Güçtü, mihnetliydi, tehlikeliydi: Sabahattin Ali
Bugün Sabahattin Ali'nin 65. ölüm yıldönümü. Ali'yi, Asaf Güven Aksel'in kaleminden anıyoruz.
Sazara ile Hedye köyleri görünüyor, derenin yamacından. Biraz ileride, Bulgaristan sınırı. Üsküp merasında, gürgen fundalığında, sınırı geçmek için karanlığın basmasını bekliyor iki adam. Biri, kol saatini çıkarıp yere koyuyor, çantasını açıyor, içinden kitabını alıyor, altına serdiği ceketine sırtüstü uzanarak, okumaya koyuluyor. Diğeri, elinde bir sopa, titreyerek dolanıyor etrafında.
Elindeki sopayı, okuyan adamın başına üç kez vuracak olan, bir zavallı maşa, Ali Ertekin, böyle betimliyor cinayet ortamını. Şişkin çantada mevcut olması muhtemel muzur evrakı düşünüyor. Sınırdan geçireceği bu adamın, Türk milletine fenalık yapacak bir “Moskof tohumu” olduğunu... “İşte bu millî düşünce ile birdenbire irademi kaybederek...”
İstanbul Savcılığı’na, bir kırık pipo, gözlük, dolmakalem, yırtık not defteri, spor ceket, damalı pantolon gönderiliyor. “Sarımtırak saçlı” bir erkek başında, sağ cidar kemiğinde çöküntü, çöküntünün aşağı kısmında bir çatlak, frontal kemik orta kısmında bir kırık, kırığın üst kısmında çatlak, sağ arteryal çöküntünün etrafında travmatik bir nedenden oluşan kırmızılık vardır. Ve artık Sabahattin Ali yoktur.
Ali Ertekin ismi saptanmışsa da, ülkenin ilk “faili meçhul” olaylarından olan Sabahattin Ali’nin öldürülmesiyle başlamak, dramatik bir giriş olsun diye değildi. Sadece bu korkunç sahne bile, aralarındaki amansız mücadele sürüp giden iki kesimin net profillerini verdiği içindi. “Millî düşünce”yle parçalanan, parçalattırılan bir baştan çıkan sözlere baktıkça, bugünün aynası karşısında durduğumuzu göreceğimiz içindi. Kimi araştırmalara göre, Kırklareli Emniyet Müdürlüğü’nde işkenceli sorguda öldürülmüş, olay MİT ajanı Ali Ertekin’e yüklenmişti, biliyoruz, bunun üzerinde durmadık, tarafların zihniyeti açısından bir fark yaratmadığı için.
“Biz istiyoruz ki, şu topraklar ve onun üzerinde yaşayan insanlar, hiçbir yabancı devletin oyuncağı olmasın. Bir karış toprağımıza, bir tek vatandaşımıza bile göz dikilmesin. İster orduya dayanarak, ister bankaya dayanarak, ister dost görünerek, ister düşman görünerek, bu topraklarda kendi çıkarlarına yerleşmeğe uğraşanlara yüz verilmesin.”
“Emperyalizmin aleyhindeyiz” başlığında toplanan yazıların çıktığı dolmakalemdi “maktul”ün eşyaları arasında bulunan, darbeleri kim indirirse indirsin.
“Türk milletine fenalık edecek”ti, “Yurduna açık veya gizli yollardan girmek ve yerleşmek isteyen yabancılara yüz verme. Seni sömürmek ve köle etmek isteyen böyle düşmanlara karşı kafanla, kaleminle, gerekirse kanınla mücadele et” diye seslenen biri. “Üç bardak viskiye” ülkeye müşteri arayan, Amerikan himayesi savunucularına karşı, istiklal savunuculuğu, müşkül işti bu ülkede.
Yalnızca, bağımsızlıktan yana cesur çıkışları mıydı, katillerini hezeyanla titreten? Hayır. Bağımsızlık, bir sınıfsal bakışın argümanıydı temelde. O yüzden, yaşamı boyunca başına gelenlere isyanla, şöyle diyordu: “Bugünün itibarlı kişileri gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda kendimiz için hiçbir şey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: ‘Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor...’ Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek, bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”
Güçtü, mihnetliydi, tehlikeliydi. Güçtür, mihnetlidir, tehlikelidir.
