Masonlar.org - Harici Forumu

 

Gönderen Konu: GECİKTİRİLMİŞ ANNELİK SENDROMU  (Okunma sayısı 3370 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Ocak 10, 2008, 12:14:11 ös
  • Uzman Uye
  • ****
  • İleti: 3120
  • Cinsiyet: Bay

GECİKTİRİLMİŞ ANNELİK SENDROMU
ve SINIR KİŞİLİK RAHATSIZLIĞI
( BORDERLINE SYNDROM


bu rahatsızlığın kısaca tanımlaması:
-       Yukarıda temas ettiğimiz gibi kişinin hayatında bir dizi dengesiz yoğun insan ilişkileri görülür, iki kutuplu bir eksende bu ilişkiler ya aşırı idealleştirilir ya da aşırı değersizleştirilir (sevgi-nefret arasında ilişkinin tüm tarihçesini göze almadan oluşan gidip gelmeler)
-       Dürtüsel bir kendi kendine zarar verme eğilimi    (aşırı para harcama, aşırı polimorf/sapık cinsellik, tehlikeli sporlar, yeme rahatsızlıkları/bulimia ...gibi)
-       Saatten saate, günden güne değişebilen duygusal dengesizlik (depresyon, aşırı sinirlilik, kaygı atakları ...) ama süre sadece birkaç gün. (aylar sürebilen depresyon atakları gibi değil)
-       Duruma uymayan öfke atakları, öfkeyi kontrol edememe, çevreyi abartılı miktarda olumsuz algılama, - davacı - mizacı.
-       Fiziksel saldırganlığa varabilecek kavgalar.
-       İntihar tehditleri veya girişimleri
-       Kendi kişilik  yapısı üzerine oluşmuş sürekli belirsizlik. (cinsel kimlik, uzun vadeli hedefler, meslek seçimi, seçilen değerler, arkadaş tipleri...)
-       Kronikleşmiş gerçek veya hayâlî terk edilmişlik duygusu.


a)   Bu kavramlara teferruatlı bir biçimde – Dokuzyüzkatlı İnsan – adlı kitabımızda temas etmeye çalıştık. Kitaptan bazı bölümleri inşaallah yakında internet sitemizde de sizlere sunacağız.
 
Batı dünyası psikolojisinin ben ve benlik ( ego / self ) kavramları   bizim nefs diye tanımladığımız çok katlı insan gelişim potansiyeline sâdece kısmen tekabül ediyor. Sanki S.Freud   "bodrum katlar " ( altbilinçdışı ) analiz etmiş, C.Jung ise bizim üstbilinçdışı diye tabir ettiğimiz insanın üst katları okyanusunun sâdece kıyısına gelmiş. Davranışcılar, kognitif ekoller ve vâroluşcular ise içinde yaşadığımız bu katı ( günlük alışılmış bilinç durumu ) ve bu kata en yakın olan ortabilinçdışını anlamaya çalışmışlar. Vâr olan hâliyle benötesi / tranpersonal psikolojisinin ise, genellikle uzakdoğu maneviyat kaynaklarından esinlenerek üstbilinçdışını anlamaya yönelik girişimlerde bulunduğunu görüyoruz, ama maalesef İslâm ve tasavvuf yetersizce devreye girdiği için alınması gereken sonuçlar alınamıyor.
Hâlbuki insan nefsinin üst katlarında, alt katların sisleri dağılmaya başladığında, zuhûr eden lâtîf duyu ve duygular insan vâroluşu açısından olağanüstü öneme hâiz görünüyor. Hiç mubalağa etmeden diyebiliriz ki, tüm insânî arayış ve motivasyonlar aslında bir – üst kata – çıkabilmek için meydana çıkıyorlar. Üst katların varlığından bîhaber kalmış insanlara, hayatlarını idame ettikleri vâroluş katını, süslemek, dekore etmek, figüranlarını değiştirmekten başka çâre kalmıyor. Roller, roller ve hep yeni kıyafetlerle sahneye çıkıp, artık son derece sıkıcı ve monoton gelen, anlamsız hayat oyununu oynamak. Makam, mevki, güç, iktidar, çekicilik ve sahte sevgi alışverişleri ve...her şeyi silip süpüren zaman. Modern, " çağdaş " postmodern insan sanki kendi kendini bir kata hapsetmiş ve hipnotize olmuş gibi donuk gözlerle artık nefret ettiği bu dünyayı " tüketiyor ", kullanıyor, kısaca yok ediyor.
 
