Öncesi “Biraz Daha Bilgi” başlıklı bölümde…
Bu bölümün kitaptaki asıl başlığı “Henry’nin Uğraşısı” biçiminde. Bana göre bu bölüm öyle bir bölüm ki, herhangi bir yeri kesilecek olursa anlamını yitiriyor. Öyle birtakım ayrıntılar var ki, ne olup bittiğini tam olarak kavrayabilmek için hiçbirini kaçırmamak gerek. Bu yüzden, biraz uzun olacak ama bu bölümü hiç kesmeden aktarıyorum. Bakalım o bence “önemli ayrıntılar” sizin de dikkatinizi çekecek mi?
1345 yılında İskoçya’da, Baron William Sinclair’in henüz 16 yaşındaki Norveç asıllı karısı Isabella, Rosslyn Kalesi’nde bir erkek çocuk doğurdu. William Sinclair, oğluna Henry adını koydu. Bu Henry, İskoçya’nın bağımsızlığını elde etmesinde payı olan ve bu nedenle bir ulusal kahraman olarak da nitelenen ilk Henry Sinclair’in torunuydu.
Bizim Henry Sinclair, daha 13 yaşında iken babası ölünce, Rosslyn baronu unvanını ediniverdi. Annesi de genç yaşta öldü. Yalnız kaldı. Kendi kendine yetişti. Soylu olmayanlarla düşüp kalktığı için, hayli alçak gönüllü bir adam olup çıktı.
Herkesin nabzına göre şerbet vermekte pek becerikliydi. İnsanlarla kolay kaynaşır, hemen ahbap olurdu. Aristokratların yanında ağırbaşlı davranırdı ama köylü ya da balıkçı ile bir arada olunca, onların düzeyine inmekten çekinmezdi.
Gurur duyduğu, hep öğündüğü bir yanı vardı. “Katışıksız bir Sinclair” oluşu... Her nerede olursa olsun, fırsatını bulur bulmaz bunu belirtir, aile şeceresini ortaya serer, dinleyenler pek aldırış etmese bile sanki en önemli konu buymuş gibi anlatırdı.
İskoçya’nın kuzeyinde, birkaç adadan oluşan Orkney, henüz Norveç toprağıydı. Kullanım hakkı ailesi kanalıyla Isabella’ya verilmiş olduğu için, Henry âdeta bir mirasa daha kondu.
Ancak Norveç Kralı 6. Håkon, bu bakımdan hiç de oralı görünmüyordu. Bir Norveçli prensesin oğlu oluşunu, Orkney’in kullanma hakkını elde etmesi için yetersiz buluyordu. Bir aile bağı daha kurulmalıydı ki, buna razı olabilsin.
Acaba Norveç kralı, 17 yaşındaki bu yakışıklı delikanlıya göz mü dikmişti? Nitekim Henry, çevresinde neler olup bittiğini doğru dürüst anlayamadan, kendisini kralın kızı ile evlenivermiş buldu. Bundan sonra Håkon, onu Orkney prensi olarak tanıdı.
Henry’nin karısı birkaç ay sonra ölüverdi. Henry, buna pek üzülmedi. Zaten bir oldubittiye gelmişti. Oysa önce flört etmek, aşkı tatmak, sonra sevdiği, beğendiği kızla evlenmek isterdi.
Nitekim öyle oldu. Ertesi yıl, bir ara, İskoçya’nın kuzeyinde Caithness bölgesindeki Dirleton Kalesi’ne gitmesi gerekmişti. Kalenin sahibi James Halyburton’un kızı Janet ile tanışınca, aklı başından gitti.
İkide bir yine oraya gitmek için vesile uydurmaya girişti. Öyle ki, artık ona kalede sürekli bir oda bile ayırdılar.
Janet de bu yakışıklıya gönlünü kaptırmıştı. Herkes, ikisinin ayan beyan flört ettiğinin farkındaydı.
Janet bir gün Henry’ye öyle bir şey söyledi ki; o da epeydir cesaret edemediği bir işi yaptı. Babasına kızını çok beğendiğini, onay verirse evlenmek istediğini bildirdi. James Halyburton ondan daha iyi damat mı bulacaktı? Hiç nazlanmadan razı oldu. Evlendiler. Rosslyn’e yerleştiler.
