Öncesi “Nicolo ile buluşma” başlıklı bölümde…
Bu bölümde çok ilginç bir diyalog var. Kesemedim; kısaltamadım. Onun için bu bölümü ikiye ayırmak zorunda kaldım.
Ertesi gün yine bir araya geldiklerinde, Nicolo Zeno başından geçenleri anlatmaya başladı.
Önce, onu bu yolculuğa iten nedenleri belirtti.
«Artık Akdeniz’de, hele doğusunda hem ticaret hem deniz taşımacılığı pek zorlaştı. Eskiden tek rakibimiz Cenevizliler idi. Sicilyalılar gibileri de vardır ama pek önemli sayılmaz. Ancak, son zamanlarda işin içine bir de Müslümanlar girdi. Akdeniz’in doğusuna sokulmamızı engelliyorlardı. Aslında saldırmıyor ama yolumuzu kesip, geçişimize engel oluyorlardı. “Buraları bizim bölgemiz. Siz batıda iş tutun.” demeye getiriyorlardı.
Doğudan getirilen malı Müslümanlardan satın alırsan sorun yok ama o zaman çok pahalı oluyor.
Ne yaparsın? İstersen “İlle de geçeceğim.” diye diren. İşte o zaman palayı yersin. Şakaları yok.
Bir tek Akdeniz’in batısına kaldık. Belki iyi de oldu. Çünkü hiç olmazsa ikide bir daha çok doğuyu haraca kesen korsanların eline düşmekten kurtulduk.
Batı Akdeniz’de de Cenevizliler işin cılkını çıkardı. Ticarete kaba güç, şiddet karıştırdılar. Sürtüşmeye başladılar. Yetmezmiş gibi, üstümüze üstümüze geldiler. Birtakım politik gerekçeler ileri sürdüler ama hepsi bahane. Asıl amaçları denize çıkmamızı, ticaretimizi engellemek. Öyle yapsınlar ki, zaten yarılanmış olan Akdeniz sırf onlara kalsın. Bilsen, Carlo ne kadar çok boğuşuyor onları bizim körfezden itip uzaklaştırabilmek için.»
* * * * * *
Nicolo, «Ailenden hiç söz etmedin.» diye âdeta yakındı. «Oysa ne kadar meraklıydın anlatmaya. Hep atalar mı anlatılır? Çocuklar, torunlar?... Bir kızın olduğundan söz etmiştin daha Venedik’te iken.»
Henry yutkundu. Sanki bir şey düşünür gibi öylece durdu.
Nicolo, «Ne oldu? Yoksa yanlış bir şey mi söyledim? Seni üzdüm mü, bilmeden? Ailende bir sorun varsa, kusura bakma bilmediğim içindir.» deyince, Henry «Hiçbir sorun yok. Dünya tatlısı bir karım var. Ona ilk görüşte âşık olmuştum. Hâlâ deli divanesiyim.» diye yanıtladı. «Ancak biz ipin ucunu kaçırdık. Çocukların sayısı çok gibi oldu da, onun için durakladım.»
«Kaç tane?»
«Şimdilik dokuz. Biri de yolda.»
«Şimdilik mi?... Vay!... Ordu kuruyorsun, desene.»
«Çoğu kız ama... İlk doğan Elizabeth’i kocaya verdik bile.»
«Olsun... Onlar da can. Senin kanın. Tanrı sağlıklı kılsın. Bak, ben sana bir şey söyleyeyim. Çok erkek yaramaz. Tanrı sana uzun ömür versin ama ne de olsa bu dünya ölümlüdür. Çok erkek çocuğun olursa, bir de malın mülkün varsa, aralarında nasıl pay edeceğini bilemezsin. Büyük İskender’in yaptığı gibi “Kim güçlü ise hepsi onun olsun.” da diyemezsin. Gözün arkada kalır. Kaçı erkek çocukların?
«Şimdilik üç.»
«Yahu ne demek şimdilik? O kadar yeter. Bana karışmak düşmez, elbette bu ailenin kendi iç işidir ama bence artık dur. Dilerim yoldaki de kız olur.»
«Ya sen?... Senin kaç çocuğun var?»
«Ben evlenmedim.»
«Neden? Yoksa Tapınak Şövalyesi olduğun için mi?»
Nicolo şaşırdı. «Bunu da nereden çıkardın?» dedi. «Gerçi sizin buralarda, bir de Portekiz’de falan Tapınak Şövalyelerinin hâlâ varlığı sürüyor, onu biliyorum ama bizim çevrede hepsinin tozunu atmışlar. Üstelik bu ben doğmadan önceymiş.»
«Peki ama ben oradayken bile sana “şövalye” diyorlardı. Bir denizciden başka ne tür şövalye olur ki?»
