Nicolo Zeno başından geçenleri anlatıyor… Ancak ayrıntıları kestim.
«Ne düşündüğümü, ne yapmak istediğimi Carlo’ya anlattım. Nasıl karşıladı dersin?»
«İtiraz etmiştir.»
«Sadece itiraz olsa!... Kıyameti kopardı desem yeridir. Öyle bilmediğim denizlere çıkıp başımı derde sokamazmışım, falan filan. Diğer kaptanlar her ne demişse aşağı yukarı aynısı. Aslan Carlo’ya yakışmayan bir tedirginlik. Fakat bunu yüzüne karşı söyleyip gönlünü kırmak istemedim. Ne de olsa ağabeyimdir. Ticaret kanallarımızı açmanın tek yolunu bu olduğunu anlatıp ikna etmeye çalıştım.
Aslında kabul etse de etmese de gitmeyi kafama koymuştum bir kere. Diretince, o da bana bir şartla razı olabileceğini söyledi. Neymiş?... Benim gemiye bir de kalyon eşlik edecekmiş. Yahu ben ticaret olanaklarını mı araştırmaya gidiyorum savaşa mı?
Al takke ver külah, pazarlık ettik. Sonunda biraz ben onu kandırdım, biraz da o benden ödün koparttı.
Madem tutturmuşum ille de gideceğim diye, o da kabul edermiş ama bir şartla: Kendi teknemle değil, savaş gemisiyle çıkarsam... Cebelitarık’a kadar da bir diğeri eşlik edecekmiş. Dahası, gemide birkaç asker bulunacakmış. Onları da birlikte götürecekmişiz. Niçinmiş?... Olur ya, saldırıya uğrarmışız; belki top kullanmak gerekirmiş; biz beceremezmişiz. Asker kafası işte. Ben ona kaç kez bu topların çok ağır olduğunu söylemiştim ama dinleyen kim?»
«Eeee!... Sonunda savaş gemisi ile mi çıktın?»
«Öyle oldu... Meret bir de yol almaz. Ne kadar da hantal bir şey. Uzaktan bakıldığında, bilmeyene sanki daha dayanıklı, daha güçlü ve güvenli gibi görünür ama hiç kulak asma. Oysa biz kendi teknelerimizle bir yelken açtık mı, hele güzel de bir esinti yakaladık mı, kuş gibi uçarız. Manevramız da iyidir. Bunu ise döndür döndürebilirsen.»
«Demek bizim Faereo’da gördüğümüz gemi o... Fakat yapısı benim bildiğimden hayli değişikti.»
«Sandığın gibi değil... Acele etme. Anlatıyorum. Daha sonra o geminin niçin öyle olduğunu anlayacaksın.»
«Peki, sustum. Devam et.»
«Nisan başında çıktık. Boğazı geçer geçmez kuzeye döndük. Ben boğazdan daha önce de bir kez çıkmıştım. Carlo bunu bilmiyordu. Söylememiştim. Yoksa hiç yaşıma başıma bakmaz, babamızın çocukken yaptığı gibi beni dizine yatırıp İsa aşkına bir güzel pataklardı. O zaman Afrika kıyısı boyunca ilerlemiştik. Kanarya Adaları’na kadar neyse ne ama bence sonrasında bir şey yok. Hem o sularda da Portekizlilerden geçilmiyor. Gerçi bize herhangi bir kötülük etmediler ama “Sizin buralarda ne işiniz var?” der gibi bakıyorlardı.
Bu kez amacım kuzeyi denemekti. Fransa kıyılarını geç bir kalem; orası da Portekizlilerin âdeta işgali atında. Britanya’dan iş çıkarabileceğimizi düşündüm. Çat pat İngilizcem de var.»
«Ne çat patı? Bayağı iyisin. Ben İtalyancayı senin İngilizcen kadar kıvırabilmiş olsaydım keşke.»
