Öncesi “Kaledeki yangın” başlıklı bölümde…
William Sinclair, Rosslyn’deki kilise inşaatının özellikle iç mimarisine pek önem veriyordu. Hiçbir sütun, hiçbir kemer, hiçbir kiriş yoktu ki, üzerine bir motif ya da oyarak yapılmış bir resim işlenmiş olmasın. Aralarında, aloe kaktüsü ile Hint mısırı figürleri de vardı. Hepsi tek tek güzel olmakla birlikte, topluca bir şey anlatıyor gibiydi. Bunu çözümleyebilmek için, hepsinin arasında bağlantı kurmak, ilişkileri anlamak gerekliydi. Bütünü, ancak böylece anlam kazanıyordu.
William, Roma’da papa ile görüşürken, bu binanın görkemli bir eğitim kilisesi olacağını söylemişti. Ancak ortaya çıkan yapıt sahiden bir “kilise” miydi acaba? Dekorasyon ve süslemelerin pek azı doğrudan Hıristiyanlık ile bağlantılıydı. Her kilisenin en önemli öğelerinden biri sayılan ve Hz. İsa’yı çarmıha gerilmiş olarak gösteren hiçbir heykel ya da rölyef yoktu; sadece bir yerde çarmıhtan indirilişini betimleyen bir işleme yapılmıştı. İncil’deki öykülerden bazısını temsil eden başka motifler de vardı ama Tevrat’taki öykülere çok daha ağırlık tanınmıştı.
Tevrat olmasa, İncil yeterince anlam kazanmaz. Bu nedenle, Hıristiyanlık’ta Tevrat ile İncil bir bütün sayılır. Ancak buraya başka figürler de konmuştu. Hermetizm’den, Müslümanlıktan, Budizm’den, Hinduizm’den, diğer doğu inançlarından, Norveç ve eski Kelt kültürlerinden, hatta Paganizm’den esinlenmeler.
Anlaşılan William, bu yapıtında, sadece Hıristiyan dininin öğelerine değil, o tarihte bilinen tüm inançlara, hatta din ile bağlantısız çeşitli kültürlere topluca yer vermek istemişti. Birçok simge kullanmış, kendince aralarında birtakım bağlantılar da kurmuştu. Tüm bunlarla ne demek istediğini anlayabilmek için, bu bağlantıları keşfetmek yani şifreleri çözmek gerekiyordu.
İşin ilginç yanlarından biri de, Tapınak Şövalyelerinin bu binanın yapılışından bir buçuk yüzyıl kadar önce kullandıkları simgelerin de görülmesiydi. Gerçi bu pek doğal sayılırdı, çünkü İskoçya’daki Tapınak Şövalyeleri diğerlerinden farklı bile olsa, William Sinclair onlarla pek içli dışlıydı.
Ancak hiç de doğal olmayan, hatta hayretle karşılanabilecek bir olgu var: Bu şapelde, yapıldığı tarihten yaklaşık iki buçuk yüzyıl sonra ortaya çıkacak olan Masonlukta kullanılan simgesel öğelere de yer verilmişti. Bunların başında, giriş kapısının her iki yanına konmuş birer iri sütun ile içeride ve tam ortada bir üçgen oluşturacak biçimde yerleştirilmiş üç sütun geliyor.
Jacob Usta’nın bir türlü William’ın istediği gibi yapmayı beceremediği, bu yüzden kendi gözüyle görerek öğrenmesi için Roma’ya gönderilmesine neden olan, derken onun yokluğunda çırak Jacob tarafından işlenip bitirilen sütun, diğer ikisine hiç benzemiyordu; kendine özgüydü.
Ek yerleri hiç belli olmayan bu sütunun gövdesinin ortası boydan boya oyulmuştu; içi boştu. Bu gövde boyunca alttan üste doğru ince yivler uzanıyordu. Bunların üzerine sanki üç kobra yılanı sarmal bir biçimde dolanmış, sonradan orada taşlaşarak kalmış gibiydi. Temelinde, art arda sekiz ejderha kabartması vardı. Üç çift kemeri tutan başlığında ise, figüratif bir işlemenin yukarısına dünyanın değişik antik kültürlerindeki tanrı figürleri biçimindeki heykelcikler konmuştu.