«Ha, anladım! Sen kafanı ona taktın. Zaten senin de burada Tapınak Şövalyeleri ile bağlantın olduğu için böyle bir senaryo kurdun. O işin aslı bambaşka. Köşesinden bucağından Tapınak Şövalyelerine şöyle bir bağlanır. Nasıl olsa sözünü edecektim. Şimdi sırası gelmişken anlatıvereyim.»
Henry, «Dur biraz!» diye sözünü kesti. «Önce sen bana şunu söyle: Benim Tapınak Şövalyeleri ile bağlantım olduğunu nasıl bildin? Bunu nereden öğrendin?»
«Sen anlatmıştın ya Venedik’te iken. Hem doğrudan tarikata katılmayacağını ama bağlantının süreceğini, aile gereği bunun çok önemli ve zorunlu olduğunu da söylemiştin. Hatta ben de sana “Aman, sakın buralarda bundan söz etme. Yerin kulağı var. Başın derde girebilir.” demiştim. Unuttun mu? Elbette aradan çok zaman geçti. Birçok şeyin değiştiği gibi belki o durum da değişmiştir; bilemem.»
«Nicolo, sende de ne bellek varmış ama, hayret!... Bak ben bunu hiç anımsamıyorum. Demek o tarihte öyle bir boşboğazlık etmişim. Gençlik işte. Kim bilir, çok içmiştim belki de.»
«Şimdi öyle bir bağlantı var mı, yok mu?»
«Niçin soruyorsun ki?... Gerçi senden saklayacak değilim. Evet!... Ben bir Sinclair olduğum için ve birtakım nedenlerden ötürü İskoçya’daki Tapınak Şövalyeleri ile sıkı ilişkilerim var. Fakat ben bundan ulu orta söz etmem. Çünkü bu konuyu gizli tutmakta yarar vardır.»
«Ben de unuttum gitti.» dedi Nicolo. «Sır saklamayı bilirim. Bizim aile büyüklerinden biri, büyük babamızın kardeşi... Ona ne denir, büyük amca mı?»
Henry «Evet!» diye onaylayınca, sözüne devam etti. «İşte o bir Tapınak Şövalyesi imiş. 1310 yılında Floransa’da yakalanıp idam edilmiş. O çevre bize göre biraz daha tutucudur. Tapınak Şövalyelerinin hepsini sapkınlıkla suçlamışlar, biliyorsun.»
Henry, «Doğru!... O sıradaki Fransa kralının dümeni.» dedi. «Hatta papalığı da Fransa’ya taşıtmış.»
«Bereket o iş düzeldi.» dedi Nicolo. «Ben ayrılmadan önce Papalık yine Roma’ya taşınmıştı.»
«Bak bunu bilmiyordum. Sizin hesabınıza sevindim. Roma ne de olsa komşu sayılır. Neyse, sen devam et.»
«Bir gün, sanırım seninle Venedik’te tanışmamızdan iki yıl kadar falan önceydi; bunu da nasıl hesaplıyorum, sen bizim oradayken bana “şövalye” dediklerini bildiğin için... İşte elime o büyük amcadan kalma birtakım belgeler geçti. Bunların nasıl olup da benim elime geçebildiğine boş ver. Uzun hikaye. Bizim ailenin bitmez tükenmez sorunlarından biri. Anlatıp da boşuna canını sıkmaya değmez.
Belgelerin çoğu hiçbir işe yaramazdı ya da ne bileyim, bana öyle geldi. Elde tutmak bile tehlikeli olabilirdi. Neme gerek! Birisi görür, bir başkasına söyler. Sonra da başın derde girer. İşin aslını anlat anlatabilirsen. Çünkü biliyorum ki, köklerinin kurutulmasının üzerinden çok yıl geçmiş olsa da, Engizisyon hâlâ peşlerini bırakmamış. Yaktım gitti ama sadece yazı değil, haritalar da vardı. Onları tuttum.
Kaptan arkadaşlardan kimisiyle inceledik. Durup dururken biri bunları nereden bulduğumu sorunca, boş bulunup ağzımdan Tapınak Şövalyelerinden kalma olduğunu kaçırıverdim. Keşke dilim tutulaydı. İçlerinden biri bana şakadan, “Yani sen şimdi Tapınak Şövalyesi mi oldun?” demez mi! Salaklığa bak! Yahu öyle olsa bunları ortaya çıkarır mıyım?
Hepsinden çok rica ettim; hatta o kadarla kalmayıp, yemin bile ettirdim, bu haritalardan kimseye söz etmesinler diye. Fakat o günden sonra bana “şövalye” demeye başlamazlar mı? Hem öyle az buz değil. Şövalye Zeno aşağı, Şövalye Zeno yukarı. Bu başkalarının da diline düşmez mi? Carlo’ya “aslan” dendiği gibi “şövalye” de benim takma adım olup çıktı.