«Eskiden Arapça da bilirdim. İşimizin gereği öğrenmiştik.»
«Doğru. Uluslararası ticaret yapınca zorunlu. En azından kandırılmamak için karşındakinin dilini biraz bilmelisin.»
«Britanya’nın doğu kıyılarının batıdan daha canlı olduğunu duymuştum ama o yana gitmek istemedim. Şu Hansa Birliği denilen zıkkımla başımız derde girebilir diye çekindim. Sen hiç onları tanır mısın?»
«Tanımaz olur muyum? Başımın belası.»
«Sana da bulaştılar mı yoksa?»
«Henüz değil ama eli kulağındadır. Danimarka’yı yıllardan beri kasıp kavuruyor, Norveç’i bile sıkıştırıyorlar. Hani az önce Müslümanların Doğu Akdeniz’i nasıl kestiklerinden söz ettin ya. Onun gibi ama bunlardan kötüsü olamaz. Eğer ortaklık edersen sorun yok ama kendi başına ticaret yapamazsın.»
«Çaresi yok mu?»
«İki çaresi var. Ya sen çalışıp didinirsin ama aslan payını onlara bırakmaya razı olursun ya da esaslı bir donanma kurar, gözdağı verirsin. Aksi takdirde olduğun yerde kalmak, hiç öteye beriye açılmamak, kendi yağın ile kavrulup gitmek zorundasın.»
Nicolo, «Ben de bunu anlayamıyorum işte.» diye yakındı. Herkes kendi ticaretini yapsın. Böyle didişmeye ne gerek var?»
«İnsanoğlu doymak bilmiyor. Karnı doysa, gözü doymuyor. İlle ötekinin malını da elinden alacak. Hepsini o yiyecek. Fakat henüz Britanya’ya kadar uzanmadılar.»
«Bak bunu bilmiyordum. Neyse, İngiltere’nin batısından İskoçya’nın en kuzeyine kadar tüm limanları taradık. Pek bir iş yapamadık ama zaten amacımız hemen alış verişe girişmek değil pazar araştırması gibi bir şeydi. Bu kadar çok kuzeye çıkınca da, aklıma “Oldu olacak, niçin İzlanda’ya gitmeyelim?” diye bir deneme yapmak takıldı.
Az önce değinmiş olduğum haritalar var ya, hani Tapınak Şövalyelerinden kalma. Çoğu, Akdeniz’e aitti ama biri farklıydı. Britanya’nın kuzeybatısında, hiç bilmediğim yerlerde birtakım başka kara parçaları gösteriyordu. Hem nerede biliyor musun, şimdi sıkı dur, İzlanda’nın ötesinde.»
Henry «Ne dedin?» diye atıldı. «Oradan ötede başka yerler olduğunu senden önce bilen de mi varmış?»
«Dedim ya, ben de önceleri oralarda hiçbir yer olmadığını sanıyordum. O haritayı her kim çizmişse, kafasından uydurmuş olduğunu düşünüyordum. Fakat baktım ki önce İskoçya, sonra Frizlanda, diğer adalar, sonra da İzlanda tam yerine oturuyor. Ayrıntılarda birtakım yanlışlar görülüyor. Belli ki birileri çok yıllar oralara kadar gitmiş. Ne zaman olduğunu sorma, bilemem. Çünkü haritanın üzerinde tarih yoktu. İşte o birileri, bulduğum haritayı kafadan falan atmamış; görüp ölçerek çıkarmış. Bunu da yapsa yapsa ancak Tapınak Şövalyelerinin denizcileri yapmış olabilir. Zaten harita da onlarındı.
İşte o zaman, İzlanda’dan ötesinin de olabileceğine inandım. Kendi gözümle de görmek istedim. Bak, ne yazık ki o haritayı yitirdim. Sağlam kalabilmiş olsaydı, sen de benim çizdiğime ne kadar benzediğini görürdün.»
