Sayin Uyeler,
Insan İcgudusu Kitabinin bir Kardesim tarafindan kisaltilmis 24 sayfalik ozeti asagidadir.
Saygilarimla
Insan İcgudusu
Robert WINSTON
GİRİŞ
EN MERAKLI HAYVANElmas ender bulunur, güzeldir ve sanki bu dünyaya ait değilmiş gibidir. Elması kıymetli yapan neyse zekâyı kıymetli yapan da odur.
İnsan bilinci genellikle biyolojik varlığımızın sınırlarını aşabilecek saf ve her şeyi bilen bir akıl olarak resmedilir. Stanley Kubrick ve Arthur C. Clarke’ın 2001: Bir Uzay Macerası adlı filmlerinde insanlığın geleceği hayalet gibi uçan bir baloncuk içinde oturmuş dünyaya ve üzerinde yaşayan insanlara yukarıdan bakan bir tür uzay çocuğu imgesi aracılığıyla betimlenir. Ama biz bedenlerinden kurtulmuş havada serbestçe uçuşan ruhlar değiliz. Zihnimizin kökleri ta evrimsel geçmişimizin derinliklerine uzanıyor. Aklımız içgüdüler, önyargılar, hem bencillik hem de sevecenlikle dolu arzu katmanlarıyla sarılıp sarmalanmıştır ve temelinde hayatta kalma ve üreme istekleri yatmaktadır.
Düşünen insanların çoğu bugün evrim teorisini tamamen kabul etmektedir. Belki de yaratılışçılar dışında pek az kişi insanın kuyruksuz maymunların soyundan geldiği ve bu maymunların da daha ilkel memelilerden evrildiği fikrini reddetmektedir.
Bu kitap aslında hepimizin merakını uyandıran içgüdüleri ele almaktadır. Örneğin, dehşetli bir havada 6000 metre yüksekteki bir buz yarığının içinde bacağı kırık aç susuz ve yalnız kalan dağcı Joe Simpson gibi bir adamın, acısını unutup uyuma itkisini yenerek yarı bilinçli bir halde üç gün boyunca sürüne sürüne üs kampa geri dönmesini saylayan şey nedir? Bazı kişileri yeşil ışık yandığı zaman otomobili en hızlı şekilde kaldırmak için gaz pedalına sonuna dek basmaya iten şey nedir? Her şeye gücü yeten bir varlık fikri akıl dışı olmasına karşın bu kadar çok sayıda insan nasıl oluyor da dinsel görüşlere sahip olabiliyor ve Tanrıya inanabiliyor?
Beş milyon yıl önce hominid atalarımız şanslarını savanada denemek üzere, seyrekleşmeye başlayan ormanlardaki ağaçlardan yere indiler. Buz Çağı onları yeni bir çevreye uyum sağlamaya zorluyordu.
Savanadaki bu yaşama beyni bir şempanzeninkiyle aynı büyüklükte olan Australopithecus olarak başladık. Bu beynin büyüklüğü sonraki üç milyon yıl içinde üç katına çıktı.
Alet yapmayı ve kullanmayı öğrendik. Ateşi ve kullanım alanlarını keşfettik. Birbirimizle konuşmaya başladık. Konuşma toplumsal yaşamı mümkün hale getirdi.
İcgüdü ve Genler
Okuduğunuz kitabın konusu işte bu genetik yüktür. Ama önce izninizle içgüdü sözcüğüyle ne demek istediğimi anlatayım.
İçgüdü aslında davranışlarımızın öğrenmediğimiz kısmıdır diyebiliriz. İçgüdü; eylem, arzu, akıl ve davranışların geçmişten miras olarak devralınan öğeleridir ve kesinlikle insansal olan içgüdüler savanada geçirdiğimiz zaman zarfında bilenen içgüdülerdir. Bugün miras olarak aldığımız nitelikler hakkında Darwin’in bildiğinden çok daha fazla şey biliyoruz; bu niteliklerin genler aracılığıyla aktarıldığını biliyoruz.