Böylece bu sütunun, bir yandan İskandinav mitolojisindeki “bilgi ağacı” kavramını temsil ederken, diğer yandan aşağıdan yukarıya doğru “cehennem, yeryüzündeki yaşam ve cennetin birleşimi” düşüncesini simgelediği söylenir.
William, niçin sadece bu sütunun gövdesinin içini boydan boya oydurtmuştu?... Acaba yerine konulurken ya da sonradan sadece kendisinin bildiği bir yöntemle içine pek değerli bir şey gizlemek için mi?
Bugüne dek çok kimsenin araştırmış olup, hiçbirinin yanıtını bulamadığı, sonra da kimilerinin sadece tahminler üretmekten ileri gidemediği bir sır... Bir muamma.
* * * * * *
Jacob Usta, Roma’ya vardığında, William’ın kendisini niçin zorla buraya göndermiş olduğunu anlamakta güçlük çekmedi. Patronu haklıydı. Buradaki yapıtların incelikleri, gerek İskoçya gerekse İngiltere’de görmüş olduklarından pek farklıydı.
Roma’da hayli uzun bir süre kaldı. Çünkü sadece taşları inceleyip neler yapılmış olduğunu görmek yetmiyordu. Bunları işlerken nasıl bir teknik kullanıldığını öğrenmek de gerekliydi. Bunun için, Roma ve çevresinde taş işlemekte olan masonlarla ilişki kurdu. Çalışmalarını izledi. Onları görünce, kendisini bir “taş işleme ustası” olarak tanıtmış olmaktan utandı bile.
Dolayısıyla Roma’da bulunuşu, Jacob Usta için aslında çok daha önce, gençliğinde görmüş olması gereken bir eğitim gibi oldu. Buraya gelirken pek gönülsüzdü; şimdi ise gördüklerine öylesine kapılmıştı ki, dönmek istemiyordu.
Ancak hep burada kalamazdı ya. Zaten çalışmıyor, sadece izleyerek öğreniyor, para kazanmıyor, gelirken yanına verilmiş olanı harcıyordu. Çok tutumlu gitmiş olmasına karşın sonunda parasını tüketmişti. Daha kalırsa, iş bulup çalışması gerekirdi. Oysa dönmeli, Rosslyn’deki işinin başına geçmeli, özellikle de William’ın çok önem verdiği ve aralarının açılmasına neden olan o sütunu, onun istediği gibi işleyip bitirmeliydi.
Rosslyn’e varır varmaz dosdoğru şantiyeye gitti. William’ı sordu. O anda orada olmadığını öğrendi. «Nasıl olsa gelir.» diye düşünerek, geçen aylar içinde neler yapılmış olduğunu görmek için inşaatı şöyle bir gezmek istedi.
Önce çevresini dolaştı. Dışarıdan bakılınca, aşağı yukarı bırakmış olduğu gibi görünüyordu. Sadece, bir yana çatı için bir iskele kurulmuştu. Daha önce de olduğu gibi yoğun bir etkinlik sürüyordu. Taş işleyen masonlar, marangozlar, demirciler, hepsi çalışıyordu. Çırağı Jacob ise ortalıkta görünmüyordu. Her halde içeride bir işle uğraşıyordu.
Kapıdan girdiğinde gözlerine inanamadı. Tam karşısında, Roma’ya gitmeden önce yarım bırakmak zorunda kaldığı sütun tümüyle bitirilmiş olarak duruyordu. Aklı başından gitti. Nasıl olurdu? Onu kim işlemiş olabilirdi? Kim ona dokunabilirdi?
Başka yana bakmayı unutup, «Bunu kim yaptı böyle?» diye öyle bir bağırdı ki, sesi tüm binanın içinde çın çın öttü.
Çalışanların hepsi, bu ani bağırış üzerine ne olduğunu merak edip, anlayabilmek için işini bıraktı.
Çırak Jacob, bir iskelenin tepesinde çalışmaktaydı. Ustasının sesini tanıdı. Hemen aşağıya inerek yanına gelip «Hoş geldin usta!» dedi. «Ne zaman geldin? Seni görmedim.»
Jacob Usta ona yanıt verecek yerde, «Bu... Bu....» diye âdeta kekeledi. «Nedir bu?» Bir kez daha dayanamayıp bağırdı. «Kim bunu bu hale getirdi?»
