Endülüs’te aile, karışık evlilikler nedeniyle iki farklı kısımdan oluşmaktaydı. Evin bir bölümünde Hıristiyan cariye eşler ile çocukları, diğer bölümünde ise Müslüman kadın ile çocukları otururdu. Çocuklar annelerine bağımlı oldukları için, onların dil, din ve düşüncesi doğrultusunda yetişirdi. Aile istediği kadar ataerkil olsun, çocukların üzerinde kadının etkisi çok daha belirgindi. Bu nedenle, Endülüs seçkin çevrelerinde, aile içinde birbirini anlayamamaktan, etki sorunundan ya da mal varlığından kaynaklanan anlaşmazlık ve çatışmalar yaşanırdı. Hıristiyan kadınlar, her ne kadar birer Müsta’reb olarak Araplığın ve Müslümanlığın gereği olan yaşam biçimine uyum gösteriyormuş gibi görünse de, aslında dinlerini ve ulusal kökenlerini unutmadı. Bu nedenle de, Endülüs toplumu ve devletinin siyasî ya da askerî sırlarını Hıristiyan devletlere sızdırdıkları da olurdu.
Endülüslü yönetici ve zenginlerin saray ve konaklarındaki bu durumu “harem düzeni” olarak adlandırmak olanaklıdır. Ancak bu gelenek yalnızca Endülüslü Müslümanlara özgü kalmamış, İberya krallarının konak ve saraylarına da yansımıştır.
Orta Çağda İberya Hıristiyan toplumunda üç tür evlilik görülürdü. Birincisi, Kilise’nin onayladığı, “Bendicion” adı verilen ve dinî törenle gerçekleşerek kutsal sayılan evlilikti. İkincisi, “Juras” diye anılan, Kilise’nin onaylamasa da engel olmadığı, tarafların anlaşmasıyla gerçekleşen basit evlilikti. Üçüncüsü ise “Barragania” adı verilen, Kilise’nin karşı çıktığı ve İslâm geleneğindeki cariye eş edinme geleneğinin benzeri olan, taraflar arasında resmi ya da dinsel bir bağın olmadığı türden bir evlilikti. Birinciyi bir yana bırakacak olursak, diğer ikisinin Hıristiyanlara İslâm geleneklerinden geçmiş olduğu açıkça bellidir. Nitekim Kastilya, Leon ve diğer Hıristiyan krallarının pek çoğunun haremlerinde birçok cariyesi vardı.
Evlilik konusunun bir diğer kanadında, bu kez Hıristiyan kralların Müslüman kadınlarla evlenişini görürüz. Örneğin, 1. Alfonso’nun oğlu Mauregato’nun annesi Müslüman asıllı bir kadındı ve Leon kralı olduğunda, aradaki akrabalık bağından ötürü Hıristiyan düşmanlarına karşı Müslümanlar ile uyuşma gitmişti. 6. Alfonso’nun da Zaide adlı bir Müslüman kadın ile evliliği söz konusudur. Öyle ki, buna ayrıca değinmekte yarar var.
Reconquista eyleminin sonucu olarak Hıristiyanların Müslümanlardan geriye aldıkları yerlerde öteden beri yaşamakta olan halk ile oralara sonradan yerleşenler arasında da evliliklerin olması olasılığı var. İslâm kültürüyle yüzyıllarca iç içe yaşamış olan halk, kuşkusuz sonradan gelen Hıristiyanlara da bu kültürü aşılamıştır. Başka türlüsü düşünülemez. Bu bağlamda ortaya kesin bir kanıt konamasa da bunun günümüze dek süregelmiş izleri var.
Sonuç olarak, Endülüs ailelerini İspanyol, Portekiz ve Fransız asıllı Hıristiyan kadınların yönettiğini söylemek pek de yanlış olmaz. Bunlardan kimilerinin İslâm dinini kabul etmiş olmaları da pek bir şey değiştirmez. Durum böyle olunca, Endülüs aile kurumu, aslında İslâmî eğitim ve geleneksel değerlerin yeni kuşaklara taşınması bakımından yetersiz bir konumda kalmış olabilir.
Buna karşılık konuya aile ötesinde, eğitim kurumları hele edebiyat açısından bakacak olursak farklı bir durumla karşılaşırız. Oraya geleceğiz, ancak hazır edebiyattan söz etmişken şu az önce değinmiş bulunduğum Zaide’nin öyküsünü özetleyeyim.