(a) – Kullanmak – kelimesinin semantik manası – kul – kökünden mi geliyor bilmiyorum ama eşya ve insana karşı tutum mağrur bir sahibin, kölesine karşı takındığı tavra benziyor. Acımadan, sevmeden sâdece kendi bencil çıkarları için kullanma. Heidegger'in " Zuhandenheit " ele avuca sığan ilişki tarzı ile, bunun karşıtı olan " Vorhandenheit " ki bendeniz bu tabiri karşıklı görüşme yerine -muhabbet – diye tercüme ediyorum, ilişkileri veya M.Buber'in,
Ben – o ve Ben – Sen ilişkisi. Ben – Sen ilişkisinde artık insan veya eşya ile diyalog, bize göre muhabbet var. ( Muhabbet – hubb – kelimesinden gelir ve hubb sevgi demektir )
 
Anlamsızlık, âidiyet duygusunun yok oluşu, gittikçe artan oranlarda kaygı ve bu kaygının dış tezahürü olan sebepsiz öfke, modern insanın tüm bu trajedisinin altında, bize göre, nefs katlarında yükselememe yatıyor. Filozoflar bu fenomene " ontolojik kararma / ontological obscuration " diyorlar ama çıkış yolunu bulamıyorlar. Hele batı medeniyetinin temel dinamiğini oluşturan " aydınlanma hareketi ", tüm dünyaya insânî fazilet olarak kabul ettirilmeye çalışılırken, içinde taşıdığı o muazzam çelişki, paradoks, göz ardı ediliyor. Bu nasıl " aydınlanma ", bunlar nasıl " aydınlar " ki, 200 sene kadar kısa bir zaman dilimi içersinde, hem insanı, hemde dünyayı yok etmeğe muktedir oluyorlar?
 
(a) " Aydınlanma projesinin " çok derin muhtevalı bir analizini L.R.Cahoone'nun, " The Dilemma Of Modernity / Modernizmin İkilemi " adlı kitabında bulabilirsiniz. Meselâ bu kitapta şöyle sorular soruluyor, " eğer savunduğumuz şeyler değerlerse, peki biz neyi yanlış yaptık ? ". Adorno ve Horkheimer'in " tabiata ters düşen bir benlik ve nefs anlayışı...aydınlanma ilkeleri yine çok ilginç bir yaklaşım. (age 191)
 
Evet âcizâne görüşümüze göre insan sâdece rasyonel akılla anlaşılmak istenirse, " aydınlanma projesinin " sözde aydınlanmış, yarı canavar insanları ortaya çıkar. Cogito ergo sum / düşünüyorum demek ki varım savı, insanın sâdece alt katlarının analizinde bir işe yarar. Ama o katlardan yukarı doğru yükselme olmazsa, sonuç modern, çağdaş, " özgür " insanın trajedisidir.
 
Şimdi ana konumuza geri dönelim ve yukarıda sözünü ettiğimiz lâtîf duyguların kadın dünayası için ne manaya geldiğine bir göz atalım.
Âriflerden duyduğumuza göre insanın duygu hiyerarşisinde en yüksek mevkide olan duygu, sevgi duygusudur. Bu duygu baştan benmerkezci bir tarzda gelişirken, nefs katlarında yükseldikçe gittikçe -  almadan veren -  bir hâle dönüşür. Fedakârlık, sabır, ihtimam, hoşgörü, muhabbet gittikçe artar ve sevgi bir tür aşka dönüşür. Aşk semantik manası açısından " sarmaşık " demektir. Sanki o muhabbet üst katlarda artık ferdi bir gül fidanı gibi sarıp sarmalamış ve alt katların – ego – su o muazzam, muhteşem, kelimelerle tanımı mümkün olmayan duyguda yok olmuştur.

