Birisi Yoapert’i omuzlarından yakalamış sarsıyor, bir yandan da sesleniyordu. «Yoapert... Uyan!»
Zorlukla gözlerini açtığında Akizar’ı başında dikilmiş buldu. Akizar da sonunda uyandığını görünce, telaşla «Haydi kalk, kalk!» dedi.
Yoapert, olduğu gibi, giysileriyle sedire uzanmış, sonra da sızıp kalmıştı. Akizar’ın odasına niçin geldiğini sormadı; düşünmedi bile. Gözlerini ovuşturarak «Saat kaç?» diye sordu.
Akizar buna şaka yollu bir yanıt verdi: «Seçilmişlerin yola çıkma zamanı.»
Yoapert onun ne demek istediğini anlayamadı. Seçilmişler daha yola çıkmamış mıydı?... Düş mü görmüştü?... Bütün olup bitenler aslında olmamış mıydı?
Akizar onun boş boş baktığımı görünce, «Yani gecenin başlangıcı.» dedi.
Ne demekti şimdi gecenin başlangıcı? Sabaha karşı değil miydi?
Birden kafasına dank etti. Hayır. Bütün bir gece değil, olsa olsa kısa bir süre uyuyakalmıştı.
Akizar «Kalk!» diye yineledi. «Git, yüzüne bir soğuk su çal. Şu üstünü başını da değiştir. Hatta bence iyice yıkan. Pis kokuyorsun. Kral seni görmek istiyor.»
Yoapert Akizar’ın ne dediğini anlayamamakta âdeta direniyordu. «Önce seçilmişlerin yola çıkma zamanı dedin, şimdi de gecenin başlangıcı olduğunu söylüyorsun. Biz şafakta yola çıkmamış mıydık?» diye sorunca, Akizar «Dediğin bir bakıma doğru ama dün aslında bu saatte yola çıkmanız gerekiyordu. Zadok çobanın dinlenmesini önerdiği için ister istemez sabaha kalmıştınız.» dedi. O da Yoapert’in kafasının allak bullak bir halde olduğunu kavrayamamıştı.
Yoapert ustasının ne dediğini, neden söz ettiğini bir türlü anlayamıyordu ama üstelemeyip kalktı. «Peki, bu gün hangi gün?» diye sorunca, Akizar «Aynı gün... Merak etme, daha yarın olmadı.» diye yanıtladı.
Yoapert «Anlayamıyorum… Anlayamıyorum.» diye söylendi.
«Neyi anlayamıyorsun?»
«Biz Hiram Usta’yı öldürenleri yakalamak üzere Yapu Dağı’na gitmemiş miydik?»
«Evet gittiniz.»
«Orada ne yaptık?»
«Hatırlamıyor musun?»
«Hatırlıyorum ama kafam karma karışık. Sen söyle. Bakalım doğru mu benim hatırladığım.»
Akizar, Yoapert’in belleğini yitirmiş olabileceğinden kuşkulandı. Ne de olsa büyük bir şok geçirmişti. Olur mu olurdu. Ciddiye aldı. «Yapu Dağı’na gittiniz. Orada ne yapmış olduğunuzu bilmem ama sen Abiram’ı öldürmüşsün. Bir de kafasını kesmişsin. Süleyman’a getirdin.»
«Tamam. Demek ki düş değildi.»
«Ne düşü?»
«Ben bir an için hiç gitmemişiz de tüm onları düşümde görmüş olduğumu sanmıştım da… Sonra da Süleyman beni kovdu, değil mi?»
«Evet.»
«O halde şimdi niçin istiyor. Kovdu işte. Yargılanacağımı da söyledi. Aldığım cezayı mı bildirecek yoksa?»
«Saçmalama. Sen iyice salaklaştın galiba. Yargılanmadan ceza verilir mi? Hem öyle bile olsa bunu kral mı bildirir? Kendine gel, kafanı topla. Yok öyle bir şey.»
«Peki o halde ne?»
Akizar, Kral Süleyman Yoapert’i kovduktan sonra kabul salonunda olan bitenleri özetledi.
Zerbal, diğer seçilmişler de saraya varınca onları içeriye getirtmiş ve kabul salonunun kapısında bekletmiş. Sonra Ben Dekar’a Akizar’ı dışarıya göndermesini, ona önemli bir diyeceği olduğunu söylemiş. Ben Dekar bunu Akizar’a iletince, o da kralın iznini alıp dışarıya çıkmış. Zerbal ona diğer seçilmişlerin de geldiğini, Yapu Dağı’nda olan bitenlerin tam olarak anlaşılabilmesi için kralın onları da dinlemesinin yararlı olabileceğini söylemiş. Akizar Zerbal’ın önerisini krala aktardığında, Süleyman hem Zerbal’ı hem diğer seçilmişleri görmek istemiş. Hepsi birden içeri alınmış.
