Adoniramın dediğine göre; gerek aklımızı gerekse bedensel gücümüzü sonuna dek kullanarak iç bölmedeki o sandığı aşağıya indirip, gizli bölmeye götürmemiz gerekiyordu. Buradaki asıl görevimiz buydu. Bunun için sırları öğrenmiş olmamız gerekiyordu ve öğrenebileceğimiz kadarını öğrenmiştik.
Sandık çok ağırdı. İçinde ne vardı acaba? Hazine gibi bir şey olsa gerekti. Kim bilir böyle bir hazineyi ele geçirebilmek için ne savaşlar yapılırdı.
Adoniram sandığın içindekileri biliyor muydu acaba?
Belki!... Sormadık.
Kendi başımıza bile güçlükle yol aldığımız o dehliz boyunca bunu taşıyacaktık.
Adoniram işin kolaylaştırılması için bir öneri getirdi: «Yoapert, sen şu heykelleri pek sevmemiştin ya hani. Haydi onları yerinden sök, taşımak kolaylaşsın.»
Gareb atıldı, «Yok o işi ben yapayım daha iyi.»
Bu arada Stolkin ortalıkta görünmüyordu. Tam bizi bırakıp nereye gitmiş olabileceğini düşünüyordum ki, birtakım kereste parçalarıyla geldi. «Bunları dış avluda buldum. İşimize yarayacak.» dedi. «Şimdi ben hemen bir kızak yapacağım. Sandığı onun üzerine yükleyecek kaydırarak götüreceğiz.»
Adoniram onu kutladı. Böyle bir kolaylık onun bile aklına gelmemiş, taşıyarak götürmemizi öngörmüştü. Eh, herkesin kendine göre bir bildiği var.
Selek halatla bir sapan kurdu; sandığı ilk aşamada aşağıya kolay indirelim diye.
Beniyah da Gareb’in söktüğü altın heykelleri sarıp sarmaladı.
Birini şöyle bir kucakladım. Öyle ağırdı ki, tek kişi ancak birini taşırdı.
Adoniram ile birlikte sandık kuyuya indirilirken alttan tutmak üzeri aşağıya indik. Diğerleri önce kızağı, sonra halatla bağlanmış sandığı ağır ağır aşağıya indirdi.
Orada bir ayak basacak kadar bile yer kalmamıştı. Sandığı kızağın üzerine oturtmamız olanaksızdı.
Çaresiz, tüm bu işleri yeni baştan yaptık. İkisi de yeniden yukarıya çekildi. Sandık Stolkin’in kızağına sıkıca bağlandı ve yeniden, birlikte aşağıya indirildi.
Bunu daha önce niçin düşünmemiştik ki?
Adoniram, «Şimdi iki seçeneğimiz var.» dedi, «Ya iki sefer yaparız ya da dördünüz kızağı götürürken ikiniz de birer heykel yüklenir. Ne dersiniz?»
Yosafat, «Buna ne gerek var?» diye karşı çıktı. «Hangimiz heykeli yüklenirsek yüklenelim, kayarak düşme riski artar. İyisi mi, Heykelleri de aşağıda sandığın üzerine bağlayalım.»
«Aklınla bir yaşa Yosafat.» dedi Adoniram, «Doğru, öyle yapalım.»
Adoniram, o hepimizden çok daha akıllı ve zeki mimar, Yosafat gibi genç bir duvarcı ustasının aklına geleni niçin düşünememişti ki?
Aslında kimi zaman öyle olur işte… Biri kişiye çok akıllı ve çok zeki olduğu için karşılaşılan bir problemi hemen çözüvereceği görüşüyle tam güven bağlarsak yanılabiliriz. Düşünme yeteneği işlemektedir ama istendiği sırada bir başka şeye kilitlenmiş olabilir. İnsan bunu denetimi altına alamayabilir; alt bilinçten üst bilince çıkaramayabilir. Bundan ötürü o kişiyi küçümsemek de haksızlık olur. Öte yandan aynı problemin karşısında bir başka kişi, o çözüme, aslında kendisinden hiç beklenmeyen bir atılımla kolayca ulaşabilir.