Sabahattin Ali, dönemin “Akbaba” dergisinde, “Tan” ve Türkiye Sosyalist Partisi’nin “Gerçek” gazetelerinde, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’la çıkardıkları “Marko Paşa” olarak başlayıp, her kapatılışlarında isim değiştirerek yayınını sürdürdükleri mizah gazetelerinde, “Zincirli Hürriyet”te yazdıklarıyla, iktidarın, mandacıların ve gericilerin boy hedefi olmadı yalnızca. Bir edebiyatçı olarak yapıtları, Türkiye öykü ve romanında çığır açmakla kalmıyor, kurulu düzenin çarpıcı bir görünümünü de sunuyordu. Öldürülmesi, beraberinde ağırlıklı olarak dünya görüşü üzerinde durulmasını getirdiyse, bunun, edebiyatçı olarak gücünü gölgelemesine izin vermek, büyük haksızlık olacaktır.
Sabahattin Ali, kimilerince Türkiye’nin Gorki’si olarak adlandırılmasına yol açan yapıtlarında, toplumcu gerçekçiliğin ülkemizdeki ilk örneklerini verirken, bu akımın zaman zaman düştüğü şematizmden sıyrılmasıyla da kendine has bir yer edinmişti öyküde, romanda. Gözlem gücünün ve insanlarla temasının getirdiği bir derinlikle, bireyleri, içinde yer aldıkları atmosferde şekillenmeleriyle aktarabilmişti. Örneğin kadınlar, toplumsal çerçeve içinde, kalıplaşmış rollerinin dışında resmedilmişti.
Kapitalist sistemin feodal kalıntılarla, bürokrasinin sermayeyle bütünleşme sürecini, bütün bu bileşimin yoksullar üzerindeki tahakkümünü yansıtarak işlediği yapıtları, ona gittikçe yayılan haklı bir ün değil, aynı zamanda, güçlükler, mihnetler, tehlikelerle dolu bir yaşam getirmişti.
25 Şubat 1907’de Gümülcine’de doğumuyla başlayan serüveni, Birinci Dünya Savaşı’ndan, işgalden, Kurtuluş Savaşı’ndan geçip gelerek, Sabahattin Ali’yi şekillendirmiş, sorgulamayı öğretmişti. İlkokul yıllarında şiirle başlayan yazma tutkusu, yine kendini ifade etme, topluma seslenme arzusunun bir parçası olarak, öğretmenliğe sevgisiyle bir aradaydı. 1927’de Yozgat’ın Cumhuriyet okulunda başlayan öğretmenliği kısa sürer ve Milli Eğitim Bakanlığı adına, kendisini geliştirmesi için Almanya’ya gönderilir. Burada da uzun kalamaz. “Parazit Türkler” diyen bir öğrenciye attığı tokatla, geri gönderilir. Aydın Ortaokulu’nda Almanca öğretmenliği de kısa sürer. Öğrencilerinin dolabında, TKP’nin “Kızıl İstanbul” gazetesi bulunmuştur, tutuklanır. Bu tutuklama, “Kuyucaklı Yusuf”un malzemelerini toplatır. Sonrası, sayısız oradan oraya gönderilmeler, tutuklamalar, hapisler ve her birinden bir yapıtla dönmelerdir.
Cumhuriyet kadrolarının, yeniden emperyalizmin güdümüne girişi, bürokrasinin hakim sınıf olarak halka yabancılaşması, Sabahattin Ali’nin eyvallahsızlığından payını alıyordu. Evden, “beni yemeğe beklemeyin, biraz geç geleceğim, savcılıktan çağırmışlar da” diye çıkması ve Cumhurbaşkanı’na bir şiirinde hakaretten tutuklanarak kendisini önce Konya’da, sonra da Sinop’ta yatarken bulması, bu minvaldeydi. “Aldırma gönül” diyordu ama, Cumhuriyet Bayramı’yla gelen afla çıktıktan sonra da, “burda çiçekler açmıyor, kuşlar süzülüp uçmuyor, yıldızlar ışık saçmıyor”du.
Özellikle “İçimizdeki Şeytan” romanıyla, turancıların saldırıları artmış, “Millî Şef” açısından gözden çıkarılmıştı.
Burada, yazının başına dönülebilir. Tarih 2 Nisan 1948. Bulunuş Haziran. Tespit Ocak 1949...
Bir nokta var ki, altı çizilmeli. Bütün bu yaşam içinde, Sabahattin Ali, bir şey daha yapmayı ihmal etmemiştir. Aşkı, sevdayı, halen erişilmemiş dizelerle, satırlarla aktarmayı, yaşamayı...
Kırık pipo, gözlük, yırtık not defteri, kurulu düzenin, yalnızca bir onurlu aydından, bir bağımsızlık ve eşitlik savaşçısından değil, asıl olarak, Türkiye edebiyatının mahir kaleminden geriye bıraktıklarıdır... Yapıtları, ondan kalmıştır.
"Bir gün kadrim bilinirse..." Evet, meskeni dağlardı...
Asaf Güven Aksel