmış nedenlerine bak; eylemlerinin birbiriyle bağıntısını, acının, hazzın, ölümün, ünün doğasını; insanın gönlünde sıkıntı varsa, bunun nedeninin kim olduğunu, hiç kimsenin başkalarınca engellenemeyeceğini ve her şeyin, hakkında bulunduğumuz yargıdan başka bir şey olmadığını düşün.
İlkelerinin uygulamasında, bir gladyatöre değil, bir boksöre benze; çünkü gladyatör kullandığı kılıcı bırakır, sonra gene alır; boksörün ise yumruğu hep hazırdır, bütün yapması gereken onu sıkmaktır.
Lambanın ışığı, sönünceye dek aydınlığını yitirmeksizin parlamayı sürdürürken, içindeki gerçeğin, adaletin, ılımlılığın sen sona varmadan önce söneceğini mi sanıyorsun?
Her şey senin düşüncene bağlı; düşüncen de sana. Bunun için, istediğin zaman düşünceni ortadan kaldır, burnu döner dönmez, dinin bir denizde, tek bir dalganın bile olmadığı bir koyda bulursun kendini.
Hangi eylem olursa olsun, bir eylem zamanında tamamlanırsa, sona ermiş olmaktan ötürü hiçbir zarar görmez; ne de aynı nedenden ötürü, bu eylemi yapan, eylemi sona erdiği için bir zarar görür. Tüm eylemlerimizin toplamı olan yaşam da böyledir, vakti geldiğinde sona ererse sona ermiş olmaktan hiçbir zarar görmez, ne de bu eylemler dizisine uygun bir anda son veren kişi zarar görür. Böylece, bir bütün olarak eylemlerimizin tümü, yâni yaşam, uygun bir anda sona ererse, sona ermiş olmaktan hiçbir zarar görmez, ne de bu eylemler dizisine uygun anda son veren kişi zarar görür. Zamanı ve sonu kesin olarak belirleyen doğadır; kimi zaman bireysel doğamızdır, yaşlılıkta olduğu gibi, ama her durumda evrensel doğadır, parçalarını sürekli olarak değiştirerek evrenin bütününü sonsuza dek genç ve canlılığının doruğunda tutan evrensel doğa.
Ne zaman bir şeye üzülsen, her şeyin evrenin doğasıyla uyum içinde meydana geldiğini; bir başkasının yanlışının senin değil, onu yapının yanlışı olduğunu; olup biten her şeyin her zaman olmuş olduğunu, her zaman da olacağını, şu anda bile her yerde olmakta olduğunu unutuyorsun; her insanın tüm insan soyuyla nasıl yakın bir akrabalığının olduğunu, çünkü bunun bir kan ya da tohum bağı değil, zihin bağı olduğunu da unutuyorsun. Bundan başka, her insanın zihninin tanrısal olduğunu, Tanrı’dan geldiğini; hiçbir şeyin hiç kimsenin olmadığını; çocuğunun, bedeninin hâttâ ruhunun bile Tanrı’dan geldiğini; her şeyin senin onu düşündüğün gibi olduğunu; her insanın yalnızca şu anda yaşadığını, yalnızca şu anı yitireceğini de unutuyorsun.
Yalnızca zamanında gelen şeyin iyi olduğuna inanan; usa uygun olarak yaptığı şeylerin sayıca çok ya da az olmasının hiç fark etmediği; dünyaya daha uzun ya da daha kısa bir süre bakmayı umursamayan kimseyi ölüm bile korkutamaz.
...
KAYNAKÇA
DÜŞÜNCELER-Marcus Aurelius
Yapı Kredi Yayınları: Cogito-133 (2. Baskı: Mart 2006)