Kuşkusuz İslâm’ın doğuşu ve sonrası birçok kaynakta bu konunun uzmanı birçok yetkin kişi tarafından anlatılmıştır. Benim gibi bu konuyu pek az bilen bir kişinin onlara katabileceği bir şey olamaz.
Madem öyledir, o zaman ben niçin haddimi aşarak bu konuyu işlemeye kalkışıyorum?
Bunun pek basit bir gerekçesi var: Ben bir başka açıdan bakmaya niyetleniyorum, becerebilirsem. Amacım ise İslam’ın doğuşunu ve sonrasını Müslüman yazarların âdeta standartlaşmış diyebileceğim bir tarzda değil, kendi üslubumla elimden geldiğince anlattıktan sona, konunun uzantısını İberya’da Endülüs İslâm uygarlığına ve bunun Batı’nın üzerindeki etkisine bağlamak…
Bunun için de işi sonrasından değil de başından almayı öngördüm.
Forumun çeşitli başlıkları altında Orta Çağda Avrupa’yı çeşitli yönleriyle anlattım; kuşkusuz tüm yönleriyle değil. Toplumsal yapının en önemli öğelerinden biri olan din, Orta Çağda Avrupa söz konusu olunca elbette Hıristiyanlık, başlıca konu alanlarından birini oluşturuyordu. bu arada Yahudilerden de hayli söz ettiysem de, bu Hıristiyan Batı’nın onlara karşı takındığı olumsuz tavırdan kaynaklanıyordu.
Orta Çağda Batı işte o önceki başlıklar altında anlatmış olduğum gibiyken, 7. yüzyılın başlarında Orta Doğu’da yeni bir din doğuyordu. Bu yeni din, yüzyıllarca önce Musa’nın getirdiği gibi tektanrıcıydı ve Hıristiyanlık doğmadan önce İsa’nın yaptığı gibi insanları erdeme çağırmaktaydı.
Fakat bu yeni din, ne Musa’nın getirdiği gibi sadece bir ulusa özgüydü ne İsa’nın belirttiği gibi Tanrı’yı kişileştiriyordu.
Bu yeni dinde insanlar, Tanrı’nın halkı ya da çocukları değil, kulları sayılıyordu. İnsanlar onun düzenine ve buyruklarına göre yaşayacak, böylece hem bu hem öteki dünyada mutlu olacaklardı.
Müslümanlık, Musevîlik ile başlayan ve Hıristiyanlıkla süren tektanrıcı (monoteist) din anlayışının sonuncusu olarak nitelenebilir. Gerçi tektanrıcı dinler bu üçü ile sınırlı değildir. Hatta aynı çevrelerde ve aynı süre içinde doğmuş, Dinler Tarihi’ne geçmiş başka tektanrıcı inanışlar yok değildir. Ancak bu üç dinin bir özelliği, birbirini izleyen birbirini izlemeleri, bir sürecin bütününü oluşturmalarıdır. Nitekim Müslüman olabilmek için kimileri sadece Kuranıkerim’in tek kitap olarak benimsenmesini öngörüyorsa da bana bu yanlış gibi geliyor; bence bunun doğrusu, Âdem’den başlayan bütün peygamberlerin zincirine ve onlara gönderilen kitaplara inanmanın gerektiğidir.
(Bu araya bir not koymak istiyorum: Genelde “Kuranıkerim” demeyi yeğlerim ama sanırım bunu “Kuran” diye kısaltarak yazacak olursam pek yanlış bir iş yapmış olmam.)
İslâm dinine göre evrenin tümü ve insan Allah tarafından yaratılmıştır.
(Bir not daha: Ben genellikle “Tanrı” sözcüğünü kullanmayı yeğlerim. Ancak salt ya da özellikle İslâm’dan söz ederken bu bana sapa geliyor.)
Yaratılış konusu Tevrat’ta olduğu gibi Kuran’da da yer alır.