İşbiliye Emiri el Mu’temid’in kızı Zaide, 6. Alfonso ile evlenmişti. Kimine göre de Alfonso onu bir anlaşma bedeli olarak alıp, cariye edinmişti ama evlenmiş olduğu kabul edilir. Doğan oğullarına Sancho adı verilmişti.
Aslına bakarsanız olayın hepsi bu kadar ama sonradan İspanyollar bu olayı süsleyip püsleyip bir aşk öyküsüne dönüştürdü. Bu öykü de yüzyıllar boyunca gerçekmiş gibi anlatılageldi. Birçok ünlü İspanyol yazarı da bu öyküyü kendi yapıtlarında değişik versiyonlarıyla işledi.
İspanyolların “Zaida la Mora” ya da “Ceida” dedikleri Zaide’nin öyküsünde, aslında onun adından başka gerçek bir yan yoktur.
Bir Endülüs araştırmacısı olan Muhammed Abdullah İnan’a göre; Zaide aslında el-Mu’temid’in kızı değil geliniydi ve Alfonso’ya anlaşma bedeli olarak verilmiş de değildi. El-Mu’temid’in Kurtuba emiri olan oğlu el-Memun’un eşi Zaide ile çocukları, kale Murâbıtların eline geçince kaçmış, sonra durumun kötüleştiğini görünce el-Mu’temid’in de onayıyla Alfonso’ya sığınmışlardı. Kadınlara pek düşkün olan Alfonso da bu fırsatı değerlendirip, Zaide’yi kendine eş edinivermişti.
Zaide, Alfonso’nun eşi olunca dinini değiştirip Hıristiyanlığa geçti; adı da Isabella oldu. Buna karşın Memun’dan olma önceki çocuklarına ve onların destekçilerine yardım etmeyi sürdürdü. Daha önce oğlu olmayan Alfonso’dan da Sancho adı verilen bir erkek çocuk dünyaya getirdi; onu doğururken öldü. Sancho ise, 1108 yılında Murâbıtlar ile yapılan Uklîş Savaşı sırasında ölüverdi. Tek oğlunun ölümüne dayanamayan Alfonso da ertesi yıl kahrından öldü.
İspanyol edebiyatında çokça işlenen bir aşk öyküsüne dönüştürülmüş olan olayın aslı bu.
Hazır bundan söz etmişken aklıma gene İspanyol edebiyatında sıkça işlenen bir başka öykü geldi. O da “Leila & Manuel” adını taşır; isterseniz “Leyla ile Mecnun” deyin. Çünkü esinlenmeler göz göre göre ortada. Bu öykünün geçtiği yer de Endülüs’ün ortasında yer alan, şimdilerde 40 bin kadar nüfusu bulunan Antequera kasabası. Günümüzdeki adı El Corazon de Andalucía (Endülüs’ün Yüreği). Kasabanın turistik nitelikli bir yeri La Peña de los Enamorados (Aşıklar Kayası) olarak anılan bir tepe. Bu tepenin ünü, buradan aşağıya atlayarak canlarına kıyan iki sevgilinin hüzünlü aşk öyküsünden kaynaklanıyor.
Özetle şöyle bir öykü: “Mağribi emirin kızı Leila Manuel adlı bir Hıristiyan delikanlıya âşık olur. Durumu öğrenen emir, kızı ve delikanlıyı yakın izlemeye aldırır. Kızın babasının öfkesinden çekinen gençler el ele tutuşarak kendilerini kayadan aşağı atar.”
Çok sonra, 19. yüzyılda İngiliz ozan Robert Southey bu öyküyü dizeleştirerek ölümsüzleştirmiş. Açıkça bizim Leyla ile Mecnun öyküsü; başka bir şey değil.
Ancak bunu hiç de yadırgamamak gerekir. Dünya edebiyatında bunun gibi alıntı ve çalıntılar çoktur. Örneğin, çocukluğumuzda bize anlatılmış olan o La Fontaine’in ünlü masalları, büyük ölçüde doğrudan Beydeba’nın “Kelile ve Dinme” adlı yapıtından alınmadır.
Bakın aklıma bir şey daha geldi: Kelile ve Dimne’yie hiç okumuşluğunuz var mı? Eskiler okumuş olabilir ama gençlerin bu yapıtı duymuş olduğundan bile kuşkuluyum. Elimdeki kitabı tarayıcıdan geçirip bazı bölümlerini aktarsam mı acaba?