Bundan sonrası?…
Yorucu oldu elbette ama yapılamayacak iş değilmiş. Yokuş aşağı gitmek daha zordu; öndeki üç kişi, arkalarından bastıran bir yüke dayanmaya, arkadaki üç kişi de onu olabildiğince tutmaya çalışıyordu. Bu yüzden ilk düzlüğe vardıktan sonra hep birlikte geri dönerek yukarıya çıkıp, hem iyice soluk almak hem biraz dinlenmek zorunda kalmıştık.
Ancak oldu işte… Sonunda emaneti gizli bölmeye ulaştırdık.
Ulaştırdık ama bitmiştik.
Adoniram, «Burada yapmamız gereken az bir iş daha var ama görüyorum ki hiçbirinizin buna mecali kalmadı. Zaten ben bunu buraya bir gün içinde getirebileceğimizi bile sanmıyordum. O nedenle şimdi dönelim. İşini geri kalanını yarın bitiririz.» dedi.
Hepimiz bunu hoşnutlukla karşılayarak döndük. Tapınaktan çıktığımızda, pırıl pırıl bir ay gökyüzünü aydınlatıyordu. Çoktan gece yarısı olmuştu.
Yatacağımız yere giderek yıkıldık. Bir şey konuşacak halimiz bile kalmamıştı.
Ertesi sabah uyanıp üzerinde yattığım sedirde şöyle bir doğrulduğumda, bir gariplik olduğunu sezdim.
Stolkin ile Beniyah hâlâ uyuyordu. Diğerleri yoktu.
Kalkıp dışarıya çıktım. Güneş tam tepedeydi. Çoktan öğle olmuştu bile. Ne biçim uyumuştuk!
Hemen yukarıya çıkıp ötekileri de uyandırdım. Apar topar, koşar ayak tapınağa gittik.
Ortalıkta hiç kimse yoktu. Dosdoğru iç bölmeye yöneldik.
Küptaş yana çekilmiş halde duruyordu. Bunun tek bir açıklaması vardı: Diğerleri aşağıya inmiş, gizli bölmeye gitmişti. Sonradan dediklerine göre; onlar sabah uyanmış, bakmışlar ki biz üçümüz mışıl mışıl uyuyoruz, kıyamamışlar, bizi bırakıp gitmişler. Biraz beklemişler ama biz bir türlü gelmeyince Adoniram «Haydi işçi iş başında gerek. Biz gidelim. Kalanını onlar olmadan da bitiririz.» demiş.
Şimdi biz de gitmeliydik ama meşale olmadan tünelde ilerleyemezdik. Hele ikinci düzlükte bir de yanlışlıkla lâbirent yoluna sapacak olursan… Ne olurdu sanki Adoniram şunun bir de yedeğini getirmiş olsaydı!
Stolkin dayanamayıp aşağıya indi. Birkaç kez seslendi. Yanıt alamadan döndü.
Çaresiz, oturup bekledik.
Ne kadar beklemiş olduğumuzu bilemiyorum ama sonunda çıkageldiler.
Adoniram’ın neşesi üzerindeydi; «Ohooo! Günaydın. Sonunda uyanabilmişsiniz.» diyerek dalgasını geçti. Oysa kızıp azarlayabilirdi de.
Ötekilere dönerek, «Evet, artık işimiz bitti. Ancak Stolkin, Beniyah ve Yoapert son olarak ne yaptığımızı göremediler çünkü uyumayı yeğlediler. Ne yapalım, bunun ceremesini çeksinler, öyle değil mi?» dedi.
Yosafat, «Adoniram, acaba biraz daha hoşgörülü davranamaz mısın?» diye sordu.
«Nasıl hoşgörülü?»
«Ben diyorum ki… Onların bunu göremeyişinin kusuru aslında onlarda değil, bizde.»
«Nedenmiş o?»
«Şöyle ki, şayet biz uyandığımızda onları da uyandırsaydık, hiç kuşkusuz gizli bölmeye hep birlikte gidecektik, öyle değil mi?»
«Evet öyle.»
«O zaman bence onların da son bir kez oraya gitmesi ve ne yaptığımızı görmesi gerek. Madem burada tüm sırları paylaşıyoruz, onları bundan yoksun tutamayız. Haksız mıyım?»
Adoniram biraz düşündü ya da düşünür gibi yaptı. Sonunda «Peki, haydi gelin bakalım.» dedi.
