Sayın agnusdei’nin bu yazısı, bilimsel bir bakış açısıyla yapılmış mantıklı bir irdeleme…
Sayın Prometheus’un eleştirilerinin haklı yönü var.
Ben bir başka açıdan katkıda bulunmak isterim: Sayın agnusdei’nin aktarımındaki irdelemede önemli bir etkenin göz önüne alınmamış olduğu gibi bir izlenim edindim. Bilmem yanılıyor muyum?
Bu irdeleme, sanki yeryüzünün koşulları, -özellikle jeoloji, radyoloji, klimatoloji ve benzeri etkenler bakımından- bugünkü durum nasılsa bundan binlerce yıl öncesinde de hep öyleymiş, hiçbir şey olmamış ve hiçbir değişim oluşmamış gibi düşünülmüş. Bir diğer deyişle, -konuyu salt insan açısından ele alırsak- insanın yeryüzünde primatlar sonrası var olan atası günümüze kadar hiçbir farklılaşma göstermeden, hiçbir afete uğramadan hiçbir mutasyon geçirmeden gelmiş gibi..
Bu bağlamda bilinen bilimsel bilgi demetinden bir küçük özet alalım:
Dünya, bir uzay cismi olarak evrensel kaynaklardan sürekli olarak değişik güç ve frekanslarda radyasyon, bir diğer deyişle kozmik enerji alıyor. Bunun önlenebilmesi ve kesintiye uğraması söz konusu değil; sadece yoğunluğu ve içeriği değişime uğrayabiliyor.
Radyasyonun ölçü birimlerinden biri de Röntgendir. Yeryüzüne uzaydan her yıl ortalama 0,03 Röntgen gücünde kozmik enerji düşüyor.
Önce bu bilimsel bilginin doğru olup olmadığı üzerinde durulmalı. Doğru ise, şu sözü edilen 0,03 değerine bir bakılmalı.
Bu ne zamandan beri böyle?... Arada hiç çok yükseldiği olmuş mu? Orta Çağ dediğimiz 500-1500 yılları arasında daha mı yüksekti acaba? Çünkü o sıralarda ortalama insan ömrünün çok daha kısa olduğunu biliyoruz. Buna karşılık M.Ö. 3. bin yıl dolaylarında acaba çok daha mı uzundu? Çünkü Tevrat’taki anlatıma bakarsak, insanoğlunun eski ataları yüzlerce yıl yaşarmış.
Bilimsel bulgulara göre; yeryüzü daha önce en az bir kez yaklaşık iki bin Röntgen, dört kez ortalama bin Röntgen, en azından on kez kadar da yaklaşık beş yüz röntgen gücünde kozmik enerji bombardımanı altında kalmış. Nitekim bundan ötürü küremizde jeolojik dönemlerin hemen hemen kesinlikle belirgin sınırları var. Bu sınırların oluşumunda, dünyanın soğumasının ve magmadaki değişimin yanı sıra bu kozmik enerji alımının da etkisi var.
Dünyamıza çarpan meteorları da bu çerçevede düşünebiliriz.
Bunun daha da ayrıntılarına girmeden bu kadarıyla yetinmek istiyorum. Çünkü lise düzeyinde öğrenim görmüş bir kişi olarak bu kadarını anlayabiliyorum. Ötesi aklımı karıştırıyor; zor geliyor. Anlayamayınca okumaktan, incelemekten vazgeçiyorum.
Elbette bu konuyu benden iyi bilenler aslında böyle şeylerin olmadığını, bunların palavra olduğunu, dünyanın ekseninin ekliptik düzleme göre öteden beri zaten 23 derece eğik olduğunu, bunun sonradan oluşmadığını, sonradan oluşmuş olsa bile o tarihlerde dünya yüzünde henüz canlı, hele hele insan olmadığını söyleyebilir.
Ben o kadar iyi bilmiyorum. İyi bilenler benim söylediğimdeki yanlışı düzeltsin.
Aşırı doz radyasyon canlı bedeni üzerinde nasıl bir etki yaratır?