İnsan genomunun dizilemesinin tamamlanması insan bilimleri tarihinde bir dönüm noktasıdır. Genetik alanının önde gelen kişilikleri ilk kez 1985 yılında Santa Cruz’da fikri tartışmak üzere buluştular ve fikrin gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı sonucuna vardılar. Ama 1988’de Amerikan hükümeti projeyi resmen onayladı. DNA dizileme ve bilgisayar teknolojilerinde hızlı ilerlemeler kaydedilmesiyle birlikte bu düşünceler süratle değişti ve İnsan Genomu Projesi 2001 yılında tamamlandı. Araştırma ekibi tarafından DNA çift sarmalının basamaklarını simgeleyen üç milyar harften (A, T, G ve C harflerinden) oluşan bir liste yayımlandı.
Kişiden kişiye kabaca her bin harften sadece biri değişmektedir. Bu binde birlik farklılık insanın fizyolojisini, hormon dengesini, kanser geliştirme ya da mavi gözlü olma eğilimini belirlemektedir.
Beynin gelişimini belirleyen büyük ölçüde bu genetik şifredir. Beynin fiziksel yapısının incelenmesi bize çok fazla fikir vermez ve biz bugün beyinle ilgili tıbbi tedavilerin büyük kısmını üstünkörü uygulamaktayız.
İnsanlık yirminci yüzyılda etkileyici bilimsel başarılar elde etti. Bunlardan ilki Einstein’ın Newton fiziğine cesurca meydan okuyan özel ve genel görelilik teorileriydi.
İnsan davranışı (içgüdüsel, fizyolojik, mantıksal, duygusal vs.) pek çok etmenin ürünüdür. Bu nedenle tahmin edilmesi olanaksızdır ve açıklanması olağanüstü derecede karmaşık bir süreçtir.
Yaklaşık son elli yıl içinde doğal seçilimin nasıl işlediği hakkında pek çok ayrıntıyı öğrendik. Doğal seçilimin mantığına ilişkin oldukça iyi açıklamalar bulundu. Bu kavramın merkezinde bencil gen fikri bulunmaktadır. Bencil gen sadece kaynak ve eş bulmak için verdiğimiz mücadeleyi etkilemekle kalmamakta, seks ve aile yaşamlarımızın evrildiği koşulları da belirlemektedir.
Doğal Seçilim ve Adaptasyon
Biyolojik adaptasyonların zarafeti, simetrisi ve verimliliği doğanın her yanında görülebilir. Ama evrim kusursuz değildir. Doğal seçilimin her soruna en iyi, en ucuz ve en zarif çözümü bulduğunu sanma tuzağına düşmemeliyiz. Pek çok adaptasyon yetenekli ve hünerli bir biyoloji mühendisinin eseriymiş gibi görünür, ama baştan savılmış, iyi düşünülmeden yapılmış ya da başarısızlıkla sonuçlanmış hissini uyandıran örnekler de vardır. Gözlerimiz bunun benzersiz örneklerinden biridir. Benzersiz nitelikte görüş ve renk tanımlama niteliklerine sahiptirler. Çok iyi çalışır durumda oldukları zaman kendi kendilerine hızlı şekilde odaklama ve doğru şekilde pozlama yaparlar. Ama pek çoğumuz miyobuz ve katarakt çok yaygın bir rahatsızlık. Ve gözün önemli bir tasarım kusuru var: Işığa duyarlı retina sinir ve kan damarlarından oluşan bir tabakanın arkasında bulunuyor ve bu besleme boruları retinaya ulaşan ışık miktarını kısıtlıyor.
Evrim kusursuz değildir, çünkü daima değişim içerir.
Bugün sıfırdan bir insan kulağı tasarlayacak olsak, modası geçmiş bir şeyin değişik bir çeşidini üretmememiz daha iyi olur. Ama şunu da vurgulamak isterim ki, insan beyninin bazı görevleri yerine getirmek üzere birtakım adaptasyonlar geçirmiş görünmesi bizim gördüğümüz şeylerin gerçek adaptasyonlar olduğu anlamına gelmez.