" Benim canımla senin canın birleşmişler, bir can olmuşlardır...
Ey benim gönlüm, gül bahçem ! Ey beni sağlığım, hastalığım ! Ey benim pazarımın, alışverişimin parlaklığı ! Elinde bir pergel gibiyim. Başı dönmüş bir hâlde senin etrafında dönüp duruyorum...
Sudayım, topraktayım, ateşler içindeyim. Rüzgârlarla üzülüyorum. Bu dört unsurum etrafımda, fakat ben bu dördünden değilim...
Ben ötelerdenim...
Mevlâna, Divan-Kebir'den seçmeler,
Şefik Can , Cilt II, Sayfa 222


Şimdi yukarıda okuduğumuz beyitleri bir annenin evlâdı için hissettiği duygular olarak da düşünürsek belki sevgi diye tanımladığımız duygunun lâtîf hâline biraz yaklaşabiliriz. Bu kabiliyet potansiyel hâlinde en yüce doruklarına annelik sevgisinde ulaşır.

(a)Bir Afrika atasözü – uzaklık – kelimesini bir cümle-kelimeyle ifâde eder, yanılmıyorsam Zulu kabilesinde, uzaklık için, - anne senden o kadar uzağım - cümlesi kullanılır.

Benötesi psikolojisi çerçevesinde araştırdığımız hâl psikolojisi muhtevasındaki lâtîf duygular yaşanmadıkları zaman insanın içinde, özellikle göğüs bölgesinde bir sıkıntı durumuna neden olurlar.
Modern psikoloji bilimi sevgi, nefret, kaygı, keder gibi duyguların analizini yaparken neredeyse inanılmaz bir dar görüşlülükle tüm duyguların ataları olan lâtîf duyguları görmez. Çünkü bu duygular
rasyonel akılla kavranamayacak, - ölçeklere - sığmayan ama varlıklarından hiç şüphe olmayan duygulardır. Reduksiyonist, materyalist, ampirik, yatay nedensellik ile dünyayı anlamaya çalışan " aydınlanma " paradigması için bu lâtîf duygular, ölçümlere sığmadıkları için, sâdece yok farz edilmezler, üstüne üstelik birde küçük görülürler. Bu tutum özellikle kadın dünyası için kendi kendini inkâr ve kendi kendine yabancılaşmayı getirir.
Sanki kadın yaradılış itibarıyla derununda taşıdığı bu duyguları bir yabancı yük, aşılması gereken bir zaaf, özgürlüğüne ket vuran bir engel olarak algılamaya başlar. Seküler aydınlanma projesi çerçevesinde, modern, çağdaş kadın – özgür – olmalı, böyle arkaik, ilkel, faydasız duyguları aşmalıdır. Böylece gününü gün eden narsisist, hedonist, şizoid, erkek taklitcisi kadın modeli ortaya çıkar.
 
a) Bu model " emansipasyon " adı altında bilinçdışına yerleşiyor ve kadınlar özgür oluyoruz diye birer erkek karikatürü hâline dönüşüyor, böyle olmayanları tenzîh ederim.

Sonuç olarak, aslında batı medeniyetinin bir özelliği olan bu kadın modeli, küreselleşme çerçevesinde dünyaya hızla yayılıyor ve evlâdını canı gibi seven anneler bile, " aman kızım erken evlenme, hayatını yaşa, önce bir iş edin " paradoks mesajını vermeye başlıyorlar. Yâni onbinlerce senedir insanlık tarihinde adet gördükten birkaç sene sonra evlenip çocuk sahibi olan, dolayısıyla yaradılışlarındaki lâtîf duyguları yaşamaya başlayan kadınlar, 100 sene gibi kısa bir zaman dilimi içersinde, insanlık tarihinin daha önceleri görmediği bir yenilikle karşı karşıya geliyorlar.
 
