Hiç olmaz mı?... İlkesiz bir kurum varlığını sürdüremez.
Masonluğun en önemli ilkeleri özgürlük, eşitlik ve kardeşlik olarak belirtilir. Bunlar bazı mason kuruluşlarında “Özgürlük-Eşitlik-Kardeşlik” olarak bir üçleme biçiminde dile getirilir, bazılarında böyle bir üçleme yapılmaz.
Bu üç ilkenin “Masonluğun Temel İlkeleri” olduğu söylenebilir. Ancak Masonluğun ilkeleri bu kadarla kalmaz; bunlara iyilik, doğruluk, alçak gönüllülük, dayanışma, tolerans, sabır, hakseverlik, yurtseverlik, yüreklilik, insanseverlik, sevecenlik gibi “töresel ilkeler” de eklenmiştir.
Bu kavramlardan her biri ayrı ayrı incelendikten sonra bir araya getirilir ve Masonluğun amaçları ile karşılaştırılırlarsa, Masonluğun bu ilkeleri niçin gereksinme duyduğu daha iyi anlaşılır.
Hatta şu da söylenebilir: Masonluğun amaçlara bu ilkelerin tümüne birden uyulmaksızın gerçekleştirilemez. Belki de Masonluğun amaçları doğrultusunda belirgin bir ilerleyişin sağlanamayışı, bu ilkeler mason kuruluşlarının kendi içinde gözetilmekte olsa bile bunların toplumlara yaygınlaştırılamamasından ileri gelir.
Burada birçok pozitif ilke sıralanmış. Çok güzel.
Ama bence, eğer masonluk kurumu "ahlak" "etik" gibi unsurları çok dikkate alıyorlarsa, bu ilkeler bir aşama değil, insanın kendi dünyasında ulaştığı sonuçlardır.
Yani ben zaten mason olmuşsam, bu ilkelere uyuyorumdur, veya görmezden gelinmeyecek kadar az sorunum kalmıştır.
Masonluğun insanlara bu ilkeleri verebileceğini düşünmüyorum açıkçası. Bu, ulaşılması çok zor bir seviyedir. Oradaki ilkelerin her biri, bir insanın hayatını değiştirebilir, sevdiği şeylerden vazgeçmesine neden olabilir, aşırılıklarını dengelemek zorunda olmasına neden olabilir. Bu, doğrudan insan "alışkanlık"larını değiştirmeye atıf yapan bir şey.
Bu ilkeleri, hiçbir kurum, üyesine veremez. Bu ilkeler öğretilemez. "Eğer böyle davranırsanız, şöyle kazançlar elde edersiniz" diye de zaten öğretilmesi mümkün değildir. Çünkü böyle pragmatist bir çıkar hesabı, o ilkeyi vulgarlaştırır.
Ben her zaman insan için okulda öğretilmeyen, fakat ailede, çevrede, hatta insanın kendi hakkında düşünmesinde geliştirilebilecek bazı yollar olduğuna inandım. Çileciliğe karşıyım, ama mesela antik dünyanın dindarları toplum içine çıkmadan "halvet"e girerlermiş. Uzun bir süre yalnız başına kalırlarmış. Çilecilik bütün büyük dinlerde vardır. Doğu dinlerinde hala vardır ve işin "çile" kısmından ziyade, insanın kendi değeri ve anlamı konusunda düşünmeye büyük bir zaman ayırması bence insanın, kendisini geliştiren bazı metodları keşfetmesiyle sonuçlanmıştır.
Bu nedenle, bir kurum bu ahlaki ilkeleri veremez, onu insan kendi bulur.
Zaten bu ilkeler "teker teker" sahip olunabilecek bir şey de değildir. Yukarıdaki herhangi bir 2 ilkeyi, bir üçüncüsünden ayrı düşünemeyiz, bir insan sabırlı ve yürekli olup, toleranssız olabilir mi? Veya bir insan kardeşlik, sevgi , iyilik ile düşünüp, "insansever" olamaz diyebilir miyiz?
Bu nedenle bu ilkeler, aslında tek tek keşfedilen bir şey değil, "Kâmil" insanın duygusal gelişmişliğinin sonuçlarıdır.
Bu ilkeler bir başlangıç değil, bir yaşam biçiminin sonuçlarıdır.
O yaşam biçimi de insanın kendisini duygusal olarak eğitmesidir. Mantık ve duygu yeteneklerini iyi bir şekilde kullanabilmesidir.