İnsan aklı hem daha karmaşık hem daha esnektir. Genlerimizin kölesi değiliz, ama onlardan çok fazla etkileniyoruz. Adaptasyonları başka her şeyden ayırmak son derece güçtür. Savananın işaretlerini insan etkinliğinin kaotik cereyanından süzüp ayırmaya çalışmak zorundayız. Bazı insan davranışlarının tüm kültürlerde bulunması bunların genetik yapımızın ürünü olduğu anlamına gelmez. Daniel Dennett’in işaret ettiği gibi, mızrak kullanan tüm toplumlarda mızrak sivri ucu ileri doğru tutularak atılır, ama bu olgu insan genomunda “sivri ucu ileri doğru tut” geni bulunduğu anlamına gelmez.
Dış dünyayla başa çıkmamızı sağlayan bilişsel mekanizmalarımız (yüz tanıma, dil öğrenme ve duygusal gelişim) kendiliğinden ortaya çıkmamaktadır. Belli bir noktadan sonra, bu mekanizmaları çalıştırmak için vakit çok geç olabilir.
Tıpkı bir çocuğun yetişme süreci gibi evrim süreci de kültürün gelişimiyle iç içe geçmiştir ve kültür evrimin bizi bugünkü halimize sokmasından çok daha önce başlamıştır.
Bize en büyük baskıyı evrimsel geçmişimiz yapar. Ama insan davranışının genetik öğesi kültür ortamından daima etkilenir. Bir senaryo yazarı filmden ne kadar sorumluysa genler de insan aklından o kadar sorumludur. Senaryo filmin temelini oluşturur, ama filmin görünüşü ve üslubu yönetmen, tasarımcı, editör vs. tarafından belirlenir.
Diyaloglardan bazıları film setinde doğaçlama üretilir, bazen yazar işten atılır ve senaryo yeniden yazılır. Ve benim en sevdiğim oyun yazarı Pirandello Luigi’nin gözlemiş olduğu gibi, filmi izleyen herkes farklı bir yorum getirebilir.
BÖLÜM 1
HAYATTA KALMANIN KÖKENLERİSoğuk, karanlık, yağmurlu ve sisli bir akşam vakti yürüyerek evinize dönüyorsunuz. Omzunuzun üstünden geriye doğru bir göz atınca loş sokak lambasının ışığında size doğru yaklaşan bir adam görüyorsunuz. Sizden daha hızlı yürüyor ve yürürken sürekli size bakıyor. Etrafta siz ve o yabancıdan başka kimse yok. Ev birden çok uzak görünüyor. Bir anda korkuya kapılıyorsunuz. Kalbiniz deli gibi çarpmaya başlıyor, ağzınız kupkuru oluyor ve içinizde eve doğru koşup kendinizi güvence altına almak için büyük bir itki duyuyorsunuz.
Bu denli korkmanızın nedeni çok basit. Vücudunuzun içinde kıyamet kopuyor. Biyolojik sirenler ve alarmlar çalıyor. Saldırıya uğrama olasılığını ışık hızıyla algılayan beyniniz ve otonom sinir sisteminiz (bağırsak, kalp, damarlar ve akciğerleri kontrol eden otomatik mekanizma) son hızla çalışmaya başlıyor ve vücudunuza devasa miktarda adrenalin salgılatıyor.
Adrenalin kalbinizin daha hızlı atmasını sağlıyor, normal atım sayısını iki ya da üç katına çıkarıyor. Aynı zamanda çok daha hızlı soluk alıp vermeye başlıyorsunuz ve kan vücudunuzda daha hızlı dolaşmaya başlıyor. Vücudunuzdaki tüm enerjinin sizi yaklaşan tehditten kurtarmak için kullanılması gerekirken o an mide ve bağırsaklarınızın öğleyin yediğiniz yemeği sindirmekle harıl harıl uğraşmasının pek bir anlamı yok.