Henry kulaklarına inanamıyordu. Nicolo’nun anlattıkları, giderek daha ilginç bir boyut almaya başlamıştı.
«İşi bir yana bıraktım.» diye devam etti Nicolo. Gittikçe daha ileri gidesin geliyor. Fakat çok soğuk. Yazın bile. Oraya vardığımızda artık güya yaz olmuştu.»
«Yiyecek içecek sorununu nasıl çözdünüz?»
«İzlanda’da biraz alış veriş ettik. Kürk gibi şeyler de aldık. Soğuk onlara dokunmuyor ama biz üşüyorduk.
Ben daha kuzeye gitmeyi kafama takmıştım. Tehlikeli bir yer. Koca koca buz kütleleri var suda yüzen. Bereket oralarda güneş hiçbir zaman batmıyor da önünü rahat görebiliyorsun. Sonunda Engronelanda’ya vardık.»
«O adı sen mi koydun?»
«Hayır. Tapınak Şövalyelerinin haritasında öyle yazıyordu.»
«Eeee! Orası nasıl bir yer.»
«Tüm kıyılar hemen hemen bembeyaz. Buzla kaplı. Dik kayaları saymazsan arada ender olarak bir toprak parçası ya da yeşillik görebiliyorsun. Belki içerileri daha ılımandır; bilemem.
Önemli bir sorun çıktı. Orada pusula işlemez oluyor. Önce bozulduğunu sandım ama sonra anladım ki bozuk değil. O kadar kuzeyde çalışmıyor. Dolayısıyla yönünü saptamak için tek çare güneşe bakmak. Yıldızlar da işe yaramıyor. Çünkü her nedense yerleri ve hareketleri bizim bildiğimiz gibi değil.»
Henry «Bu dediklerin Norveç’in kuzeyinde de öyleymiş.» dedi. «Yazın güneş batar gibi olur, az sonra doğarmış. Kışın ise tam tersi. Pusula da işlemezmiş. Bu da senin Engronelanda ile Norveç kıyılarının birleştiğini göstermez mi?»
Nicolo «Belki!» diye yanıtladı.
«Peki, orada ne yaptınız?»
«Hiç!... Bu kadar serüven yeter dedim. İyi bir keşif yaptık ama bizim asıl işimiz bu değil. Artık dönelim.
Çok zaman harcamıştık. Bu nedenle de geldiğimiz yoldan değil, önce açık denizden dosdoğru güneye yönelmek istedim. Sırası geldiğinde dümeni İber yarımadasına doğru kırarız diye düşündüm. Kestirme.
Tam dönüşe geçmek üzere buyruk verecektim ki, gemide neredeyse isyan gibi bir şey çıkmaz mı?... Neyse onu geçelim. Önemli bir şey değil.»
Henry, «Yok, geçme. Anlat.» dedi. «Merak ettim. Bakalım gemide, hem de senin geminde isyan nasıl oluyormuş.»
Nicolo, «Benim gemimde isyan olmaz.» dedi. «Tüm tayfam sanki öz çocuklarım gibidir. Onlar da beni öz babaları gibi sever ve saygı gösterir. Yaşı ileri olanlar bile bunu böyle bilir. Gemi bir ailedir. Kaptan da bu ailenin reisi. Bu gelenek sadece benim gemimde değil, Venediklilerin tüm gemilerinde de geçerlidir. Bu yüzden her denizci kaptanını tanır; hep onunla kalır. Ancak iyice yetişir, öğrenir, pişer ve kaptan olma sırası gelir; işte o zaman ayrılır.»
«Bunları biliyorum.»
«İyi ya!... O halde şimdi gel ben sana sorayım: Gelenek böyle iken, gemide nasıl isyan çıkar?»
«Bilmem.»
«Peki, soruyu şöyle sorayım: İsyanı kim çıkarabilir?»
«Gelenekleri bilmeyen ya da buna uyum göstermeyenler.»
«Doğru. Benim gemimde öyle biri var mı?»