(a) Burada bir yanlış anlama olmasın, biz kadın rûh sağlığı açısından eğitim görmesin, hemen evlenip evine kapansın mesajı vermiyoruz. Sâdece kadının doğal yaradılış yapısında vâr olan duyguların yaşanması ve ertelenmemesi gerekliliğinin altını çiziyoruz. Son senelerde – özellikle AİDS – korkusu yüzünden ABD de gençler arasında erken evlilik teşvik ediliyor ve hatta - erken evlilik hayatınızı kurtarabilir - diye sloganlar bile kullanılıyor. Meselâ lise yıllarında ve lise biter bitmez erken evlenip eğitim ve kariyer arayışlarını beraberce sürdüren eşler niye olmasın ? Niye aktif bir devlet politikası desteği ile eğitim hâlinde bile anne olmak ve gereken sosyal desteği almak mümkün olmasın ? Eğer aşağıda Borderline / Sınır Rahatsızlık sendromunda göreceğimiz gibi, bu rahatsızlıklar zâten varlıkları nedeniyle istikrarlı bir hayat tarzını ve egitim disiplinini olumsuz engelliyorlarsa, özellikle hassas yapıdaki gençler için hayat - istatistiklerin gösterdiği gibi - maalesef başarısızlıkla sonuçlanacak.
 
Bu sürece hormonel açıdan bakıldığında ise östrojen/projesteron hormonları dengesinde yine tarih boyu misli görülmemiş, alışılmamış bir - kaymayı - müşâhede ediyoruz.
 
(a) Tecrübeli psikiyatrist ve psikologların bildiği gibi, kadın hamilelik süresi boyunca, bir rahatlama yaşar. Depresyon, kaygı patolojisi azalır, zaten gebelik durumunda kullanılması mahzurlu olan ilaçlar, gereksiz hâle gelebilir. Bu yüce Rabb'imizin kadına ihsan eylediği, - sekine - hâlidir. (sekîne, Kur'an-î bir kavramdır ve sukûnet, barış, huzur manalarını taşır)
 
Burada sormamız gereken soru bu periyodik/siklik östrojen, projesteron hormonları ifrazatının ömür boyu kadının rûhsal
durumu üzerinde gösterdiği tesir olabilir.
Bu duruma C.G.Jung'un derinlik psikolojisi açısından baktığımızda ise şu ilginç durumla da karşılaşıyoruz. Kadının – anima – sı gittikçe erkekleşiyor ve tabii yapısına uymayan aşırı güçlü bir – animus – ortaya çıkıyor.


(a) Jung psikolojisine göre, - persona - , günlük kimliğimize, oynadığımız role tekabül eder. Ama her erkekte bir dişisel yön, - anima - olduğu gibi, her kadında da bir - animus -, erkeksi yön vardır. Gölge ise bilindışında gizli kalan rol ve özdeşleşmelerdir. Böylece C.G.Jung'a göre her insan, kadın olsun erkek olsun, bir persona, bir anima, bir animus ve gölgelerden müteşekkildir.
Basit örnekler verirsek, meselâ " maço " diye tabir edilen erkek tipi, ilkel animus'u ile aşırı özdeşleşmiş, anima'sı pek gelişmemiş erkek olarak görülür. Ve bu kişilik başarılı bir terapiden geçtikten sonra, yavaş yavaş anima'sını keşfetmeğe başlar, duygusallığı artar, kadınları artık birer - av - gibi görmekten vaz geçer, belki gizli yeteneklerine ulaşır, bir enstrüman çalmaya başlar. Aynı şekilde animus'u ile aşırı özdeşleşmiş bir - erkek kadın -, daha kadınca giyinmeye başlar, senelerce ertelediği annelik konusunu tekrar gündeme getirebilir veya var olan çocuklarına daha müşvikce davranmaya başlar, kocası ile rekabetten vaz geçer.