Adrenalin ve kortizol hızla kanınıza karışmaya devam ederken, gözbebekleriniz küçülerek karanlıkta daha iyi görmenizi ve çevrenizdeki hareketleri daha iyi fark etmenizi sağlıyor. Alacağınız yaraların kaçış süreci üzerine toplanan dikkatinizi dağıtmaması için bir tür ağrı kesici etki yaratılıyor. Kasların aniden yoğun şekilde çalışmasına yardımcı olmak için vücudunuzdaki acil durum glikoz rezervleri devreye sokuluyor. Bağışıklık sisteminiz bile ciddi bir yaralanma olasılığına karşı harekete geçiyor. Birkaç saniye içinde vücudunuz sizi kaçma ya da savaşmaya fiziksel ve psikolojik bakımdan olağanüstü ölçüde hazır hale getiriyor. Siz de tehdide karşı bu iki eylemden en uygun olanını seçiyorsunuz.
Bir mülakat öncesinde heyecana kapılmamızı, bir konuşma yapmamıza birkaç dakika kala ağzımızın ve boğazımızın kurumasını, geceleyin beklenmedik bir gürültü duyunca kalp atışlarımızın hızlanmasını ve yerimizden fırlamamızı çoğu zaman vücudumuzun verdiği aşırı tepkiler olarak görürüz. Peki, bu fiziksel ve psikolojik tepkiler nereden gelmektedir? Bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığımızda daha hızlı soluk alıp vermeyi çocukken öğrenmediğimiz gibi kalp atışlarımızı bilinçli olarak bu denli hızlandırmamız ya da vücudumuzu adrenalin üretmeye zorlamamamız da mümkün değildir. Aslında başımıza gelen şey en eski insan atalarımızla bağlantıya geçmekten ibarettir.
Cam kavanozu içinde dolaşan turuncu balığınızı korkutmayı deneyin. Eğer suya bir ağ ya da tehdit edici bir başka nesne sokarsanız hemen sizinkine benzer bir tepki verdiğini göreceksiniz. Yüzgeçlerini dikleştirip, solungaçlarını ve ağzını hızlı hızlı açıp kapayarak hemen oradan kaçmaya hazırlanacaktır. Bu korku tepkisine neden olan şey balığa eski çağlardan miras kalan aynı hormondur; adrenalin.
Atalarımız ilk insanlar kendilerini yırtıcılardan ve tehlikelerden koruyacak olağanüstü derecede başarılı yöntemler geliştirmiş olmalıdır. Evrim süreci içerisinde ortaya çıkmış fizyolojik ve psikolojik tepkilerden ibaret olan bu yöntemler atalarımızın hayatta kalması bakımından öylesine önemli olmuşlardır ki, bugün hâlâ bizim tarafımızdan kullanılmaktadır.
İçgüdünün Yeri
Tüm içgüdülerimizin kontrol merkezi beyin ve omuriliktir.
Limbik beyni içgüdülerimizin hepsini değilse de pek çoğunu üreten bir alan olarak düşünmek büyük ölçüde doğrudur.
Bugün beyindeki duygu ve düşüncelerin resmini çekebiliyoruz. Beyni birkaç kez tarayarak ve sonuçları bilgisayarda analiz ederek ayrıntılı bir üçboyutlu resim elde edebiliyoruz.
Amigdala
Amigdala daha çok nörolojik bir kavşak, sinir yollarından oluşan ağın merkezi, tehlike anında süratle eyleme geçmeye hazır özel bir “acil müdahale birimi” gibidir. Amigdalanın nasıl çalıştığını kısaca anlatalım. Ormanda yürürken yolun üzerinde ince uzun, pürüzsüz ve kıvrımlı bir nesne görüyorsunuz.
Siz “Yılan!” bile diyemeden amigdalanız korku tepkisini tetikliyor ve içinizde biyokimyasal bir çağlayan akmaya başlayarak vücudunuzu muhtemel tehdide hazırlıyor. Amigdala yılanları tehdit olarak görür, bu yüzden vücudunu fiziksel kaynaklarının (savaşmak ya da kaçmak amacıyla) kullanıma hazır olmasını sağlar.