Duygusal bir gelişmemişliği, duygusal bir eksikliği, insan reddediyor, bu konularda eksik olduğunu görmezden geliyor, ve bunu geliştirme gereği duymuyorsa, o insan bu eksikliğini hissettiği / bu eksikliğinin hissettirildiği her alanda, bir rahatsızlık duyar. Çünkü Sorun, bir kez daha bir "sorun" olarak karşısına çıkmıştır ve elinden bir şey gelmemektedir. Ancak o, bu sorunun sürekli üzerini örtmekte kendini ustalaştırmıştır, aslında o ana kadar o, bu sorunu "kendi sorunu" görmemekte, hatta bir yerde bu sorunu bir sorun olarak değil de bir yetenek vesilesi olarak görmektedir. Fakat aciz olduğu hayat alanı önüne çıktığında,
kendi mantığıyla bu sorunun ne kadar üstesinden gelirse gelsin insanları kendi "sorununu" aslında bir meziyet olduğuna ne kadar inandırırsa inandırsın, insanın "duygusal" sistemi asla zarar görmediğinden, kendisine bunun hala mutsuzluk getirdiğini çok iyi bilir.
Bu noktada insanın önüne bir çok yol çıkar. Eğer o insan hala sorunun üzerini örtme, bu eksikliği kendine yakıştıramama (kısaca hatasızlık kibrine devam etme), kendinin mükemmel olduğunu düşünme eğilimindeyse önüne şöyle yollar çıkar;
1. Becerinin "beceri" olduğunu inkar.
2. Becerebilenleri küçümseme
3. Konuyla ilgilenmediğini, zaten ilgilenilmeyecek bir konu olduğunu ispat telaşı
4. Sözlü saldırı (hakaret, tehtid)
5. Doğrudan saldırı (fiziksel)
6. Gizli saldırı (komplo, tezgah)
7. Kendisini ve insanları kandırmaya devam etme.
Burada konunun iyi anlaşılması için bir örnek vermek gerekebilir.
Yıllardır pek bir sorunu olmayan iki komşu vardır. Bu iki komşu yıllardr aralarında ciddi bir sorun yaşamamıştır. Çünkü beceri seviyeleri eşittir. Örneğin bu beceri de "çalışkanlık, sebat, kardeşlik" vb. olsun. Aynı çalışkanlık seviyesindedirler.
Ama bir zaman sonra komşulardan biri, rasyonel tercihini bir alana odaklaştırmayı karar kılar. Biriktirdiği parasını, tuhafiye dükkanı açmak için kullanmaya karar verir.
Bunu komşusuna da açar. Komşusu, böyle bir "sebat" seviyesinde değildir. O, yeri geldiğinde günlük zevk alışkanlıklarını sekteye uğratabilecek, her zaman alışveriş yaptığı kaliteli yerlerden artık daha az yararlanmasına neden olacak bu "tasarruf" hamlesini gereksiz görmektedir. Bu nedenle, böyle bir girişime sıcak bakmamaktadır. Komşusunun bu davranışının, kısa vadeli dezavantajlarını görmüş (harcamalardan kısma), ve bunları yaşamak istemediği için kendisi böyle bir girişime katılmamaya karar vermiştir.
O komşu ise, bunda sebat gösterir. Komşusu gece boğazda ailesiyle birlikte çay içerken, kendisi tasarruf uğruna bu gibi alışkanlıklarından vaz geçmek zorunda kalmıştır. Haftada 2 kez dışarıda yenilen yemekler artık hiç yenilemez hale gelmiştir. Evin annesi daha çok çalışmaktadır. Evin çocuklarının kaprisleri artık eskisi kadar doyurulamamaktadır. Ama sonuçta birikim sağlanmaktadır! Diğer komşu bu birikimin başarıyla sonuçlanacağını yavaş yavaş hisseder.
Aralarındaki eşitlik, ve seviye artık yavaş yavaş bozulmuştur. Çünkü girişimci komşunun verdiği karar, girişimci olmayan komşu ile aralarında kısa bir süre dengesizlik yaratmıştır.
Girişimci olmayan kişi, yakında bu girişimci komşusunun eylemlerini başarıyla sonuçlandırabileceğini bilmektedir. Yakında kendisine "keşke sen de bu işe girişseydin" gibi sözler söyleneceğinin de farkındadır. O halde bu soruna bir çözüm bulmalıdır.
