Dogma
Doğruluğu tartışmasız olarak kabul edilen, her türlü eleştirinin dışında ve üstünde tutulan, kesin ve değişmez sayılan her türlü ilke, görüş ya da düşünce bir dogmadır.
Günümüz Türkçesinde buna “inak” deniyor. Ben öz Türkçeden yana olmakla birlikte bu sözcüğü benimseyemedim. Zaten başkaları da öz Türkçedeki başka sözcükleri benimsemiyor. Kendi tutumuma bakınca onların göreli haklılığını onaylıyorum.
Ancak kimileri bu sözcüğü “doğma” tarzında yazıyor ve söylüyor. Üstelik kimileri bu sözcüğün etimolojisini irdelerken bunun “doğ” kökünden geldiğini belirtiyor ki, işte bu çok yanlış.
Genellikle dinlerin saltık ya da mutlak gerçek olarak ileri sürdüğü, hiçbir inceleme ya da araştırma yapmadan, akıl süzgecinden geçirmeden, başka olasılıkları göz ardı ederek sadece olduğunca inanılmasını istedikleri dinsel ilkeler birer dogmadır.
Dogma denince akla ilk gelen din ya da inançtır ama dogma sadece dine ya da inançlara özgü de değildir. Bilim bir bakıma dogmanın karşısındadır. Nitekim bilimin en büyük savaşımı dogmalarladır. Ancak bilimsel bulgu ve yargılar kesin, değişmez, tartışılamaz, eleştirilemez olarak nitelenirse, onlar da birer dogma olur.
Aynı durumla teknikte de karşılaşma olanağı vardır. Bir teknik uygulamanın tek ve değişmez, bunun yerine bir başkası konulamaz olarak nitelenmesi durumunda o da bir dogmadır.
Nitekim bunun bir örneğini çok yıllar önce doğrudan yaşamıştım. Ayrıntılarına girmeden şöyle anlatayım: Önemli bir sorunun çözümü için bir proje hazırlamış, bunu geniş çaplı bir toplantıda ortaya koymuş ve nasıl işleyeceğini anlatmıştım. Bir üniversitemizde bir prof bu projeye kökünden karşı çıkmıştı. Gerekçesini de şöyle belirtmişti: «Literatürde böyle bir uygulama yok.» İşte o profun “literatür” dediği şey bir dogmaydı. Ona göre bu bağlamdaki uygulama tartışılmaz olarak hep öyle yapılmıştı ve bundan sonra da öyle yapılacaktı.
Şimdi kimileriniz benim ne yanıt vermiş olduğumu soracak, biliyorum. «İşte ben yaptım, oluyor. Demek ki size de şimdi bunu literatürünüze yerleştirmek düşüyor.» demiştim.
İnsanın kendini dogmalara kapılmaya karşı kullanabileceği çok önemli ve değerli bir yeteneği var: Akıl.
Sözcük olarak kimileri de buna “us” diyor. Kusura bakmasınlar ben onu da benimseyemiyorum. Benimseyemeyişimin nedeni de bu kökten diğer sözcük ve sıfatlar üretmeye başladığımız anda anlamda çok önemli değişiklikler doğraması. Birisine “uslu” deriz, bir diğerine “akıllı”; ikisi aynı şey değil. Birisine mecazî anlamda “akılsız” deriz ama bunun karşılığında “ussuz” diye bir deyim yok. Daha birçok örnek verebilirim.
Buna benzer bir şekilde Masonluktaki özgürlük kavramını irdelerken üyelerimizden Sayın tcorbaci “hür” ve “özgür” sözcüklerinin birbirinden çok farklı anlam taşıdığını belirtmişti. Ben de bu konuda açıklama yapmasını rica etmiştim ama bugüne dek bir yanıt gelmedi. Dolayısıyla, bazı eski ve yeni sözcükler kavramsal anlamları bakımından birbirinin tıpatıp aynı ama bunun hepsi için geçerli olduğunu söylemek olanaklı değil.