Sınır Kişilik Rahatsızlığı ( Borderline Personality Disorder )

20. yüzyılın başlarında modern psikoloji, daha ziyâde kadınlarda görülen bir rahatsızlığı, - histeri – diye tanımladı. Histeri Yunancada, yürüyen / gezinen rahim (ana rahmi!) anlamına gelir. (ing. wondering womb...!)
Daha sonraları histeri kavramı ile irtibatlı olarak kadının sosyal rolleri ve aklî yapısı üzerine bazı varsayımlar üretildi ve bu istikamette tedavi stratejileri geliştirildi. Fakat o zamandan bugüne, histeri kavramı yavaşça teşhis kategorilerinden silindi ve 1950 lerden itibaren yerini bizim konumuz olan – Sınır Rahatsızlık – aldı. Ne psikoz (hezeyan) ne de nöroz kategorilerine uymayan bir grup rahatsız insan Knight (1953) ve Schmiedberg (1959) tarafından bu isim altında tanımlandı. Ama daha önceleri Stern (1938) eşik altı şizofrenler, psödonörotik şizofrenler teşhislerini bu kavram altına yerleştirmişti.
1975 yılında içselleştirilmiş insan ilişkileri kuramının kurucusu O.Kernberg* bu rahatsızlığı derinliğine araştırdı ve kendi nozolojik kavramını oluşturdu.
 
(a) Affınıza sığınırım ama – Object relations theory – sini – nesne ilişkileri diye çeviremiyorum. İnsan hiçbirzaman – nesne – olmamış ve olmayacaktır da. Bizlerin - insanın kim olduğunu - bildiğimiz için batının bu cehaletine uymayıp bazı kavramlarda değişiklik yapmamız gerektiğine inanıyorum. Bu doğrultuda ilginç bir müşâhede, Japonca’ya psikoloji kavramı " shinrigaku " tercüme edilmiş ( 1877 ). " Shin " gönül anlamına gelir, gönül ilmi...
 
Kernberg kısaca iyi anne/kötü anne ve iyi baba/kötü baba sembollerinin çocuk gelişim süreci esnasında sentezlerinin yapılarak sağlıklı bir benlik kavramına ulaşılacağını söyledi .
Eğer bu sentez yapılamazsa insanın ömür boyu, hem kendi kendisi hemde diğer insanlar konusunda artı-eksi li bir kutubun bir o yanında bir de bu yanında dolaşacağını öngördü.
Yâni abartılı bir şekilde diğer insanları hem bazen aşırı yücelten, hembde aşırı yeren, sevgi ile nefret arasında bir o yana bir bu yana savrulan insan yapısı anlattı. Tabi ki bu insanın kendi kendisi üzerine oluşmuş kimlik duygusu da sabitleşmemiş bir yapıdaydı.
Kernberg ile aynı dönemde J.Gunderson (1975) rahatsızlığın ana özelliklerini tanımladı ve bunlar DSM IIIR (1987) teşhis klassifikasyonunun oluşturulmasında büyük rol oynadı.


Rahatsızlığın sıklığı ise ABD de %1-2 olarak tahmin ediliyor.
 
Ayrıca sınır kişilik rahatsızlığı gösteren hastalarda, depresyon, intihar girişimleri, madde bağımlılığı, beslenme rahatsızlıkları  (bulimia) yapılan araştırmalara göre daha sık müşâhede ediliyor.
 
Tedavi ise psikoterapi, farmakoterapi ve sosyoterapi üçlüsü ile yapılmaya çalışılıyor. Psikoterapide bir yandan Kernberg'in geliştirdiği aktarım analizi ağırlıklı yaklaşım, bir yandan da  "diyalektik davranış terapisi " uygulanıyor.
 
