ARAMIZDAKİ GÖRÜNMEZ BAĞLAR                                                                              Uyari: okuyana Allah sabir
                                                                                                                                                                  versin 

Tek başıma hiç sorunun yanıtını bulamıyorum.Hep yeni 
hayatlar yaşamayı isterken kendimi aynı hayatı tekrar 
tekrar yeniden yaşarken buluyorum... Sisli bir gecede 
yolunu kaybetmiş gemilere benzetiyorum kendimi... 
Yanına gidip konuşmak isteğim insanları da işte bu 
kayıp gemilere benzetiyorum. Uzaktan soluk ışıklarını 
görüyorum... Ama ne onlar bana yaklaşabiliyorlar, ne 
ben onlara... Sisli gecede birbirimize uzaktan bakıp 
yeniden kendi kayboluşlarımıza karışıyoruz... Umudum 
kalmadı artık; bu dünyada düşüncelerimi, beni, 
duygularımı gerçekten anlayacak birini bulmam imkansız 
görünüyor artık bana... Ama evimde duramıyorum yine 
de... Kendimi sokaklara atmak, insanlarla konuşmak, 
kendimi onlara anlatmak istiyorum. Dinliyor gibi 
gözüküp dinlemeseler de, anlıyor gibi yapıp gerçekte 
anlamasalar da... 
Anılar birer zorba gibi yükleniyorlar üzerime. 
Durmadan hesap soruyorlar benden... Tekrar tekrar aynı 
görüntüler belleğimi kanatıyor... Ve hep o yüz... 
Yüzdeki o ışık ömrümü ortadan ikiye bölüyor. Ne geriye 
dönebiliyorum, ne ileri gidebiliyorum... Öğrendiğim 
her yeni bilgi eski inançlarımı koyulaştırmaktan başka 
bir şeye yaramıyor... O yüzün sahibine kaderini 
anlatmak isterdim... Oysa o yüz ışığının farkında bile 
değil. Kendisine rağmen yaşıyor o ışık yüzünde... O 
yüz ki sevgiden önce nefret etmeyi öğrenmiş... O da 
kayıp bir gemi ve o da bu kanlı sisin içinde yitirdiği 
yolunu arıyor... 
Her kayıp gemi bana kırılgan ve bitimli aşkları 
hatırlatıyor... Dostluklar sisin ortasındaki kayıp 
gemiler gibi boğulmuş insan sesleri çıkarıyor... Ziyan 
olmuş hayatlar bu sisi biraz daha koyultuyor... Her 
talihsiz karşılaşma başka bir karşılaşmayı daha 
talihsiz kılmaya gidiyor... Her ziyan edilmiş hayat 
başka bir hayatı ziyan etmeye gidiyor... 
Evimin duvarları bile ayrılığın şarkısını söylüyor. 
Bir başıma dinlemek istemiyorum ayrılığın 
şarkısını...Ayrılık zorba anılarıyla geliyor... Her 
zorba anı beni ayrılığın karşısında küçük düşürüyor: 
Onunla görüşmeye ara verdiğimiz bir dönemdi. Bu defa 
biraz uzun sürmüştü. Ama hasret yine ağır basmış ve 
yeniden bir araya gelmiştik. O zaman itiraf etmişti 
biriyle birlikte olduğunu. Hiç unutmuyorum, ilk tepkim 
kaç kez oldun, onunla kaç kez yattın, demek olmuştu. 
Yüzüme çok tuhaf, ve o güne dek hiç bakmadığı gibi 
bakmıştı... Sadece, ilk bu mu geldi aklına, seni 
tanıyamıyorum, demişti... Neden ilk tepkimin o 
olduğunu bugün bile anlamış değilim; ama ne zaman 
aklıma gelse yüzüm kızarır, utanırım... Ve daha 
binlerce zorba, acıtan anı... 