Ben tıp doktoru değilim. Bu konuda bir şey söyleyemem. Ancak bildiğim kadarıyla bir yıl içinde üç kez rasyoskopi cihazına girerseniz, bu elbette bir hastalığın teşhisi için gerekmiştir, -geçmiş olsun- ama radyoskopinin çekildiği alana göre 60-70 Röntgen dolayında radyasyon almış olursunuz ve bunun önemli ölçüde yan etkileri vardır.
Tek kalemde ya da birikmiş 200-700 Röntgen gücündeki bir radyasyon dozu, çoğu canlılar için öldürücüdür.
Bu nedenledir ki, tarih öncesi dönemlerde küremiz, en az 15 kez üzerinde bulunan çoğu canlı türlerinin tümüyle ortadan kalkmış olması gereken ölçüde yüksek radyasyon ortamlarında kalmıştır. Zaten tarih öncesi çağlarda var olduğu sonradan bilimsel araştırmalarla anlaşılmış çeşitli canlı türlerinin, herhangi bir biyolojik değişime hatta mutasyona bile uğramadan soylarının birdenbire sona ermiş olması bu kozmik olaylara bağlanmaktadır.
Kozmik afetlerin bazılarında yerküre, parçalanma hatta belki uzaya dağılma tehlikesi geçirmiştir. Yer kabuğu hayli başkalaşmış, kıtalar yer değiştirmiş, bunların bazısı atmosferden bakıldığında yok olmuş, zaten atmosferin kompozisyonu da değişmiş, eski kıtaların yerlerine yenileri yükselerek oluşmuştur. Önceleri pek az olan mevsim farkları sonradan giderek belirginleşmiştir.
Günümüzde halkımızın büyük bir çoğunluğu deprem korkusuyla yaşıyor. Japonlar hiç de korkmuyor çünkü her gün depremle iç içe yaşıyorlar; buna göre yaşam eğitimi alıyorlar. Biz öyle bir yaşam eğitimi alacak yere önce uzmanların önerilerine biraz kulak versek ne iyi olacak. Antik Çağ öncesi insanı ise, dünyanın birçok bölgesinde çok daha sık ve çok daha şiddetli depremlerle iç içeydi. Doğal bir olaydı bu; kafa yormaya bile değmezdi. Aşırı yağış, fırtına ve bora, volkan püskürmesi gibi yaşamı zora sokan olayları çok daha fazla önemserdi.
Ya radyasyon?... Olasıdır ki onun pek farkında değil di insan.
Bu kısa süre içinde aşırı radyasyon olaylarının (bombardıman) en yakın tarihli olanlarından pek önemli birinin günümüzden 11-13 bin yıl kadar önce yani ortalamasını alırsak M.Ö. 8 bin dolaylarında oluştuğu hesaplanmıştır. (Paskalya Adası’ndaki megalitlerin bu tarihten daha eski olduğu belirtiliyor ama kesin bir tarih verilemiyor bildiğimce.)
Bundan daha da yakın tarihli bir diğerinin M.Ö. 4 bin dolaylarında oluştuğu belirtiliyor.
Bu böyle olunca, Tevrat başlangıçlı dinsel kaynaklardaki başlangıcın niçin o tarihe denk düştüğü üzerine bir yarı-bilimsel yorum yapılabilir: Anlaşılan, o sıralarda yeryüzü olağanüstü önemli bir olay, bir değişim yaşamış.
Bütün bunlar böyle olunca, Sayın agnusdei’nin, bunların kaynağından asıl ve tam bilgileri alarak hesaplamasında bir düzeltme yapması gerekebilir.
Şöyle ki, diğer birçok canlı türü gibi insanın da büyük çoğunluğunun yeryüzünden yok olduğu, ancak kimilerinin yeraltında mağara derinliklerinde olağan insan ömrünün çok üzerinde uzun süreler boyunca korunarak yaşadıktan sonra yeniden yüzeye çıkabildiği, birçok yerde bilgiye ve uygarlığa neredeyse sıfırdan yeniden başlamak zorunda kalındığı, bunun yeryüzünün ayrı noktalarında ayrı tarihlerde ve birbirinden farklı biçimlerde oluştuğu göz önünde tutulmalıdır gibime geliyor.
Yanılıyor muyum?