Kendi tecrübelerime dayanarak edindiğim intibalarıma göre bu rahatsızlıkta terapistin olağanüstü sabırlı ve dayanıklı bir yapıda olması gerekiyor. Çünkü belirli fasılalarla bir yandan idealize edilecek (olduğundan daha mükemmel vs...algılanacak) ama bir yanda da bazı dönemlerde çok yoğun bir nefretin hedefi olacak. İşte istikrarla, sabırla, sevgiyle, anlayışla, tüm bu yansıtmaları göğüslemek, sineye çekmek lâzım. Rahatsız kişi yaşayamadığı bazı duygularını onun üstüne yansıtarak yaşayacak ve terapist de fırtına altındaki söğüt dalı gibi esneyecek ama kırılmayacak (concordant counter-transferance). Bazen de meselâ üstüne yansıtılan – kötü baba veya anne – rolünü geçici olarak benimseyerek, hastasına bu rolle başedebilmesini öğretecek (complementary counter-tranferance). Bu konuda başarılı terapistler bendenize göre hakikaten  - elleri öpülecek - insanlar, Rabb'im hepimize bu sabrı ihsan eylesin !
Burada sorabileceğimiz bir başka soru ise benötesi psikolojisi ve psikoterapisi yaklaşımlarının hangi – artılar – getirebileceği sorusu. Meselâ ayna yansıtma, benötesi açısından rüya analizleri ve aktif hayal kurma metodları hangi tedavi avantajları sağlayabilir ? Bendeniz heyecanla ve ümitle bu alanda olumlu gelişmeleri bekliyorum ve işbirliğine hazırım.
 
Evet efendim, sınır kişilik rahatsızlığını biraz tanımlaya çalıştık, gelin şimdi – ertelenmiş annelik sendromu – ile muhtemel bağlantılarına bir göz atalım.
Öncelikle ırsî/yapısal (fıtrî) faktörleri ve aile dinamiğini bizim de kabul ettiğimizi belirtelim. Linehan ve Kernberg'in savundukları gibi fıtrî (innate) biyolojik temayülleri nedeni ile bazı insanlar diğerlerine göre stres karşısında daha az dayanıklı bir şekilde dünyaya geliyorlar ve düzelmeleri daha fazla zaman alıyor. Önemsiz bir provokasyon karşısında hemen – celâlleniyorlar – ve sakinleşmeleri gecikiyor. Ayrıca bebeklik ve çocukluk döneminde yaşanan patolojik, rahatsız edici iletişim modellerinin nörotik yapı üzerinde büyük tesiri var. Özellikle cinsel taciz, sevgi yoksunluğu, anne ve babanın kendi rahatsızlıkları (tedavi görmemiş depresyon, nöroz, bağımlılık) çocuğu hayata – yaralanmış – zedelenmiş bir şekilde sokuyor. Bütün bunlar doğru ama bizim görüşümüze göre yetersizliklerin yanı sıra birde – yeterliliklerin yaşanamaması – faktörü var. Nasıl psikoanalizin gelişmesi ile bilinçdışına atılmış duygular fark edilip bunların bilince entegrasyonu bir rahatlama, ferahlama, daha geniş bir özgürlük getirdiyse, bizim lâtîf duygular diye tanımladığımız (şefkat, muhabbet, ihtimam - özen gösterme-, ferâgat, fedakârlık, sabır, tevekkül, teslimiyet, huşu, kanaat, sekine, nuas, selam, hilm - yumuşaklık - , sadâkat, terk, takva - sorumluluk bilinci - , himmet - rûhsal enerjimizi bir noktaya yoğunlaştırma - , itminan - güven - , reca - ümit - ve aşk gibi) duyguların yaşanması çok ama çok önemli insânî bir zorunluluk. Bu duygular yaşanamadığı zaman sanki varlığımız çok yoğun bir basınç hâlinde, bulunduğumuz nefs katı bize dar geliyor (daral!) ve bir üst kata çıkabilmek (veya boyut değiştirmek için) hemen harekete geçmemiz, birşeyler yapmamız lâzım. Bunun adı ise, arayış, motivasyon, çağrı/ vokasyon... İşte yaradılış potansiyeli olarak bu duyguları yaşamaya daha istidatlı olan bazı insanlar, bu duygular sosyo/kültürel nedenlerle ertelendiği zaman beklenmedik oranda bir tepki verebilirler. Bu doğrultuda Borderline/Sınır Kişilik rahatsızlığının nedenlerinden birisi de yukarıda tanımladığımız lâtîf duyguların ertelenmesi olabilir. İlginçtir, 50 senedir süren borderline araştırmalarında, bildiğim kadarıyla, bu konu ile ilgili hiçbir çalışma yok. Sanki psikoloji ilmi burada kör nokta yaşıyor.
Nedeni ise, aydınlanma projesi ( enlightenment project ) ve paradigması çerçevesine dahil olan bilimlerde duyguların küçümsenmesi. Ampirik (ölçen, biçen, tartan, laboratuarda kanıtlayan), reduksionist (indirgeyici), pozitivist, yatay nedensellik tavırlarını kendine düstur olarak almış modern bilim, kendi araştırma kriterlerine uymadığı için, zaten psikolojiyi de ciddiye almıyor, küçümsüyor. Duygular alanına girmeye cesâret eden psikoloji, sâdece tolere ediliyor. Freud bilinçdışının varlığını, göze batacak bir şekilde, ispat etmemiş olsa, psikoloji toptan dışlanacak, yok sayılacak veya aydınlanma paradigmasına uyacak şekilde anlaşılacak.
 