Beniyah, «Zararı yok. Bizim için zahmete katlanmasaydın.» diyecek oldu. Adoniram ona öyle ters bir bakış attı ki, «Affedersin. Öylesine ağzımdan kaçıverdi.» demek zorunda kaldı.
Adoniram ötekilere gidip yıkanarak dinlenmelerini söyledikten sonra bizi peşine taktı. Artık alışmış olduğumuz için, öncekilerden çok daha hızlı bir tempoyla ve kısa süre içinde gizli bölmeye ulaştık.
Kapıyı açtıktan sonra, sütunların üzerindeki kandillerden bir tekini yakmakla yetindi.
Eeee!... Gözlerime inanamadım. Ortada ne sandık vardı ne heykeller... Nereye koymuş olabilirlerdi ki?... Küçücük bir hücre. Dört yanı taş duvar. Sadece bir köşede olasılıkla daha önce sandığın örtüsü olan siyah bez parçaları istiflenmişti.
Beniyah ile Stolkin’in de yüzlerinden benim gibi şaşkınlık okunuyordu.
Adoniram, «Şimdi kapıyı kapatın.» dedi. «O bez parçalarını kapının altına üstüne, yanlarına iyice sıkıştırın ve sonra da kapıya yaslanın.»
Dediklerini yaptık.
Hücrenin öte yanında, en altta ve en köşedeki iri bir duvar taşını gösterdi. Ben parmağımla işaret ederek ve gözlerimle “Onun arkasında mı?” diye sorar gibi yaptım. O da “Evet!” anlamında başını salladı. «Görmek istiyor musunuz? Açayım mı?»
Ona inanmayacak mıydık? Açsa da olurdu açmasa da.
«Bunun açılması da kapatılması da hayli sorun yaratıyor. Onun için isterseniz hiç açmayalım ama emanetin nerede olduğunu bilin. Gerektiğinde nasıl açılacağını sonra anlatırım. Kolay.» dedi.
Bezlerin ne işe yaradığını anlamamıştık ama söküp yeniden istifledik. Adoniram kandili söndürdü. Çıktık. Kapıyı kilitledi. Kös kös döndük.
Yolda, “Hiçbir şey görmedik ki. Buraya boşuna gelmiş olduk. Yerini şöyle bir betimlese de yeterdi.” diye düşünmekten alamadım kendimi.
Ancak sonra da öyle düşünmüş olduğum için utandım. Eğer isteseydik, açıp gösterecekti.
İç bölmeye dönüp küptaşı yerine çektikten sonra, o gün biz de bir şey yapmış olmak için ortalığı bir güzel temizledik. Kereste artıklarını ve halatları kaldırdık. Adoniram yedi kollu şamdanın kandilini söndürüp üzerini örterken, «Şimdi siz de gidebilirsiniz. Yıkanıp temizlenin. Diğerlerine de söyleyin. Akşama doğru ama güneş batmadan önce tapınağın önünde buluşacağız. Ancak hepiniz en temiz ve en düzgün giysilerinizi giymiş olacaksınız. Yapacağımız son bir şey daha var.» dedi.
Yapacağımız son bir şey daha varmış fakat temiz giysiyle...
İnsanın kafasında hep böyle soru işaretleri bırakmak çok mu hoşuna gidiyordu acaba?
İç avlunun öte yanındaki kuyudan su çekip bir güzel yıkandık. Biraz dinlendik. Akşama doğru olabildiğince şık giyinip tapınağa gittik.
Adoniram bu kez bizden önce gelmiş, bekliyordu.
Gülümseyerek, «Sizin için daha güzel şeyler yapmak isterdim ama kısa zaman içinde ancak bu kadarını becerebildim.» dedi. Defne ve zeytin dalları toplamış, bunlardan birer taç örmüştü. Her birimizin başının üzerine yerleştirdi ve «Artık Kral Süleyman’ın sarayına gitmek üzere yola çıkabiliriz.» dedi.
Yine heyecanlandım… Yüreğim küt küt atmaya başladı. Şaka etmiyordu. Bizi saraya götürecekti. Yıllardan beri burada oluşuma karşın saraya hiç gitmemiştim. Hiçbirimiz gitmemişti.
Tapınaktan çıktık. Adoniram önümüzde, hep birlikte saraya doğru yürümeye başladık.
Yol boyunca gördüğümüz herkes yana çekilip saygı ile eğilerek bizi selâmlıyordu.