Bu anıların verdiği acıdan kurtulmak için insanların 
arasına karışmak istiyorum. Demir parmaklıkların 
arkasında değilim, istediğim yere gidebilirim, 
istediğim her şeyi yapabilirim; ama ne yapsam, nereye 
gitsem hep aynı şeyleri hatırlayan belleğimin 
tutsağıyım sanki... Ben değil, bu zorba anılar 
götürüyor beni istediği yere... Sevgi nasıl 
bulaşıcıysa nefret de öyle bulaşıcı... Nasıl bakıyorsa 
insan dünyaya, öyle görüyor ne görüyorsa... Kararmışsa 
gönlü insanın, nereye baksa orada kararmış gönüller 
görüyor... Dibe vurmuşsa hayatı, kimi görse dibe 
vurmuş sanıyor... Hem öyle bir gece ki bu gözlerim 
kapanmayı bilmiyor... Gözlerim nereye baksam 
varlığımın o eski bataklığına çekiyor beni... Oysa 
hayallerimin rüzgarı beni benden alıp uzaklara 
götürsün isterdim... Ama hayallerimin kanatları beni 
anılarımdan koparacak kadar güçlü değil... Hayallerim 
beni, ben anılarımı seyredip duruyorum... 
İnsanlardan ne kadar umudu kessem de yine de insansız 
yapamıyorum. Beni dinlemeyecekleri, asla 
anlamayacaklarını bilsem de onlara hayatımı anlatmayı 
seviyorum... Hem korkuyorum onlardan, hem 
korkularımdan kurtulmak için onlara sarılıyorum yine 
de.. 
Tek başıma dolaşıyorum Beyoğlu'nda..Gecenin kim bilir 
hangi saati, yine de her yer insan dolu.. Kimse evine 
gitmek istemiyor sanki... Gece koyulaştıkça yalnızlık 
derdi artıyor... Sadece benim evimin duvarları değil, 
bütün evlerin duvarları sanki aynı ayrılık şarkısını 
söylüyor. Kimse tek başına bu şarkıyı dinlemeye 
katlanamıyor... Evler saçmalığın kederinde boğulmuş, 
yanlış yerde arıyor herkes kendisini... Anılar zorba, 
bellek yorgun, hayaller kanatsız... Kimin gözlerine 
baksam, bu gördüğün ben değilim, ben aslında çok 
başkasıyım, diyor... Kimi sevsem bu sevgiyle 
yarışacağı yerde benimle yarışıyor... Kim beni sevse 
bu sevgide önce kendi yaralarını onarmaya çalışıyor... 
Sevgi bir eliyle çağırıyor, korku iki eliyle itiyor... 
Kim beni öpse ayrılığın ipini geçiriyor boynuma... 
Nereye gitsem, oraya benden önce anılarım gidiyor... 
Oraya benden önce sevgiyi öğrenmeden önce nefreti 
öğrenen kadın gidiyor... Nereden dönsem ardımda 
küskünlüğüm kalıyor... Kimse kurtulamıyor bu 
küskünlükten. Şiirler, aşk nefret etmektir, diye 
bitiyor... 
Taksim'de gecenin bir yarısı tek başıma dolaşıyorum... 
Bunca geç bir saate rağmen her yer öylesine gürültülü 
ve kalabalık ki... Onca gürültüye ve onca kalabalığa 
rağmen her yer aslında öylesine sessiz ve ıssız ki... 
Sanki insanlar bu ıssızlığı ve sessizliği gizlemek 
için durmadan boylukta dolaşıp duruyor ve anlamsızca 
konuşuyorlar... 
Biraz kuytu, kalabalıktan biraz uzak bir banka 
oturuyorum... Sanki her yer gözüküyor bu banktan. 
Ayaklarımın altından mahvolmuş hayatların yanık suları 
geçiyor... Güçsüz düşmüş inancım aşkımı ne kadar 
kirletmeye çalışsa da sanki bir el durmadan yıkayıp 
arıtıyor onu... 
Kendimle o kadar meşgulüm ki, biraz geç fark ediyorum 
yanımda orta yaşlı bir adamın oturduğunu. Uzaklara 
bakıp, benimle hiç ilgilenmiyormuş gibi davransa da 
beni düşündüğünü anlıyorum... Uzaklara baksa da 
hayretle ve acıyla aydınlanmış gözlerini görüyorum... 