(a) Bu tutum maalesef psikiyatride artık neredeyse tamamen geçerli, dinamik psikiyatri (insânî ilişkiler, " muhabbet " psikiatrisi) gittikçe ölüyor ve statik psikiyatri (byiolojik, ampirik, tarafsız bilimsel gözlemleyici tavırları, test ölçekleri... ) gittikçe ağır basıyor.
 
Normal duyguları bile bu kadar küçümseyen bilimsel paradigma, lâtîf duyguları nasıl anlasın, nasıl kabul etsin ? İşte yukarıda sözünü ettiğimiz – kör nokta – bu tutumdan kaynaklanıyor.
 
Sınır rahatsızlık mevzuunda bir diğer önemli gözlem ise, - niye şimdi - sorusu. Freud, Jung ve yandaşları, niye bu teşhisi göz ardı ettiler ? Niye – histeri – (wondering womb... muhterem hanımefendiler sizleri tenzîh ederim!) fark edildi de – Borderline – fark edilmedi ? Ya göz ardı ettiler, ya da bu rahatsızlık bu oranlarda yoktu. Bendeniz daha ziyâde bu ikinci olasılığı varsayıyorum. 1800 lerden bu yana evlenme yaşı  (dolayısıyla, çocuk sahibi olup lâtîf duyguları yaşama imkânı) gittikçe daha ileri doğru gidiyor. Aydınlanma projesinin emansipe olmuş - amazonları - için anne olmak, ikinci sınıf bir varlık olmakla eş anlamlı olarak telâkki ediliyor veya enformasyon kanalları ile böyle empoze ediliyor.
 
(a) Günlük gazetenizin arka sayfasındaki - cesur ve özgür - hanımefendilere bir ibret gözüyle baksak... Bu muhteremler (bazı medya mensupları, diğerlerini tenzîh ederim) acaba ne yapmak istiyorlar ?
 
Ama sâdece annelik ertelenmiyor, bir yandan da küresel erotizasyon hareketi (global erotisation movement...!) çerçevesinde sürekli bir tahrik ile karşı karşıyayız. Bazı medya kuruluşlarının asli görevlerinden birisi insanları erotik (ve tüketim tabii) açıdan tahrik etmek, - uyarmak - , gibi görünüyor.
Şimdi gelişme çağındaki bir ergen kızımızın durumunu düşünün.
(Sınır rahatsızlık %80 oranlarında kızlarda görülüyor ama unisex hareketi ile ilerde ne olur bilemeyiz...)
Bir yandan sürekli tahrik ediliyor (soyun dökün, cesur, özgür ol, hayatını yaşa mesajlarını sürekli alıyor) bir yandan da sakın ha evlenme uyarıları ile bilinçli ve bilinçdışı metakomünikatif mesajlar vasıtasıyla lâtîf duygularını yaşamasına ket vuruluyor.








 

Benzer Konular

  Konu / Başlatan Yanıt Son Gönderilen:
4 Yanıt
4132 Gösterim
Son Gönderilen: Nisan 08, 2010, 04:44:44 ös
Gönderen: Genius Loci
5 Yanıt
3190 Gösterim
Son Gönderilen: Ekim 10, 2012, 11:34:20 ös
Gönderen: gnothi
0 Yanıt
1663 Gösterim
Son Gönderilen: Ocak 12, 2015, 03:06:06 ös
Gönderen: MysticMind