Henry bir an düşündü. Sonra «Askerler var.» dedi.
«Tam üstüne bastın. Zaten olay da şu: Dedim ya tam dönüşe geçmek üzereyiz. Güvertede bir tartışmadır gidiyor. Az sonra ne olduğunu öğrendim. Meğer askerler kazan kaldırmak üzereymiş. “Bu kaptan bizi nereye götürüyor? Bize yolculuğun bu kadar uzun süreceği, hem böyle yerlere geleceğimiz söylenmemişti.” gibi sızlanmalar.
Ben buna benzer çok olay gördüm geçmişimde. Ne zaman gemiye denizci olmayan birilerini alırsan, hele bir de hava bozar ya da birtakım aksilikler çıkarsa, hep böyle yakınmalar başlar. Vız gelir, tırıs geçer. Buna karşın, duruma hemen el koymak gerekir. Gecikirsen, başka keyifsiz olaylar doğabilir.
Askerlerin arasında çavuş rütbesinde biri vardı. Onu çağırıp yanıma getirmelerini söyledim. Çavuş gelip de köprüye çıkmak isteyince, orada durmasını, her ne diyecekse oradan, aşağıdan söylemesini istedim. Kılıcı belindeydi. Zaten askerlerin tümü hep tam tekmil dolanıp duruyordu gemide. Ses çıkarmamıştım. Sanırsın ki her an birisi saldıracak; onlar da sivilleri yani bizi korumak için dövüşe girişecek.
“Efendim...” diye başladı söze.
Lafını ağzına tıkayıverdim. “Bana bak! Burada efendi yok. Kaptan diyeceksin. Hâlâ öğrenemedim mi?” diye çıkıştım.
Böyle yapacaksın ki, yerini anlasın.
Dertlerinin ne olduğunu biliyordum bilmesine de, bilmezden gelip bir kez daha anlattırdım.
Uzun uzun anlattı. Ben de hiç kesmeden sabırla dinledim. Bu arada diğer askerler de gelip arkasına sıralanmış, tayfadan çoğu da ne olacağını merak edip toplanmıştı. Aslında işlerinin başına dönmelerini söylemek gerekirdi ama dokunmadım.
Çavuş susunca, “Tamam mı? Bitti mi? Başka ne diyeceksin? Her ne diyeceksen hepsini şimdi söyle.” dedim.
“Hepsi bu kadar efendim.” diye yanıt verdi.
Sertçe, “Ne dedin?” diye bir kez daha çıkıştım.
Hemen anladı. “Hepsi bu kadar kaptan.” diye düzeltti.
Birdenbire yumuşak bir tavır takınıverdim. Gülümseyerek, “Bütün sorun bu muydu evladım?” dedim. Oysa adamın yaşı bana yakındı. “Kolay. Hemen çaresine bakarız. En yakın limana girer sizi orada bırakırız. İstediğiniz yere gidersiniz. Oldu mu? Hatta isterseniz, şimdi, hemen indirelim sizi.”
O zaman yüzünü görmeliydin. Kıpkırmızı oldu. Arkasına dönüp diğer askerlere şöyle bir baktı. Ne diyeceğini bilemedi. “Öyle demek istemedik kaptan...” diye lafı eveleyip bir kez daha başlamak üzereydi ama yine ağzına tıkadım lafını. “O zaman ne demek istediniz. Bir gemide kaptana kafa tutmaya kalkışmanın cezasını biliyor musunuz? Belki onu değil ama komutana karşı gelmenin cezasını bilirsiniz. Bu yaptığınızı ilk ve son kez olmak üzere unutalım. Cehaletinize veriyorum. Bir kez daha olursa, hepiniz birden denize atarım. Yıkılın karşımdan.” diye bağırdım.