Yüzüme bakmadan soruyor: Gece ne kadar sessiz değil 
mi... Şaşırıyorum benimle aynı şeyi düşündüğüne... 
Evet, diyorum bir an durakladıktan sonra... Onca 
gürültüye rağmen öylesine sessiz ki... Çünkü, diye 
devam ediyor, kimse kimseyi dinlemiyor, herkes 
kendisine öylesine gömülmüş ki... Neden böyle? diye 
soruyorum ona... Ellerini kavuşturup uzaklara bakarak 
yanıtlıyor beni: Hepimiz kendimizi başkalarından çok 
farklıyız sanıyoruz, ama aslında birbirimize o kadar 
benziyoruz ki... Bu yüzden birbirimize ne denli çok 
görünmez bağlarla bağlı olduğumuzu bir bilsek her şey 
öylesine değişecek ki... Ama bu bağları göremiyoruz 
bir türlü... Herkes kendisi diye bilmediği bir 
başkasını anlatıyor ve sonra yeniden kendi karanlığına 
gömülüyor... Birlikte ama yalnızız, çok yalnızız... 
Bilir misiniz, İbranice'de bu iki sözcük tek bir 
harfle ayrılır...Yalnız, yahid, demektir, birlikte ise 
yahad... 
Sonra usulca dönüp yüzüme bakıyor: Bana hikayenizi 
anlatır mısınız, diye soruyor... Şaşırmıyorum bu 
sorusuna. Yalnızlık ve hayatın bu korkunç belirsizliği 
öylesine hırpalamıştı ki ruhumu, ona kendimden 
bahsedersem az da olsa bir teselli bulacağımı 
hissediyorum... Kanlı bir sisin içinde kaybolmuş 
gemilere benzettiğim insanları... Ziyan olmuş 
hayatları... Aşkların nasıl bu kadar kısa bir sürede 
nefrete dönüştüğünü... Yaralarını onarmak için 
ilişkiye girenleri, sevmekten korkanları... Zorba 
anıları, yorgun bellekleri, kanatsız kalmış 
hayalleri... Her talihsiz karşılaşmanın başka bir 
karşılaşmayı daha talihsiz kıldığını...Yalnızlığımı ve 
hayatın o korkunç belirsizliğini..Artık beni anlayacak 
birini bulmaktan ümidi kestiğimi anlatıyorum ona.. 
Derin bir nefes alıyor ve sonra yine şehrin solgun 
ışıklarına bakarak yanıtlıyor: Öyle demeyin.Sizi 
anlayacak birileri mutlaka vardır.Hem yalnızlık bizi 
olgunlaştırır, yeni keşiflere hazırlar.Belirsizlikse 
çoğu kez özgürlüğün kapılarını açar bize. Biraz önce 
söyledim, hepimiz görünmez bağlarla bağlıyız 
birbirimize.İşte bu bağları görebilmek ve birbirimizi 
anlamak için daha çok çaba harcamalıyız. Bize çoğu kez 
anlamsız görünen olayların, tesadüflerin ardındaki 
gizli anlamlı göremiyoruz... 
O şimdi ne yapıyordur... 
Kim, diye soruyorum şaşkınlıkla... 
Ayrıldığınız insan. Sizi anlamadığını düşündüğünüz... 
İçimden karanlık bir ürperti geçiyor: Uyuyordur, bu 
konuştuklarımızdan hiç haberi yoktur. Dantellerle, 
pullarla kaplı yastığında uyuyordur, diyorum... 
Bence o şimdi sizin uykunuzu uyuyordur, sizin rüyanızı 
görüyordur.Kim bilir belki birazdan uykusundan 
ağlayarak uyanacak ve bu konuşmayı duymadan 
duyacaktır... Sizin varlığınızda onun için 
yaşattığınız her duyguyu hissedecektir... Hiç tahmin 
edemeyeceğimiz işaretlerle anlayacaktır bunu... 
İnsanlar arasındaki bu büyüye inanmak gerekir. 