Mutlu bir evlilik yaşadılar. İlk çocukları Elizabeth, bir erken doğum (!) sonucu dünyaya geldi. Yıllar içinde Janet ona dördü erkek, sekizi kız olmak üzere on iki çocuk daha doğurdu. Bu, Sinclair ailesinde bir rekor oldu.
Henry daha yirmi yaşındayken, Kıbrıs kralının yakınmaları üzerine papanın onayı ile Mısır üzerine düzenlenmesine girişilen bir tür haçlı seferine katılmak üzere gönüllü oldu. Bundan ötürü, Robert Bruce öldüğünde İskoçya tahtına çıkmış olan 2. David, ona giderayak “şövalye” unvanını da verdi.
Bu seferin planları Venedik’te hazırlanacaktı. Henry, hemen bir gemiye binerek Akdeniz’in yolunu tuttu. Aslında bu, oldukça büyük bir riske atılmak sayılırdı. Nitekim babasının büyük babası William Sinclair de yıllarca önce deniz yoluyla Kudüs’e gitmek istemiş, Cebelitarık boğazını geçer geçmez Endülüslüler ile tutuştuğu savaşta yaşamını yitirmişti.
Henry şanslı çıktı. Venedik’e sağ salim vardı.
Orada, sonradan Venediklilerin amirali olacak ünlü denizci Carlo Zeno ve kardeşleriyle tanıştı. Onlara çok kanı kaynadı. Özellikle kendisinden birkaç yaş büyük olan Nicolo’ya...
Bu Venedikliler ne kadar da fıkır fıkır, sanki kavga eder gibi bağıra bağıra konuşan ama sımsıcak ve cana yakın insanlardı! Havasından mı, suyundan mı? Yoksa çok şarap içtikleri için mi? Henry, «Bizim oraların halkı da keşke böyle olsa!» diye içini çekmekten kendini alamıyordu.
Tam dillerini de iyi kötü öğrenmeye başlamıştı ki, Mısır’a gitme zamanı geldi. Oysa Henry seferi unutmuş gibiydi. Gitmek hiç içinden gelmiyordu ama burada bulunuşunun da bir nedeni vardı. Onlara geçici olarak veda etti.
Hazır oralara uzanmışken, bir de Kudüs’ü ziyaret etti.
Dönüş yolu üzerinde elbette yolunu uzatıp yine Venedik’e uğradı. Bir süre daha kaldı. Aile özlemi çekmekte olmasaydı, belki daha da kalırdı. Keşke onları da getirebilmiş olsaydı.
Ayrılık zamanı gelip çattığında, özellikle Nicolo Zeno ile aralarında pek duygusal bir veda faslı geçti. Bir daha birbirlerini görebilecekler miydi acaba?
Nicolo iyi kötü İngilizce biliyordu. Ayrılırken ona İngilizce «Good bye!» (Allahaısmarladık) dediğinde, Henry İtalyanca’da hemen hemen aynı anlama gelen «Arrivederci!» diyebilirdi ama «Vedali ancora.» (Yine görüşelim.) dedi.
Carlo Zeno, Cebelitarık’ı geçmeden önce başına tatsız bir iş gelmesin diye Henry’nin gemisine iki savaş kalyonunun eşlik etmesini sağladı. Venedikliler onu top atışlarıyla uğurladı.
Henry Sinclair’in bir haçlı seferine katılmış olmasına akıl sır ermez. Papa 5. Clement tüm İskoçları aforoz etmemiş miydi?... Birisi yanlış bir iş yapmış olsa gerek ama acaba hangisi?
Henry, İskoçya’ya dönerken artık hacıydı. Yoksa bu işe girişmesinin, üstelik Mısır’a kadar gidip dönmekle yetinmeyip, bir de Kudüs’e uğramasının bir başka nedeni mi vardı?
Kim bilir...
İskoçya’da Henry’yi keyifsiz bir sürpriz bekliyordu.
Norveç kralı, kızının evlenir evlenmez ölüşünden ötürü genç damadını sorumlu tutmuştu; ölüm nedeni her ne olursa olsun... Bir kraldı kral olmasına ama aynı zamanda babaydı da... Üstelik asıl kökeni bakımından Norveç asıllı olan bu damat, daha yılı dolmadan hiç utanmaksızın bir İskoç kızıyla evlenmişti. İnsan önce bir sorar, danışır, izin ister, değil mi? Çok hırslanmıştı. Bu koşullarda Orkney’i ona bırakamazdı. Henry’nin yokluğundan yararlanarak, orasını bir başkasına vermişti.