Fakat baktım ki hoşuma gidiyor. Sakıncası da yok. Eğer bir takma adın olacaksa varsın şövalye olsun. Ses çıkarmadım.»
Nicolo bir an için durdu. Sonra, «Bak şimdi aklıma başka bir şey daha geldi.» diyerek sözüne devam edecek gibi oldu ama yine durdu. «Yok, ondan söz etmek doğru olmaz sanırım.»
«Neden söz etmek doğru olmaz? Bir kere başladın madem, her ne diyeceksen sonrasını da getir.»
«Tapınak Şövalyelerinden söz edilmesinden hoşlanmadığına göre, onlarla ilgili bir diğer konu hakkında daha fazla konuşup, canını sıkmak istemem.»
«Ben sana öyle bir şey mi dedim?... Zaten o konuyu açan da bendim. Sadece benim onlarla olan bağlantımı sıradan herkesin bilmemesi gerektiğini söyledim, o kadar. Fakat sen sıradan biri değilsin. Benim için çok önemlisin. Sen ki bana sırlarını açtın; benim de senden saklayacağım hiçbir şey olamaz.»
«Teşekkür ederim ama ben sana bir sır mı açtım?»
«Haritalar... Onlar sır sayılmaz mı?»
«Bir bakıma haklısın. Şimdi bunları götürüp de Venedik’te ayan beyan ortaya sersen, başına dert açarsın. Çünkü senin gibi orada da hiç kimse okyanusun ötesinde kara olduğunu kabul etmez. Ya deli yerine konursun ya da sapkınlıkla suçlanırsın. Çünkü bu dinimize aykırı düşer.»
«Dinimize mi aykırı düşer, yoksa din adamlarının bize zorla kabul ettirmeye çalıştığı şeylere mi?»
«İkisi arasında fark mı var?»
«Yapma Nicolo.» dedi Henry. «Ne demek istediğimi bal gibi anladın. Dalga geçiyorsun.»
«Elbette dalga geçiyorum.» dedi Nicolo. «Sen burada çok rahatsın. Bir de orada bize sor. Papazların dediği tek doğrudur. Onların dediğine aykırı düşen her şey yanlıştır. O kadarla kalsa iyi. Böyle şeyler söyleyenlerin hemen gidip günah çıkarması gerekir. Çünkü Tanrı’ya karşı gelmiş sayılırlar.»
«Bağnazlığın dik âlâsı sayılmaz mı bu?»
«Aynen öyle. O açıdan baktığımızda, ben sana bir sır vermiş oldum. Fakat onu sana armağan ettiğim için artık o senin sırrın sayılır, benim değil. Onu iyi koru.»
«Peki. Öyle diyelim, öyle olsun! Şimdi sen söyle bakalım, ne diyecektin?»
«Ne hakkında?»
«Tapınak Şövalyeleri hakkında bir şey daha diyecektin ya.»
«Ha, evet!... Derler ki, onların bir hazinesi varmış. Üstelik dünyaya bedelmiş.»
«Şu mesele!»
«Demek biliyorsun!»
«Bunu bilmeyecek ne var? Dünya âlem duydu. Her yerde herkesin dilinde hâlâ dolaşıp duruyor.»
«Üstelik bir de derler ki, o hazine İskoçya’da imiş. Pietro bilmem kim onu buraya getirmiş. Bunu da duydun mu?»
«Hiç duymaz mıyım? Fakat Pietro değil, Pierre.»
«Bizim oralarda Pietro diyorlar.»
«Adamın adını İtalyancalaştırmışlar da ondan her halde... Fakat bu dediğin bundan neredeyse yüz yıl önce.»
«Peki, sence doğru mu?... Böyle bir şey var mı?»
Henry buna yanıt vermedi. Sadece eliyle, «Geç!... O konuyu daha sonra konuşuruz.» gibi bir işaret yaptı.
Nicolo, Henry’nin bu konuda konuşmak istemediğini anladı. Lafı geçiştirmesinden başka anlamlar çıkardı. Şöyle düşündü:
«Tapınakçıların hazinesi hakkında anlatılanlarda doğruluk payı olsa gerek. Üstelik, İskoçya’ya kaçırılmış olduğu da doğru gibi. Dahası, bu konuyla Sinclair ailesinin de bir ilgisi olduğu anlaşılıyor. Henry bunu çok iyi biliyor. Hatta belki işin içinde. Belki de bu nedenle bağlantının bilinmesinden kaçınıyor.»
Bunlar Nicolo’yu pek ilgilendirmezdi. Üzerine gitmedi.