Karşılaşmalara, tesadüflere inanmak gerekir. 
Mucizelere... Yaşadığımız her şeyin, en anlamsız 
görünenin bile ardında bir anlam yatar... Size kendi 
hikayemi anlatmamı ister misiniz... 
Elbette, diyorum merakla, dinlemeyi çok isterim... 
Ben birini öldürdüm biliyor musunuz... Bunu der demez 
susup etraftaki o gürültülü sessizliği dinliyor bir 
an. Neye uğradığımı şaşırıyorum. Adamın önce yüzüne 
sonra da büyük bir dikkatle ince uzun parmaklarına 
bakıyorum...Bana böylesine huzur veren ve bilgelik 
dolu şeyler anlatan bu insan bir katildi öyle mi... 
Yo, bana öyle bakmayın, dedi gayet sakin bir 
tavırla...Ben de birini öldürmeden önce insan 
öldürmenin kendim için ne kadar imkansız olduğunu çok 
düşünmüşümdür hep. Ama birini öldürmek çok anlık bir 
şey. O an zaten siz siz olmuyorsunuz. Bir başkası 
giriyor sanki içinize... Şaşkınlığım sürdüğü için 
lafını kesiyorum: Neden öldürdünüz peki...Bir sakıncası 
yoksa söyleyebilir misiniz: 
Bencillik... Kibir... Ruhumu körleştiren arzular... 
Kıskançlık... Daha çok şey eklenebilir bunlara... 
Hepimizin içinde var bu duygular... Dilerseniz devam 
edeyim... Bu korkunç olaydan önce durumum çok iyiydi. 
İyi bir evliliğim, çok sevdiğim bir kızım, iyi bir 
çevrem vardı... Karım beni terk etti. Kızım bu olay 
yüzünden beni reddetti... İşimi, çevremi, dostlarımı 
kaybettim. Kimse arayıp sormaz oldu. Dayanılması çok 
güç yıllardı. Geçmişimi bir saplantı haline 
getirmiştim. Demiştiniz ya, anılar zorbadır, diye... 
İşte o zorba anılarda kurtulmak bu hayatımın üstüne 
çıkabilmek için kendimi kitaplara adadım. Elime ne 
geçerse okuyordum. Felsefe, psikoloji, dinler tarihi, 
edebiyat... Kitaplar olmasaydı o korkunç yıllar başka 
nasıl geçerdi ki... Sonra bir gün artık özgürsün, 
dediler. İnanamadım özgür olduğuma. Ama bir amacınız 
yoksa, sevdikleriniz yoksa özgür olmanın pek bir 
anlamı yok... Günlerce karımı aradım, ama bulamadım. 
Kızımdan da bir haber yoktu... Ne dostlarım, ne param, 
ne de bir işim vardı. Bunca işsizlikte hapishaneden 
çıkan, sabıkalı bir adama kim iş verir? Hem de bu 
yaşta birine... Günlerce başıboş dolaştım.Orada burada 
yattım. Nereye gidecektim, ne yapacaktım... 
Kitaplardan öğrendikleriniz bir yere kadar size 
yardımcı oluyor... Hayat başka bir şey... İntihar 
etmek istedim, onu bile beceremedim. Bir gün garip bir 
rastlantı sonucu çok eski bir arkadaşımla karşılaştım. 
Çok zengin olduğunu duymuştum. Bir yerde oturduk, ona 
başıma gelenlerden bahsettim. Anlattıklarımdan çok 
etkilendi. Gözlerinden okudum bunu... Artık benim için 
hayatın bir anlamı kalmadığını, ölmek istediğimi 
söyledim ona. Aslında içten içe bana yardımcı 
olmasını, iş bulmasını ya da biraz para vermesini 
istiyordum... Benim sana verecek hiç param yok, dedi. 
Neden, diye sordum, çok zengin olduğunu duyduğumdan 
bahsettim. Artık değilim, dedi. Bütün paramı, mal 
varlığımı kimsesiz kalmış sokak çocukları için kurduğu 
bir vakfa bağışlamış. Zenginlik ruhunu kirletmiş... 