Henry de işte buna çok kızdı. Nasıl olur?... Nasıl böyle bir şey yapabilir?... Orası annesinin hakkı sayılmaz mıydı?... Oysa onun ne tasarıları vardı Orkney ve daha da ötesi için...
Henry prenslikten atılır atılmaz, Orkney’de bitmez çözülmez bir anarşi baş göstermişti. Adaların halkı baş kaldırmıştı. Yeni Orkney prensi, halkı sindirebilmek için hiçbir şey yapamıyordu. Her gün bir başka olay patlak veriyordu. Norveç kralı, çaresiz, prensi değiştirmek zorunda kaldı.
Bu da bir işe yaramadı. Olmuyordu.
Henry, doğuda iken görüp yaşadıklarından hayli ders almış, deneyim kazanmıştı. Bu fırsattan yararlanmasını bildi. Norveç’e gitti. Birkaç ay gibi kısa bir süre için bile olsa damatlık ettiği eski kayınbabası ile görüştü. Ona Orkney’de önceki gibi düzeni geri getirebileceğini söyledi. Hatta işi daha da büyüterek, «Şayet ben Orkney prensi olursam, sana henüz kimin sahip olduğu bile belli olmayan birçok yer daha kazandırırım.» dedi.
Norveç kralı ilgilenmişti. «Örneğin neresini?» diye sordu.
«En basitinden Norveç’e çok daha yakın olmakla birlikte henüz hiç kimsenin olmayan, hiçbir yasanın işlemediği Shetland adalarını. Sonra da Frisland’ı, hatta belki daha da ötesini. Bana fırsat verirsen, tüm Kuzey Denizi’ni Norveç’in bir gölü haline dönüştürebilirim. Fakat bunun için bir şartım var.»
Håkon sinirlendi. «Kızımın ölümünden sen sorumlusun. Hem bana bunca acı çektirmiş olmanı unutup senin için bir şey yapmamı istiyorsun hem de şart ileri sürmeye kalkışıyorsun. Bu ne biçim iş?... Olmaz!» dedi.
Öyle dedi ama aslında Henry’nin sözleri ilgisini çekmişti. İleri süreceği şartı öğrenmek istediği de belliydi. Henry politik davranıp, o sormadan şartının ne olduğunu söylemedi.
Håkon bunalmış durumdaydı. Orkney ile başa çıkamıyordu. Nitekim sonunda dayanamayıp orada düzeni sağlayıp, sonra da dediği diğer işleri de yapması karşılığında ne istediğini sordu.
Henry kendisini geri çekti: «Hani şart olmaz diyordun?»
«Olmaz ama sen yine de söyle bakalım neymiş. Öğrenelim, sonra düşünelim.»
Henry, «Demek ki şart olmaz değilmiş. Zaten biliyordum.» diye düşündü. Biraz ağırdan alıp, önce Orkney’deki sorunlardan söz etti. Bunların çözümünü kendine yonttu. Sonra da Orkney prensi olunca, kendisine özerklik tanınmasını istedi.
Håkon ayağa fırladı. «Sen ne dediğinin farkında mısın?... Böyle bir şeyi hangi cüretle isteyebilirsin?» diye çıkıştı.
Henry sakindi. «Senin için ne fark eder?» dedi. «Orkney, Norveç toprağı görünüyor ama orada hiçbir şey yapamıyorsun. Başına dert oldu. Öte yandan, Hansa Birliği adlı örgüt doğuda ve güneyde canına okuyor; tüm ticaret kanallarını tıkadı. Onlarla anlaşma yolunu seçersen daha kötü olur; yakanı iyice kaptırır, bir daha hiç kurtaramazsın. Şayet politik bakımdan olduğu gibi ticarette de özgürlüğünü korumayı yeğlersen, batıya uzanmak zorundasın. Onun için de benim gibi birine ihtiyacın var. Halkın sevdiği, saygı gösterdiği birine. Benden iyisini de bulamazsın. Denedin ve olmadığını gördün. Orkney’i bana vermen, çok iyi bir yatırım olacaktır. Aksi takdirde, pek yakın bir tarihte bir de Shetland adaları halkı başına dert açmaya başlar.»