Kuran’a göre ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem doğru bir dine inanmıştır ve bu doğru din İslâm’dır. Diğer dinler bu dinin değiştirilmiş hatta yozlaştırılmış, aslından saptırılmış hatta özelleştirilmiş biçimleridir. Aslında Hz. Muhammed’in getirmiş olduğu din yepyeni bir din değildir. Hz. Muhammed, hepsi tek bir süreç içinde yer alan önceki peygamberlerin iletilerini, aynı dini yeniden ve doğru biçimiyle açıklamakla görevlendirilmiştir.
Dinler Tarihi’ne genel olarak bakarsak, birçok din ya da inanışın ortaya çıkışının birtakım metafizik ve mistik nedenlere bağlanarak açıklandığını görürüz. Ancak İslâm dini söz konusu olduğunda, bu genel açıklamanın geçerli olduğunu söyleyebilmek biraz zor; söylense de bunu kabullenip onaylayabilmek pek olanaklı değil. Çünkü bu işin içinde Arap Yarımadası’nın o tarihlerdeki toplumsal ve ekonomik yapısı büyük ölçüde ağırlığını duyumsattırıyor.
7. yüzyıl başlarındayız… Arap dünyası genelde iki kesime ayrılmış durumda. Bir yanda Mekke gibi önemli bir ticaret merkezinde yaşayan ve yerleşik bir düzeni olanlar, diğer yanda çölde deve sırtında göçebe olarak dolaşıp geçimlerini ya hayvancılık ya da soygunculukla sağlayanlar.
Araplar arasında putataparlık yaygındır. Musevî Araplar ve sonradan Hıristiyanlığı benimsemiş olanlar da vardır; bu nedenle tek tanrılı din düşüncesi Arap Yarımadası’nda yaşayanlara pek yabancı değildir ama çoğunluk putlarını terk edememiştir.
Göçebe kesim, putlarını oradan oraya taşımakta güçlük çeker. Bunun için de yeni tek tanrıcı din önceleri kendine, putlarına daha çok sahip çıkabilen hatta kendilerine özgü putları bile olan kentin zenginlerinden çok çölün yoksulları arasında yandaş bulur. Nitekim Hz. Muhammed de bu yüzden İslâmiyeti yaymak üzere Mekke’yi terk etmek zorunda kalmış, göçebe Arapları yeni din çerçevesinde örgütlemek üzere çöle taşınmıştır.
Arap Yarımadası’nın doğudan batıya uzanan ticaret yolu üzerinde bulunması, göçebe İslâm talan ve savaşçılarının hızla zenginleşip gelişmelerinin temelini oluşturmuştur. Mekke’nin güçlü kabilelerinden birinden gelme, soylu ama varlıklı sayılamayacak bir ailenin çocuğu olan Hz. Muhammed, diyalektik olarak bir toplumsal sıçramanın eşiğine gelmiş olan Arap dünyasının önderi olarak bu potansiyelin asıl taşıyıcısı olarak yoksullara dayanmış, sonra da Mekke’yi onların savaşçılığıyla dize getirmiştir. Kimliği pek bir özelliklidir. Küçük yaşta ana ve babasını yitirmiştir. Bu niteliği ileride İslâm dininde gerek yoksullara gerekse yetimlere özel bir yer ayrılmasının nedeni olacaktır. Sadece bir peygamber değildir; gerektiğinde toplumun önderi, gerektiğinde yasa koyucu, gerektiğinde ordu komutanıdır. Bu nitelikleriyle de diğer peygamberlerden çok farklıdır.
Dolayısıyla İslâm dini de daha doğuşundan diğer tektanrıcı dinlerden pek farklıdır. Arap dünyasına yönelik birtakım kural, yöntem ve düzenlemelerle donanmış olmasına karşın, salt Araplara özgü olarak kalmamış bir bütünleme, bireşim, bir sentezdir.
Böyle bir özet yapmak acaba ne denli doğru oldu?... Eleştiriye açık elbette; eksikleri giderilebilir, yanlışları düzeltilebilir.
İzleyecek bölümde niyetim önce “İslâm” sözcüğünün etimolojisine bir bakmak ve sonra da bu dinin temel ilkelerini gözden geçirmek.