Ruhunu kurtarmak, arınmak için bu amaca adamış 
kendini... Eğer ölmek istiyorsan seni engelleyemem. 
Karar senin, ama dilersen gel benimle vakıftaki 
işlerimde bana yardımcı ol. Yatacak bir yerin olur, üç 
öğün karnını doyurursun. Sana başka bir şey veremem... 
Bunları söyleyip sustu ve gözlerini hiç kaçırmadan 
gözlerime baktı... İşte o an onun gözlerinde kendi 
kaderimi gördüm.İnsanların arasındaki o görünmez 
bağlar vardır, demiştim ya, işte onunla aramdaki o 
bağı gördüm. O işareti ve o mucizeyi... Tamam, dedim, 
kabul ediyorum... Ve o gün bu gündür onunla kimsesiz 
sokak çocukları için çalışıyorum. Hayatımın anlamı 
buymuş meğerse benim. Bugüne dek bütün yaşadıklarım bu 
günlere bir hazırlıkmış... O karşılaşma anından sonra 
her şeye böyle bakıyorum artık... Her birimizin bir 
başkasının üzerinde mutlaka bir etkisi vardır... Yeter 
ki aramızdaki o bağı görelim... 
Sonra yine susup o dingin, o huzur gülümseyişiyle 
uzaklara bakmayı sürdürüyor.. 
O susuyor, ama benim içimde bambaşka bir konuşma 
başlıyor bu defa. İnsanlar arasındaki o görünmez 
bağların varlığını bildiğim halde neden görmek için 
daha fazla çaba harcamadığımı soruyorum kendime... 
Karşılaştığım insanlardan çok kendi benliğime takılı 
kalmıştı gözlerim... Kendimi keşfetmeye harcadığım 
enerjinin birazı da başkalarını keşfetmeye çalışsaydım 
anılarım bu kadar zorba olmazdı bana... Belleğim bu 
kadar yorgun, hayallerim bu denli kanatsız 
olmazdı...Ayrılsam da, bir daha onu görmeyecek olsam 
da, bir zamanlar o çok sevdiğim insanın uykuya 
daldığında benim rüyamı göreceğini bilmezden 
gelmezdim... 
Bu iç konuşmalarımı o sırada önümüzden geçmekten olan 
bir şair arkadaşım bölüyor. Haberin var mı, diyor, Ece 
Ayhan bu gece öldü...Ustayı kaybettik... Bir an ne 
diyeceğimi bilemiyorum. Bu gece her şey o kadar üst 
üste gelmişti ki benim için... Binlerce anı üşüşüyor 
beynime o an... Ama bu defa anılar eskisi gibi zorba 
değildi... Her anı bir diğerine ekleniyor; her anlam, 
her görüntü, her işaret bir diğerine bağlanıyor ve 
bağlandıkça yine anlamlar, yeni değerler 
kazanıyordu... İster misiniz, size Ece Ayhan'la ilgili 
bir hatıramı anlatmamı, diye soruyorum yanımdaki 
adama... Yanıt vermeden sadece başını sallıyor ve 
yüzündeki incecik hüzünle gülümsüyor... 
Ece Ayhan hayatımda çok önemli bir yer tutar... Sadece 
benim için değil, bu ülkede şiir yazan, şiir okuyan, 
şiiri seven birçok insan için de çok önemliydi o... 
Anlaşılması güçtü, çok kapalıydı şiirleri, ama garip 
büyü, bir tılsım vardı onlarda... Sanki bilinçaltımızı 
okurdu o... Bu ülkenin bilinçaltını... Hayatımda 
vazgeçilmez bir değeri olan şair Nilgün Marmara da onu 
çok önemserdi. Ece Ayhan şiirinin sıkı takipçisiydi. 
Dahası aralarında çok sıkı bir dostluk vardı. Ece 
Ayhan'ı evinde ağırlar, onu kollar ve gözetirdi. Bir 
gün Nilgün Marmara yaşamaktan vazgeçti ve kendisini bu 
hayatın öte tarafından çağıranların yanına gitti. 