Beyinlerimiz, düşünmeden önce hissetmek, hatta aslında ışık hızıyla hissetmek için yapılandığından dolayı amigdalamız çoğu zaman hata yapar. Yoldaki o nesne gerçekten bir yılan olmayabilir. Belki ortada hiç de bu kadar büyük bir alarm verilmesini gerektirecek bir durum yoktur. Sonunda serebral korteks amigdalaya yetişir ve üstün veri işleme gücünü mevcut sorunu çözmek için kullanır. Yoldaki nesne hareket etmemektedir, kuyruğu ya da başı yoktur ve üstünde normalde yılan derisi üzerinde bulunan izlerden bulunmamaktadır. Aslında bu nesne sadece bir dal parçasıdır. Bilinçli düşünme araya girerek kaslarımızın gevşemesini, kalp atışlarımızın yavaşlamasını ve vücudumuza pompalanan adrenalin miktarının azalmasını sağlar.
Ama ara sıra hata yapıyor diye amigdalaya kızmamak gerekir. Duygunun düşüncenin ilerleyeceği yolu açmasının çok iyi bir nedeni vardır: Eğer açmamış olsa hepimizi mutlaka yılan sokardı.
Korkunun Evrimsel Kökenleri
Korku atalarımıza çok açık bir avantaj sağlıyordu: Savunma mekanizmalarını çalıştırıyor, kol ve bacaklarını eyleme geçmek üzere hazırlıyor ve hayatta kalmak için inanılmaz şeyleri başarmalarına olanak veriyordu.
İnsanlar ormanda yürürken bir yılan hatta bir dal parçası görür görmez donup kalsın diye mi her bebek yılanların korkulması gereken yaratıklar olduğu bilgisini içeren bir tür genetik bellekle doğar?
Charles Darwin bunun böyle olduğuna kesinlikle inanıyordu. Bir çocuğun karanlıktan korkması normal olmakla beraber, korku genellikle yetişkinlik dönemine dek ortadan kalkıyordu.
Fobilerin öğrenilmesi genlerimizin derinliklerine konmuş ve kesin olarak belirlenmiş sınırlar içerisinde mümkün olmaktadır; bu da aklın her şekle sokulabileceğini ve öğrenmenin sıfırdan başlayarak gerçekleşebileceğini ileri süren “tabula rasa” yani boş tahta teorisini geçersiz kılmaktadır.
Ender görülenleri bir kenara bırakırsak, geri kalan insan fobilerinin büyük çoğunluğu dört belirgin kategoriye ayrılabilir ve bu kategorilerin dördü de savanada yaşamış olan atalarımız açısından anlamlıdır: Birinci kategori yılan, örümcek ve diğer böceklerden korkmak; ikincisi, yükseklik ya da karanlık gibi doğal ortamlardan korkmak; üçüncüsü kan ya da yaralanmadan korkmak; nihayet dördüncüsü de, dar bir yerde sıkışıp kalmak gibi tehlikeli durumlardan korkmaktır. Bu tür tehditlerden korkmak ilk insanların daha uzun süre hayatta kalmalarını sağlayacak bir mekanizmaydı: Bu tehlikeleri sezme ve onlardan kaçma yeteneğine sahip olan bireylerin yaşama, üreme ve bu korkuları gelecek kuşaklara aktarma olasılığı artıyordu. Zaman değiştikçe yeni korkular edindik, ama beyinlerimizin eskiden nasıl programlanmış olduğunu bugün hâlâ açıkça görebiliyoruz.
Ve Pavlov’un deneylerinin çağdaş versiyonlarından elde edilen sonuçlar korku programının genlerimizin tam olarak neresinde bulunduğunun belirlenmesine yardım etmektedir.