İnsanın akıl kullanma yeteneği doğuştan gelmedir. Bu bağlamda istisnalar vardır elbette ama doğuştan gelme akıl kullanma yeteneği bulunmayan bir insan hastadır; zihinsel olarak sakattır. Onu ayrı tutalım.
Akıl kullanma yeteneğinin doğuştan gelme oluşuna karşın çoğu insan bu yeteneğini kullanmak bakımından hayli tembeldir. Bunun zahmetine katlanmayı yani kafa yormayı yani düşünmeyi istemez. Nedenlerini hiç araştırmaksızın, en kolay anlaşılabilene inanarak onu benimsemeye eğilimlidir. Bu da insanın doğal özelliklerinden biri. Böyle yapmayanlar istisna.
Bundan ötürü, dogmalar, geniş halk kitlelerinde çok rahat geçerlilik alanı bulur.
Evrensel gerçekleri aslında merak eden, bunlara ilişkin birçok soru soran ama bunları araştırıp bulmak için kendilerini zora sokmaktan kaçınan insanlar çoğunluktadır. Hazır kalıplar halinde kendilerine sunulmuş dogmalarda tüm sorularının yanıtını bulduğu kanısına kapılırlar. Böylece gerçeğe ulaşmış olduklarını sanıp kendilerince mutlu olurlar. Benimsedikleri dogmalara hiç söz ettirmezler. Çünkü şayet bunlar bilimsel yöntem ve akıl yoluyla eleştirilip bir de çürütülürse, erişmiş oldukları o kendilerine göre mutluluğun zorla ellerinden alınacağından korkarlar.
Bu olgu, düşünme özgürlüğünün yalancı bir mutluluk uğruna terk edilmesidir.
Aslında dogmalar hiçbir zaman insana gerçek ve sürekli mutluluk sağlayamamıştır. Dogmalara kapılmış olan insan yanılgılarının farkına varacak olursa, âdeta tüm dünyası yıkılır. Neye inanıp neye inanmayacağını bilemez bir duruma girer; bocalamamaya başlar. Bundan ötürü bunalıma bile sürüklenebilir.
Neden öyle yapsın ki!
Her bir gerçeğin bulunuşu, onu bulan kimseye o an için mutluluk verebilir. Fakat bu mutluluk geçicidir. Çünkü bulunan her gerçek, araştırılarak bulunması gereken daha çok sayıda gerçek olduğunu gösterir.
Dolayısıyla bilimsel yöntemden ayrılmayarak aklını kullanarak gerçekleri arayan ve araştıran kişinin kaçınılmaz bir geleceği vardır: Mutsuzluk.
Ancak bu böyledir diye öyle yapmamalı mı?
Öyle yapan kişi, bu uğraşısını sürdürdükçe mutluluğa erişemeyeceğini de bilmelidir. Fakat bu biliş, bilim ve akıl yoluyla gerçekleri araştırmayı bir yana bırakıp, yerine dogmaları yerleştirmeyi haklı çıkarmaz. Çünkü bu, olsa olsa evrimsel doğrultudaki gelişmenin bireysel boyutta sona ermesidir.
Dogmalar, insanların birbirlerine düşman kesilmesi ve saldırmalarına da yol açar. Bunun nedeni ise, herhangi bir konuda tek bir dogma olmayışı, çeşitli dogmalar arasında karşıtlıkların bulunmasıdır. Herkes kendi dogmasını savunmaya girişince, çatışma kaçınılmaz olur. Tarih boyunca dinlerin daha doğrusu din adamı denilen kişilerin insanlığa yapmış olduğu en büyük kötülük de budur.
İnsan, kendi dogmalarını koruyabilmek için aslında kendilerininkine karşıt dogmalarla savaşıma değil, onları benimseyenlerle çatışmaya girişir. İnsanların bu yoldaki savaşımı, bilimsel bilgilere ve akıl verilerine karşı yürüttükleri direnmeden çok daha zorludur. Böylece dogmalar, evrensel boyutta barış ve esenliğe de engel olur.
İyisi mi, kendimizi dogmalara kapılmaktan korumaya çalışalım.