Olanları baştan sona anlatmışlar... Özellikle mağaraya Yoapert’in ardından tırmanmış olanlar Abiram ile onun nasıl boğuştuğunu, aslında Abiram’ın Yoapert’i öldürmek amacıyla saldırdığını, Yoapert’in hançer kullanmayı doğru dürüst bilmediğini, kendisini korumak istediyse de bunu bile beceremediğini söylemişler.
Akizar kendini tutamayarak kahkahayı patlattı.
«Ne oldu?... Ne gülüyorsun? Komik bir şey mi var?» dedi Yoapert.
«Evet var. Ünlü duvar ustası Yoapert… Hiç kimse düzeç ve şakûlü onun kadar iyi kullanamaz, malayla harcı onun gibi işleyip seremez. Gelin görün ki işte o ünlü usta, üstelik bir de Mimar Hiram Abif’in temsilcisi hançer kullanmayı beceremiyor.»
Zaten keyfi kaçık olan Yoapert’in suratı iyice asıldı. Terslendi. «Ne var bunda? Herkes kendi işini işi yapmaya bakmalı. Zamanında sen bana öğretmemiş miydin öyle olması gerektiğini?»
Akizar da gülmeyi kesti. Anlatmayı sürdürdü.
Seçilmişler, Abiram tam Yoapert’i öldürmek üzere iken elindeki hançerin üzerine düştüğü için bir rastlantı sonucu o anda ölüverdiğini, kafasının kesilmesinin bile isteyerek değil bir kaza sonucu olduğunu, bundan ötürü Yoapert’in dehşete bile düştüğünü, ne yaptığını bilemez hale geldiğini ayrıntılarıyla anlatmışlar. Bunun üzerine Süleyman önce diğer seçilmişleri dışarıya çıkartmış. İçeride kalanlara Yoapert’i haksız yere suçlamış olduğunu anlamış olduğunu belirtmiş, Akizar’a gidip onu da getirmesini buyurmuş.
Akizar, «İşte hepsi bu kadar. Bak şimdi ben gidiyorum. Yapacak işlerim var. Sen oyalanma. Bir an önce kabul salonuna git. Bekleniyorsun» diyerek Yoapert’in yanından ayrıldı.
Yoapert henüz şaşkınlığını üzerinden atamamıştı. Buna karşın odasından çıktı; arka avluya inerek oradaki çeşmede iyice yıkandı. Kendini toparladı. Dönüp üstüne başına çeki düzen verdi.
Kabul salonunun kapısı önüne geldiğinde Zerbal ile birlikte diğer seçilmişlerin de orada beklediğini gördü. Onları biraz mahcup bir tarzda başıyla şöyle bir selâmladı. Zerbal’a ise boynunu bükerek buruk bir gülümsemeyle baktı; yaptıklarından ötürü özür dilercesine.
Zerbal hiç karşılık vermedi. Sadece eliyle durmasını işaret edip, diğer seçilmişlere di yanına topladıktan sonra kapıya önce eşit aralıklarla ve hafifçe sekiz kez sonra sertçe bir kez daha vurdu; “Benimle birlikte sekiz seçilmiş ve Yoapert burada hazır.” der gibisinden… Ben Dekar kapıyı açınca, Yoapert’e eliyle “Haydi, gir bakalım.” anlamında bir işaret yaptı. Şimdi yüzü gülüyordu.
Yoapert’in ardından diğer seçilmişleri de içeriye soktu ve son olarak kendisi de girerek kapının ağzında durdu. Şimdi Yoapert önde, seçilmişlerden yedisi yan yana onun arkasında, Zerbal en arkada duruyorlardı.
Salon hayli kalabalıktı. Sadece Akizar ortalıkta yoktu.
Yoapert salonda garip bir durum olduğunu fark etti. O kara perdeler yine duvarlara çekilmişti ama boydan boya değil de şöyle yarı yarıya, sanki yetmemiş gibi… Biraz da loş sayılırdı. Süleyman’ın tahtının önüne kara bir örtüyle kaplı bir kürsü konmuştu. Üstüne çaprazlama iki kılıç yerleştirilmişti. Kılıçların arasında bir de kanlı hançer vardı. Yoapert’in hançeri olsa gerekti. En azından o öyle düşündü, başka türlüsü olabilir miydi?
Başını döndürmeden çevresine iyice bakındı; “Acaba Abiram’ın getirmiş olduğu kesik başı da buralarda bir yerde mi?” diye. Göremedi.
Süleyman bir şey demeden eliyle ona yaklaşmasını işaret etti.