Süklüm püklüm yerlerine döndüler ama ben bir yandan da şunu düşündüm. “Bunların hepsi tam donanımlı. Bizde ise olsa olsa birkaç hançer var. Dövüşmeye girişsek, gerçi biz daha kalabalığız ama askerlerle başa çıkamayız. Fakat o çavuş da biliyor ki, dövüşmekle hiçbir şey elde edemez. Sonra bu tekneyi yürütemez.” Çaresiz, boyun eğdi.»
Henry, «Ben de sen anlatırken bir ara korkmuştum, başınız askerlerle derde girdi diye.» dedi. «Haklısın. Adamlar denizci olmadığı için denizin ortasında yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Neyse, geçmiş olsun.»
* * *
Nicolo deliksiz bir uyku çekti. Ertesi sabah, gözüne giren güneşle uyandı.
Kalktı.
Acaba Henry neredeydi!... Şöyle bir dolaştı, bulamadı.
Şatodakilerden birine sordu. Adam ne sorduğunu anlamadı. Kime sormaya kalkıştıysa anlaşamadı.
Sonunda gene konuşarak anlaşamadığı ama ona göre akıllı birini buldu. Adam, arkasından gelmesini işaret etti. Onu şato komutanına götürdü.
Komutan da sadece İskoç dilini biliyordu ama Nicolo’nun ne sorduğunu anladı. El kol hareketleriyle Henry’nin şimdilik gittiğini, fakat sonra döneceğini anlattı. Nicolo ona, «Bir yere gitmiş olduğunu ve döneceğini anladım ama nereye gitti?» diye sormaya çalıştı.
Bunu galiba çok iyi sormuştu ki, komutan “Rosslyn.” dedi.
«Roz ne?»
Komutan onu kolundan tutup şatonun güney yanına götürdü. Elini bir bayrak gibi ileriye doğru salladı.
Nicolo bunu anlamakta güçlük çekmedi. Henry, Orkney’den güneye, belli ki hayli uzağa, İskoçya’ya gitmişti.
İskoçya’da Nicolo’nun adını bildiği neresi var? Edinburgh.
«Edinburgh?»
«Evet evet, tamam. İşte oraya çok yakın bir yer. Rosslyn.» dedi komutan. Ne bilsin Nicolo’nun Rosslyn’i bilmediğini.
Nicolo komutanın ne dediğini anlamamıştı ama Henry’nin Edinburgh’a gittiğini çıkarmıştı. Buna anlam veremedi.
«Neden böyle durup dururken çekip gitti ki?... Ona gitmesin diyen yok. Ne isterse yapar elbette. Fakat insan haber verir. “Ben yarın yokum. Gideceğim. Sonra görüşürüz.” falan der. Ani bir işi çıktı herhalde. Peki, ne zaman döner acaba?»
Komutana Henry’nin ne zaman döneceğini sormaya çalıştı. Komutan gözlerini iyice açıp iki elini de yana doğru bükerek, «Bilmem.» anlamına gelen bir işaret yaptı.
Bunun karşılığında Nicolo, elini parmakları açık olarak bir sağa bir sola çevirdi. «Aşağı yukarı?» anlamında.
Komutanın bundan sonra işaretlerle anlattıklarına bakılacak olursa demek istediği şöyle: «Önce bir adadan diğerine geçecek. Ata binip, öteki ucuna gidecek. Sonra yine tekneye. Sonra bir kez daha. Sonra yine ata binecek. Gidecek de gidecek. Bugün böyle geçecek. Akşam olacak. Yatıp uyuyacağız. Sonra bir gün daha bekleyeceğiz. Bir gece daha geçecek. Üçüncü gün döner.»
Bu kadarla da kalmayıp, ona şöyle demek istedi. «Canını sıkma. Rahat ol. Bak, ne güzel hava. Çevrede dolaş biraz. Ye, iç. İstersen bir de at verelim sana. İstersen teknelerden birini alıp denize çık. Keyfine bak.»
Başka yapılabilecek ne vardı ki zaten?
Sonrası “Okyanusun ötesi” başlıklı bölümde…