En basit ve en naif çözüm "inkar"dır. "Ben zaten böyle işleri beceremem" "Benim o taraflarda bezim yok" "Bu yaştan sonra böyle işlere giremezdim" diyebilir.
Ancak, komşusu da kendi yaşındadır ve o bunu beceriyorsa, kendisinin ancak tembellik yaptığı ortaya çıkacaktır. O, bu sorunu kabul etmek, ve üzerine böyle bir yafta yapıştırmak istemez ve artık saldırı pozisyonuna geçer.
Komşusuyla güler konuşurken, o yok iken başkalarıyla "bu yaşta bu kadar ihtiraslı olmanın neresi iyi?" "kefenin cebi yok" "Onun bu yaptığı ancak cimriliğiyle açıkalanabilir" türünden, diğer insanın yaptığı işi küçümseyici tavır takınır.
Ama bir araya geldiğinde güler konuşur.
Üzülerek belirtmeliyim ki, bizim toplumumuzda bu durum sürekli yaşanılır.
Daha sonra bir düşünün, o girişimci komşu, tuhafiyenin kârıyla üzerine daha büyük birikimler alacak ve örneğin "mağaza" açacaktır. Bir 3-4 yıl sonra bu mağazaya bir ikincisini ekleyecektir. Yakın bir zamanda da yerel bir tekstil atölyesi kuracak ve kendi malını üretecek kadar sermaye sahibi olacaktır.
O komşu ise kendi sorununu açıklıkla kabul etmeyip, bunu inkar etmeye çalıştığı için aynı yerinde sayacaktır. Ve, komşusu, bir gün artık o çevreden kurtulup daha lüks bir yere taşınmak istedikten sonra, girişimci olmayan komşu artık kıskançlığını açık açık gösterecek, fırsatını bulduğunda onun yoluna taş koymak isteyecek, ailevi sorunlarına katkı sağlamak isteyecek, komplolar düzenleyecektir. Yeter ki eline bir fırsat geçsin.
Tüm bunlara "hata"yı kabullenememe ve "kibir" neden olmuştur. Sayın Adam'ın ilkelerde belirttiği öze sahip biri, bu hatasını ilk farkettiği anda bu hatayı içselleştirir, bu hatanın bir hata olduğunu kabullenir, bir daha böyle bir tembellik hatasını yapmayacağının dersini alır, ve kendi acizliğinin üstünü örtmeye gerek görmezdi. İşte bu "hatayı kabul" ilkesi, duygusal mutsuzluğun kabulü, yani bir nevi başarısızlık olarak görülecektir ve zaten öyledir de. Ama kamil insan, kimi konularda başarısız ve duygusal olarak mutsuz olduğunu açık açık söyleyebilen bir insandır da. Bunun üstüne örtmeye çalıştıkça, ortaya önlenemez bir kötülük zinciri ortaya çıkar.
Toplumda girişimciliğin "para ihtirası" ile kötülenmesinin sebebi budur. Hatta çoğu tembel insanın, kazanarak bir yerlere gelmiş kişilere yönelik "sosyalistçe" öfkesinin altında da bence kesinlikle bu çeşit bir "hata inkarı" mekanizması yatmaktadır.
Bunu ben burada ekonomik bir başarı hikayesi olarak aldım, geçen mesajımda cinsel başarı olarak almıştım. Bu bir çok başarı türüne uyarlanabilir. İçinde "insan faktörü" olan her tür başarı veya başarısızlık hikayesi, kendi şeytanlarını doğurur.
Masonluk, bu ilkeleriyle kamil insanların bir topluluğudur. Ve bence, olayı böyle anlamlandırmak daha mantıklıdır. Masonluğa "fakirler" nden kabul edilmez diye bir soru sorulmuştu ve sayın Mason, bu konuya "onlar iyi katkı sağlayamaz" diye cevap vermişti. Ben aksini düşünüyorum; çoğu fakir, tembel olduğu için masonluğa kabul edilmez. Gerçekten akılcı, çalışkan fakirler zaten fakir olarak hayata devam edemezler. Onlara hakkı, Allah vermektedir.
Yani durum "katkı sağlama" konusu değil, biraz "çalışma, sorumluluk sahibi olma, büyük bir yarar için kısa vadeli yararlardan vazgeçme" konusudur.
Sayın Adam'a böyle bir konu başlattığı için teşekkür ederim.