Belli ki sütundan söz ediyordu.
Çırak Jacob, yaptığından kıvanç duyarak, hatta biraz gururla «Ben yaptım usta.» dedi. «Nasıl? Becerebilmiş miyim? Güzel olmuş mu? Beğendin mi?»
Jacob Usta ona dik dik baktı. «Demek sen yaptın! Doğru mu duydum? Bir daha söyle bakayım.» dedi.
«Evet, ben yaptım. Olmamış mı? Beğenmedin mi yoksa?»
Jacob Usta, sinir küpü olmuş bir tarzda dişlerinin arasından «Beğendim, beğendim. Hem de çok beğendim.» derken, çırağı yapıtını okşayarak, «Bak, şu sarmalın yanlarını bağlarken şöyle yaptım.» diyerek anlatmaya girişmişti.
Jacob Usta, hırsından tir tir titreyerek, gözleri yuvalarından fırlamış bir çılgın gibi çevresine bakınıyordu. Az ileride, yerde bir balyoz gördü. Hemen atılıp aldı; iki eliyle birden kavradı; kaldırıp olanca gücüyle arkasından çırağının kafasına indirdi.
Çırak Jacob, bir anda kanlar içinde yere yuvarlandı.
O ana kadar hızla gelişen bu olayı sadece izlemekle yetinmiş olan işçiler koşarak Jacob Usta’nın kollarına sarıldı. Onu geri çektiler. Elindeki balyozu aldılar ama çok geç kalmışlardı. Biri yerde yatan çırak Jacob’u sırtüstü çevirdi. «Ölmüş.» dedi.
Jacob Usta, ancak bu sözü duyunca ne yapmış olduğunun farkına vardı. Kollarını tutanların elinden sıyrılıp çırağına bir de o baktı. Evet ölmüştü. Yapılabilecek bir şey yoktu. Oradakilerin gözü önünde cinayet işlemişti.
Kaçmaya davrandı. Yakaladılar. Bırakmadılar.
Ustalardan biri, «Hemen barona haber vermeliyiz. Belki kalededir.» diyerek, kendi çıraklarından ikisini gönderdi. «Bakın orada mıymış? Değilse, neredeymiş, sorup öğrenin. Önemli bir sorun çıktığını bildirin ama ne olduğunu söylemeyin.»
William kaledeydi. O sırada çocuklarıyla ilgileniyordu ama böyle bir haber gelince hemen onları bırakıp şantiyeye gitmek üzere yola düzüldü. Öyle hızlı yürüyordu ki, haberi getiren iki çırak koşar ayak ona zor yetişiyordu.
Bu arada dışarıdaki çalışmalar da durmuştu. Herkes elindeki işi bırakmış, olduğu yerde bekliyordu.
William gelir gelmez ilk gördüğü kişilere «Ne oldu?» diye sorunca, hiçbir şey söylemeyip sadece elleriyle binanın kapısını işaret ettiler.
İçeriye girer girmez tam ortada kanlar içinde yatmakta olan çırak Jacob’u görmekte gecikmedi.
«Ne oldu?» diye bir kez daha sordu. «Öldü mü yoksa?»
Yine hiçbir şey demediler. Başlarıyla onayladılar.
William, ölünün yanına gidip diz çökerek şöyle bir yokladı. Kafası paramparça olmuştu. Doğrulurken, «Bunu kim yaptı?» diye sordu. Jacob Usta’nın buraya geldiğinde bağırarak sorduğu soruyu sorma sırası şimdi ona gelmişti.
İki kişinin kollarına yapışmış olarak ayakta tuttuğu Jacob Usta’yı gösterdiler.
William önce, «Jacob Usta, sen dönmüş müydün? Ne zaman geldin?» diye sordu. «Neyse, hoş geldin ama galiba hiç de hoş olmayan bir durumla karşılamışsın. Bu işi kim yapmış?»
Jacob Usta, başını öne eğdi.
«Sen mi?... İnanmam. Niçin?»
Jacob Usta yanıt vermedi.
William’ın buna inanası gelmiyordu. Diğerlerine dönerek, «Siz burada olan biteni gördünüz mü? Sahiden o mu öldürdü?» diye sordu.