İlk insanların dört ayak üstünde yürümeyi bırakıp iki ayak üstünde yürümeye başlamasının sebebi neydi? Bazı kişiler atalarımızın bodur ağaçların üst dallarındaki en olgun meyvelere uzanmak için şempanzelerinkine benzeyen ama onlarınkinden daha ileri bir duruş biçimi geliştirmiş olabileceklerini ileri sürmektedirler. Başkalarıysa iki ayak üstünde yürümenin günlük yaşamda hayatta kalma şansını artıracak çok büyük avantajlar sağladığına inanmaktadır: Çok daha uzun mesafeler kat edebiliyorduk; dik durarak daha serin kalıyorduk, çünkü güneşten çok daha az ısı alıyorduk. Avcılık ve toplayıcılık faaliyetlerini daha geniş arazilerde yapabiliyor ve daha kazançlı çıkıyorduk. Atalarımızı iki ayak üstünde durmaya iten olaylar tam olarak hangileri olursa olsun, dik duruşun türümüzün hayatta kalması ve başarılı olmasının anahtarı olduğunu biliyoruz.
İki ayak üstünde yürüme yeteneği hominidlere çok büyük önem taşıyan bir başka özellik daha kazandırdı. Bu belki de dört ayak üstünde yürümekten vazgeçmelerinin sebeplerinden biriydi: Dik durmak ellerin serbest kalması demekti.
Alet yapmak ilk insanın gelişiminde kritik bir aşamaydı. Bu yetenek büyük bir beyne sahip olmanın sonucuydu, ama çok büyük olasılıkla aynı zamanda beynin daha da fazla gelişmesine yol açan bir uyaran rolü oynamıştı. Alet yapmak (ve daha sonraki aşamalarda dilin gelişmesi sonucu konuşmak) insan içgüdüsünün bir parçasıdır; buna kesin gözüyle bakabiliriz. Homo soyunun ilk üyesi ve neredeyse kesinkes Australopithecus aferensis’in bir torunu olan Homo habilis Afrika’nın doğusu ve güneyinde onun yaşam tarzı hakkında fikir sahibi olmamızı sağlayan harika ipuçları bırakmıştır. Homo habilis’e becerikli adam diye bir takma ad uydurabiliriz, ala yaptığı aletler o kadar da karmaşık değildi.
Homo habilis’ten sonra Homo erectus (ve kardeş türü Homo ergaster) geldi, 1,9 milyon yıl önce tüm Afrika’ya, oradan Asya ve Avrupa’ya yayıldı ve yaklaşık 400.000 yıl önce Homo sapiens’in ilk formlarının doğuşuna dek varlığını sürdürdü.
Homo erectus’un en çok rağbet gören aleti klasik el baltasıydı. Çok şaşırtıcıdır; atalarımız el baltasına en kusursuz biçimini verdikten sonra, bu aletin tasarımı 1,8 milyon yıl boyunca hiç değişmemiştir.
En çağdaş arkeolog ve paleontologlar ilk insanın usta bir avcı olmadığına inanmaktadır. Gerçekçi olmak gerekirse, ilk insan su içen otobur hayvan sürülerine sessizce sokulan büyük kediler ve avcı köpekgillerle yarışabilecek kadar kuvvetli ve hızlı değildi. Fırlatmak için imal ettiğimiz taş parçaları, ne kadar ustaca yapılmış olurlarsa olsunlar, bir kılıç dişlinin gözünü kesinlikle korkutamazdı.
Beş altı milyon yıl önce meyve sebzelerin besinlerimizin büyük kısmını oluşturuyor olması mümkündür. Ancak, ortaya çıkarılan fosiller daha sonra etobur olduğumuza ilişkin ikna edici ipuçları içermektedir. Tabii bu fosiller hayvanları bizim öldürdüğümüzü kanıtlamamaktadır. Atalarımız bir aslan tarafından öldürülmüş ve yarısı yenmiş bir hayvana (örneğin bir geyik ya da ceylana) rastlayan ve taş aletlerle leşin başına üşüşüp kemiklerin üzerinde kalmış artık etleri sıyıran leş yiyiciler de olabilir. Nereden buluyor olurlarsa olsunlar, atalarımızın et yediğini neredeyse kesin olarak biliyoruz.