Yoapert kıpırdamadı. Zerbal diğer seçilmişlerin arasındın sıyrılarak onu arkasından itekledi. Bunun üzerine çekinerek ilerledi. Salonun ortasına gelince durdu. Kralı her zamanki gibi selâmladı.
Süleyman biraz daha yaklaşması için işaret etti.
Yaklaştı yaklaşmasına ama kral ile göz göze gelmekten kaçınıyordu. Daha önce büyük bir kusur işlediğinde kaşlarını nasıl çatmışsa gene öyle olduğunu seziyordu. Kabahatli bir çocuk gibi önüne bakıyordu.
Ancak Süleyman sertçe «Başını kaldır ve yüzüme bak Yohaben!» deyince, ister istemez buyruğa uydu.
Hayret!... Kralın kaşları hiç de beklediği gibi çatık değildi.
Süleyman, «Mağaranın ağzında olanları bize anlattılar. Şimdi her şeyi daha iyi anladık.» dedi. Bir süre durdu. Sonra ondan Abiram ona saldırdığında elindeki hançeri nasıl tutmakta olduğunu göstermesini istedi.
Yoapert boş eliyle göstermeye çalıştı, gösterebildiğince… Kürsüde duran hançeri eline alsa acaba daha mı iyi bir şekilde gösterebilirdi. Bur yandan da “Bütün bunlara ne gerek var?” diye düşünüyordu, “Bana oradaki durumu yine yaşatmaya mı çalışıyor?”
Süleyman, «Öylece yanıma gel.» diye buyurdu. Yoapert duruşunu hiç bozmaksızın yaklaştı.
Süleyman «Elini bana uzat.» dedi. Yoapert kralın ne istediğini tam anlayamadığı için, sanki el sıkışacakmış gibi uzattı elini. Süleyman onu uyardı. «Hayır! Elin az önce sanki hançer tutuyormuş gibiyken nasıl idiyse öylece uzat.»
Hoppala!... Ne oluydu burada böyle? Kral ona ne yaptırmak istiyordu? Elinde hançeri nasıl tutuyordu? Tam bir yumruk biçiminde; şöyle…
Kralın istediğini yaptı.
Hayır. Meğer tam bir yumruk biçiminde tutmuyormuş. Bunu yapınca fark etti. Meğer sadece dört parmağıyla sıkıyormuş, bu arada başparmağı dimdik açıkta kalıyormuş. Öyle tutulmaması mı gerekiyordu acaba?
Süleyman Yoapert’in başparmağını sıkıca yakaladı. Eyvah!... Kıracak mıydı yoksa parmağını? Kırarsa kırsın. Zararı yok. O kraldır. Her istediğini yapar.
Süleyman «Adın ne?» diye sordu.
Bir hoppala daha… Bilmiyor muydu adını? Buradaki herkes biliyordu. Niçin soruyordu ki? Başka bir niyeti vardı herhalde. Yanıtlamalıydı.
Süleyman ona hep “Yohaben” derdi. Şimdi o nasıl yanıt vermeliydi? Onun dediği gibi mi demeli yoksa doğru olanı mı söylemeliydi? Terlemeye başladığını duyumsadı. Sonunda «Yoapert» dedi.
Süleyman da ona âdeta fısıldayarak «Abiram» dedi. İşte o esnada Yoapert, kralın yüzünde tatlı bir gülümseme belirdiğini fark etti.
Bu ne demeye gelirdi? Belli… Bağışlanmıştı. Yüreği bir anda sevinçle, mutlulukla doldu. Kralın buyruğu üzerine az önceki yerine dönerken kapının vurulduğu duyuldu. Ben Dekar kapıyı aralayıp dışarıya baktı ve krala Akizar’ın gelmiş olduğunu iletti. «Tamam, girsin.» dedi Süleyman.
Akizar, neredeyse adam boyunda koskoca bir şamdan yüklenmişti. Seçilmişler yana çekilip ona yol verdi. Şamdanı salonun tam ortasına dikti. Sonra kralı selâmladı.
«Tam istediğim gibi olmuş.» dedi Süleyman, «Seçilmişlere yer göster, otursunlar.»
Akizar, Yoapert ile diğer seçilmişleri salonun krala göre sağ yanına götürerek oturttu. Bir olağanüstü durum Yoapert’in hemen dikkatini çekti: Zerbal da onlarla birlikte oturmuştu.
Ortaya bir sessizlik çöktü. Hiç kimse hiçbir şey yapmıyor, hiç kimse hiçbir şey söylemiyordu. Koskocaman kabul salonu dopdolu sayılırdı ama sanki hiç kimse yok gibiydi. Nefes sesi bile duyulmuyordu.