Aldığı yanıt üzerine ne yapacağını şaşırdı.
Karmakarışık duygulara kapılmıştı: Şaşkınlık, üzüntü, öfke, hiddet, çöküntü, acı, nefret... Hepsi bir arada.
Buna karşın, elinden geldiğince kendisine hâkim olup, kötü bir şey yapmamaya çalıştı.
«Cesedi sarıp kaldırın. Yarın gömeriz.» dedi. «Bu herifi de sıkıca bağlayıp kaleye götürün. Komutana teslim edin. Zindana atsın. Gereği sonra yapılır.»
Öyle dedi ama gereğinin ne olduğunu da bilmiyordu. Orada onun boğazına sarılarak boğmamak için kendini çok sıkmıştı. Gerçi herkesin önünde işlediği bu cinayetten ötürü onu istediği gibi cezalandırabilirdi. Fakat bunu durup dururken, Roma’dan döner dönmez ayağının tozuyla niçin yaptığını da anlamalıydı.
Onunla kendisi görüşmek istemedi. Dayanamayacağından çekiniyordu. Başkalarını yanına göndererek, bu cinayeti niçin işlediğini dolaylı yoldan öğrenmeyi yeğledi. Bunu da, hele biraz durulsun da doğru dürüst yanıt versin diye ertesi güne bıraktı.
Jacob Usta, kendisiyle görüşmeye gelenlere önceleri hiçbir şey söylemedi; söyleyemedi. Daha sonra ise, sütunu gördüğünde aklının başından gittiğini, hele bir de bunu çırağının yaptığını öğrenince çok kıskandığını, o anda kendisini yitirmiş olduğunu, gerçi ona vurmak istediğini ve vurduğunu, fakat asıl niyetinin öldürmek olmadığını, şimdi bundan ötürü pişmanlık duyduğunu, söyledi. Kendisiyle görüşen kişi ona «Madem pişmansın, bunu barona da söyle. Belki seni bağışlar. Anlaşılan bir an için ne yapacağını bilememişsin. Kastın yokmuş.» deyince, Jacob Usta «Hayır. İş işten geçti. Üstelik hiçbir kastımın olmadığını da söyleyemem. Onu oracıkta öldüresiye dövmek, canını acıtmak isterdim. Çünkü o anda benim içine gömülmüş olduğum acıyı anlatabilmem olanaksız. Sadece ölmesini istemezdim, o kadar. Fakat işte olan oldu.» diye yanıt verdi.
Bunların hepsini William’a anlattılar.
William, «Elbette öldürmek istemezdi ama öldürdü işte... Hem benim de canımın bir parçasını almış oldu.» diye düşündü. «Onu bağışlamak da öldürmek de bana düşmez. Onu Tanrı’ya havale edeceğim. Öyle bir ceza vereceğim ki, şayet Tanrı onu suçsuz bulur, bağışlayıp yardım ederse, canını kurtarır.»
Bir mektup yazıp, Kilwinning’e gönderdi.
Birkaç gün sonra Rosslyn’e dört Tapınak Şövalyesi geldi. William ile görüştükten sonra, Jacob Usta’yı teslim aldılar. Gece el ayak çekildikten sonra ellerini gözlerini bağladılar. Şantiyeye götürdüler. Bir merdivenden aşağı indirdiler. Birçok koridordan geçirdiler. Yerdeki bir taşı kaldırıp daha da aşağı indirdiler. Yine dolandırıp bir yere getirdiler. Birisi ona şöyle dedi. «Bak, şimdi buraya elinin altına bir kandil bırakıp gidiyoruz. Önce bağlarını yakıp çözebilirsin. Sonra da şayet yolunu bulabilirsen, buradan çıkıp serbestçe gidebilirsin.»
Bu başlık altında aktaracaklarıma burada son veriyorum.
Aslında kitap bu noktada bitmiyor; dahası var. Bundan sonrasında Kanada’nın Nova Scotia eyaletinde (hani bir zamanlar Henry Sinclair’in gidip bir koloni kurmuş olduğu yer) geçen hayli ilginç bir serüven anlatılıyor. Fakat ben onu anlatmayacağım. Tapınakçıların Hazinesi’nin sonunda ne olduğunu merak edenlere kitabı alıp okumalarını öneriyorum.