Håkon, bir süre düşündü. Aslında Henry doğru söylüyordu. Prusyalıların önderliğinde kurulmuş o Hansa Birliği adlı örgüt, tüm Kuzey Avrupa ülkelerindeki ticareti denetimi altına almıştı. Direniş göstermeye kalkışanları hemen ortadan kaldırıveriyordu. Henüz Norveç’e bulaşmamışlardı ama yarın ne olacağı belli değildi. Giderek güçleniyorlardı. Kuzey Denizi’ne de yönelecek olurlarsa, Norveç’in direnebilmesi için çevredeki egemenliğini sağlam temeller üzerine oturtmuş olması gerekirdi.
Henry henüz çok gençti. Acaba ona güvenmek ne denli doğru olurdu? «Dediğini nasıl garanti edebilirsin?» diye sordu.
Oh!... İşte bu soru Henry’nin ilk raundu kazanmış olduğunu gösteriyordu. Şimdi onun yerinde başka biri olsa, Norveç kralına neler yapacağını, bunları nasıl yapacağını sayıp dökmeye girişir, bir alay palavrayla gözünü boyamaya kalkışırdı. Henry öyle bir şeyi onuruna sığdıramazdı. Kaldı ki, Kral Håkon’u iyi tanıyordu. Önceleri biraz duygusal davranıp, onu kırmıştı ama Henry kralın boş lafa kanacak türden biri olmadığını biliyordu.
«Garanti edemem. Sadece elimden geleni yapacağıma söz verebilirim.» dedikten sonra, şunu ekledi: «Doğudayken oradaki halkın bu gibi anlaşmaları söz ile yaptıklarını, sözü namus ile bir tuttuklarını gördüm. Benim sözüm de öyle. Bu bir politik ve ticari ortaklık önerisidir. Ne kazanırsak, yarı yarıya. Ortaklar birbirine güvenmeli. Güven olmazsa yürümez.»
«Çok iyi söyledin.» dedi Håkon. «Söz namustur. Bu Viking geleneğinde de öyledir. Bizim için de hep öyle olmuştur ve öyle kalacaktır. Ancak madem bu dediğin bir ticari ortaklıktır, sen de şunu iyi bilmelisin ki ticaretin bir riski vardır. Kazanabildiğin gibi kaybedebilirsin de. Ortaklar kazancı da kaybı da eşit olarak paylaşır. Oysa senin kaybedeceğin bir şey yok.»
«Sinclair onurum var.»
«O yetmez.»
«Peki, senin kaybedeceğin ne var ki?»
«Daha ne olsun?... Orkney.»
Aslında Norveç kralı Orkney’e hiçbir zaman doğru dürüst sahip olamamış, annesinden kalma hakkını da gasbetmişti ama Henry bunu bir kez daha gündeme getirmek istemedi. «Şimdi daha iyi anladım.» dedi. «Sen Orkney’e karşılık benden elle tutulur, gözle görülür bir şey istiyorsun. Ortak olacaksak, bu yatırıma benim de katılmam gerektiğini söylüyorsun.»
«Evet!»
«Bir başka deyişle, ancak Orkney’e tanıyacağın özerkliğin bedelini ödersem, ortaklık kurabileceğimizi söylüyorsun.»
«Öyle de diyebilirsin.»
İş, bambaşka bir mecraya girmişti. Konuya böyle bakılınca, ortaklık falan olamazdı. Kral Håkon’un ona önerdiğine, ancak alış veriş denebilirdi.
Henry, «Şu halde ortaklığı unutsak daha iyi olacak.» dedi. «Ben Orkney’i istiyorum. Seni bu dertten kurtaracağım. Bunun için bir bedel de almayacağım. Annemin hakkını da unutacağım. Fakat madem o topraklar senin sayılır; sen de onun karşılığında ne istediğini söyle.»
Håkon aslında böyle bir öneride bulunmak istememişti ama iş işten geçmişti bir kere. Hiç düşünmeden Orkney’e kafadan bir fiyat biçiverdi. Henry nasıl olsa bunu ödeyemez, sonunda kendi dediğini gelirdi. Bu arada Henry’nin ikinci raundu da kazanmış olduğunun farkında değildi.