Tıpkı bitkilerin hayvanlara yem olmaktan korunmak için zehirler üretecek şekilde evrim geçirmiş olmaları gibi, biz de evrim yoluyla hayvanlardan sakınma yöntemleri geliştirdik. Kötü kokular ve tatlar çoğunlukla zararlı bileşiklerin varlığına işaret eder. Eğer elimizde olmadan zehirli bir şey yersek, ikinci savunma hattımız devreye girer: Öğürür, kusar, ishal oluruz.
Gebe kadınlar sadece düzenli olarak mide bulantısı çekmekle kalmaz, aynı zamanda belli yiyeceklerden de tiksinirler. 16 ülkede 79.000 gebelik üzerinde yapılan bir araştırmada, kadınların yüzde 66’sı gebeliklerinin erken aşamalarında bir miktar mide bulantısı yaşadıklarını bildirmişlerdir ve ne ilginçtir ki bu kadınların yaklaşık üçtü biri et, balık ve yumurta gibi hayvansal gıdalardan şiddetli şekilde tiksindiklerini belirtmişlerdir. İlk üç ay dolup fetüs kuvvetlendikten sonra yiyeceğin besin değeri yiyeceğin taşıdığı riske ağır basar ve bulantı, tiksinme gibi tepkiler ortadan kaybolur.
Amerikalı çocukların yüzde 96’sının Papa ya da ABD Başkanını değil de Ronald McDonald’ı tanımasının iyi bir nedeni vardır: İnsanlar yağ ve şekere bayılırlar. Et ve olgun meyveler temin edilmesi o kadar kolay olmayan yiyeceklerdi, bundan ötürü de atalarımızın canı bu yiyeceklerden ne kadar çok çekerse, bunları bulmak için o kadar çok çaba harcamak zorunda kalıyorlardı.
ABD’de 58 milyon yetişkin fazla kiloludur. Bu neredeyse tüm yetişkin nüfusunun yarısı eder. Ve Amerikalıların dörtte biri ise klinik anlamda obezdir. Buna rağmen diyet yapmak pek çok kişiye olanaksız görünmektedir.
Gerçek şudur ki, sadece kalori alımını azaltarak fazla kilolarınızdan kurtulamazsınız. Neden mi? Yine o çok eski atalarımıza bakalım. İnsan vücudu kıtlık zamanlarında hayatta kalmak için tasarlanmıştır. Savana yaşamının ayırt edici niteliği pek çok açıdan, özellikle de yiyecekler bakımından belirsizliklerle dolu olmasıdır. Vücut, açlık dönemlerinde kilosunu vahşice savunmak zorundadır; bu bugün insanların diyet yapma deneyimlerinde yansımasını bulan bir olgudur. Tükettiğiniz yiyecek miktarını azaltmaya başlarsanız, vücudunuz bunu çok eskiden savanada yaşanan açlık dönemlerinden birinin yine geldiği şeklinde yorumlar ve derhal metabolizmanızı yavaşlatır. Haftada 450 gram vermeniz bile bu tepkiyi tetikler. Başka deyişle, kilo almamak için ne kadar az yerseniz yiyin, o yediğinizden biraz daha fazla yemeye başlarsanız kilo alırsınız.
Et, beynin boyutlarının muazzam ölçüde büyümesini ve bugünkü ölçülerine ulaşmasını sağlayan pek çok gıda maddesi ve kalori içeriyordu.
Beynimiz vücut ağırlığımızın sadece yüzde ikisini oluşturmasına karşın, vücudumuzun kullandığı enerjinin beşte birini tüketmektedir. Enerji bakımından işletmesi oldukça pahalı bir organdır.
Bir buçuk milyon yıl önce ateşten yararlanmayı başardıktan sonra yemek pişirmeyi öğrendik ve bu da vücudumuzun et ve bazı bitkileri sindirmesini kolaylaştırdı. Demek ki, ete olan düşkünlüğümüz bağırsaklarımızın kısalmasına ve beynimizin büyümesine neden oldu ve bir devrimi tetikledi. Bu devrim, sonraki bölümde araştıracağımız fenomen olan akıllı hominidlerin yükselişiydi.