Beşinci kattaki evinin penceresinden boşluğa bıraktı o 
narin, o kırılgan bedenini... Ne acıydı ki birileri bu 
intihardan Ece Ayhan'ı sorumlu tuttular... Hatta bu 
suçlamayı yazıya dökenler bile oldu. Bir şiirinde; 
'Her yakın zulmün küçük hisseli uzak ortağı' dediği 
içindi belki de... Bu dedikodular ve suçlamalar 
etkisini göstermiş olacak ki, bir akşam Ece Ayhan 
arkadaşlarıyla bir meyhanede otururken kızın biri 
yanına bir şey söylemek maksadıyla yaklaşmış ve 
arkasına sakladığı bir şişe kırmızı şarabı başından 
aşağı dökmüş... Ece Ayhan hiçbir şey yapmamış, ama 
sadece şunu söylemiş; babalarına yapamıyorlar, bana 
yapıyorlar; çünkü güçleri bana yetiyor... Bunu 
duyduğumda çok üzülmüştüm. Çünkü o üzerindeki ceketten 
başka ceketi yoktu Ece Ayhan'ın... Eminim, kırmızı 
şarapla lekelenen o ceketini temizleyiciye verecek 
parası bile yoktu... 
Bu sırada yanımdaki adam sözümün arasına giriyor: Kim 
bilir, belki de Ece Ayhan'ın başından aşağı şarap 
döken o kız benim kızımdır... Bunu bana yapmayı çok 
isteği halde yapamadığı için ona yapmıştır... Çünkü 
onu küçük yaşta hapse girerek babasız bıraktığım için 
beni hiç affetmedi... Ama lütfen siz devam edin... 
Bu olaydan birkaç gün sonra babam öldü. Önce Nilgün, 
ardından babam... Nasıl bir rastlantıydı bu... Hayatta 
en çok sevdiğim iki insanı peş peşe kaybetmiştim... 
Bir gün eve gittiğimde annemi gözyaşları içinde 
babamın elbiselerini fakirlere, ihtiyacı olanlara 
dağıtmak için torbalara yerleştirdiğini gördüm. 
Babamın bir ceketini istedim annemden... Ne 
yapacaksın, diye sordu. Kim olduğunu sorma anne, 
birine vereceğim sadece, dedim... Pekiyi, sen 
bilirsin, deyip bir ceket uzattı bana, sonra da 
babamın diğer elbiselerini katlayıp torbalara 
doldurmaya devam etti... Babamın ceketini önce bir 
temizleyiciye verip temizlettikten sonra Ece Ayhan'a 
götürüp hediye ettim. O zaman Tarlabaşı'nda virane bir 
evde kalıyordu... Zahmet etmişsin, ihtiyacım olduğunda 
giyerim, dedi sadece... Aradan bir iki hafta geçti. 
Bir gün annemle oturmuş konuşurken, biliyor musun dün 
gece baban rüyama girdi, ceketini verdiğin adamı 
sordu, söyle ona dedi, ceketimi verdiği adam çok iyi 
bir insanmış, iyi bir şey yapmış, dedi... Sahi kime 
verdin o ceketi, diye sordu annem... Tanımazsın anne, 
sorma, diyerek gözyaşları içinde yanından ayrılıp öbür 
odaya geçtim...İşte sizin söylediğiniz o görünmez 
bağlar... O işaretler, o mucizeler... 
Daha konuşacak ne vardı ki; neredeyse sabah oluyordu, 
ama gözlerim kapanmak bilmiyordu... Kalkıp yanımdaki 
adama son kez bakıyorum ve ona veda ederken şunu 
soruyorum: Pekiyi, siz ne arıyorsunuz bu saatte, bu 
bankta kimi neyi bekliyorsunuz? O dingin, o 
gözyaşlarıyla biraz daha aydınlık bakan gözleriyle: 
Kim bilir belki de sizi bekliyordum, diyor... Bana 
hikayenizi anlatmanızı bekliyordum...
 CEZMİ ERSÖZ