Henry şimdi ona çok istediğini söylese, beriki onun ne kadar vermeyi düşündüğünü soracak, yine annesinin haklarından söz etmesi gerekecek, iş pazarlığa dökülecekti. Oysa Henry, bedelin değil, başka şeylerin pazarlığını yeğlerdi. Hatta açık söylemek gerekirse, Henry’nin aklından geçirdiklerine göre Håkon az bile istemişti. Konuyu politikaya çekti. «Sen hiç Orkney’e gittin mi? Nasıl bir yer olduğunu biliyor musun?» diye sordu.
Kral Håkon, Orkney’in kendi toprağı olduğundan başka bir şey bilmiyordu. Onun indinde bunun önemi de yoktu. Ona göre önemli olan, Orkney’in İskoçya’ya bitişik konumda olmasıydı. Şu anda Norveç ile İskoçya arasında herhangi bir politik sorun yoktu. Fakat öyle bir durum doğarsa, Orkney stratejik bakımdan çok önem taşırdı. Bunu açıkça söylemekten kaçınmadı.
Henry ona hak verdi. «Evet öyledir. Hepimiz ileride böyle bir sorun ile karşılaşmamayı dileyelim.» dedi. «Şu konuşmamız, önceki görüşmelerimizi geçersiz kılıyor. Bu durumda ortaklık söz konusu değil. Anlaşılan alış veriş yapacağız. Öyle mi?»
Håkon, «Ortaklığı öneren sendin.» diye yanıtladı.
«Peki, önerimi geri alıyorum. Fakat önce şartları görüşelim. Uyuşursak, istediğin o parayı vermeyi düşünebilirim. Pazarlık etmeyeceğim. Yeter ki şartlarda uyuşalım.»
«Yine şart!... Söyle bakalım, neymiş.»
«Şayet Shetland adalarını alırsam, bu işe karışmayacaksın.»
Håkon buna dünden razıydı. «Keşke alsa!» diye düşündü. Bir başkasının elinde olmasından çok daha iyi olurdu. Fakat onu hazır yakalamışken, hemen kendi şartını ileri sürdü.
«Ben de senden şunu isterim. Norveçli balıkçıların oralarda avlanmasına engel olmayacaksın. Tüccarlarımızın da serbestçe dolaşmalarına izin vereceksin. Kabul mü?»
Henry, «Deniz çok büyük.» dedi. «Herkese yeter. İsteyen de istediği yere gider. Ticaretini serbestçe yürütür. Yeter ki, yerel yasalara uysun ve başkalarının haklarına tecavüz etmesin.»
Anlaşmışlardı anlaşmasına ama Kral Håkon, Henry’nin bu kadar parayı ödeyebileceğine inanmıyordu. Bunu yüzüne karşı söylemekten kaçınmadı. Henry, «O halde gidip getiririm. Sen de mülkiyet devir belgelerini hazırlat.» diye karşılık verdi.
Håkon, Henry gidip döndüğünde parayı denkleştiremediğini söyleyeceğini, taksit yapmak isteyeceğini sanıyordu. Hayli kısa bir sürede dönüp, istediği parayı getirince donakaldı.
Bu kadar parayı böyle kısa süre içinde nasıl bulduğunu çok merak etmişti. Orkney’in artık Henry Sinclair’e ait olduğuna ilişkin belgeyi mühürlerken dayanamayıp sordu.
Henry «Orası seni ilgilendirmez.» demekle yetindi.
Håkon, bu işin arkasında mutlaka başka birinin olduğundan kuşkulanıyordu. «Acaba İskoçya kralı mı? Ne de olsa Henry ile araları pek iyi... Belki ama zayıf bir olasılık. O buralarını almak ister ama bunun için eline cebine sokmaz. Hem almak isteyecek olsa, mülkiyetini niçin ona bıraksın?» diye düşündü. «Sakın bu işin içinde Tapınak Şövalyelerinin parmağı olmasın? Olur mu olur!... Yoksa bu para Tapınakçıların hazinesinden mi çıkarıldı? Hani hiç kimsenin ne olduğunu bilmediği hazineden?»
Ancak bunu sadece düşündü; sormaya cesaret edemedi.
Sonrası “Nicolo İle Buluşma” başlıklı bölümde…