Son zamanlarda batıda, bilhassa Amerika’da önemli bir mevzu bilim çevrelerini
meşgul etmektedir: Batılı bilim adamları arasında giderek yaygınlaşan ve kimi
zaman skandal derecesine varan bilim sahtekârlıkları zinciri. Birçok itibarlı
dergi ve gazete tarafından sebepleri, mahiyeti ve muhtemel çözüm teklifleriyle
üzerinde bir hayli yazılıp çizilen bu mevzu hakkında, bazı dergilerden
derlemeye çalıştığımız notları burada sizlere aktarmak istiyoruz.
Önce şunu söyleyelim: Aslında bilim sahtekârlığı konusu Batı’nın yabancı olduğu ve yeni
karşılaştığı bir hadise değildir. Böyle bir şeyi doğurup sinesinde
besleyebilecek mahiyette olan Batı’da bu tip teşebbüslere öteden beri
rastlıyoruz. Aralarında Isaac Newton, George Mendel gibi oldukça ünlü ve
“güvenilir” bilim adamlarının da bulunduğu birçok Batılı araştırmacı; rakamları
yuvarlatma, hataları görmemezlikten gelme, sonuçları teorilere uydurma gibi
muhtelif yollarla bilim haysiyetini yerle bir eden çalışmalarda bulunmuşlardır.
Mesela “fiziğin kurucusu” lakabıyla tanınan Isaac Newton’un, ünlü bir bilim
adamı Wilhelm Leibniz ile aralarındaki rekabet sebebiyle, kendi teorisini
(Evrensel çekim kanunu) Leibniz’in çalışmalarından daha popüler hale getirmek
için datalarla (bilgi) oynadığını tarih bizlere naklediyor. Bir başka ünlü
isim, halen modern gen teorisinin kurucusu gözüyle bakılan George Mendel,
araştırmalarının sonuçlarını önceden belirlediği teorilere uydurmaya
çalışmıştır.
Günümüze doğru geldikçe, önceleri daha masum sebeplere dayanan bilim sahtekârlıklarının çaplarının artarak umuma zarar verebilecek şekilde dal budak saldığını müşahede ediyoruz: Mesela asrımızın başında uygulamalı psikolojinin öncüsü olarak
damgasını vuran İngiliz Sir Cyril Burt, zekâ ve zekânın soyaçekimle alakası
konusunda yaptığı geniş araştırmasında, en azından 30 yılın istatistiklerini ve
10 zekâ katsayısını “kasıtlı” olarak değiştirmiş ve bilim dünyasının ta 1979’a
kadar yanlış istikamette seyretmesine sebebiyet vermiştir.(1)
Asrımızda cereyan eden ve biraz daha kompleks sebeplere dayanan bir başka sahtekârlık hadisesi ise, 41 yıl bilim dünyasını aldatan “Piltdown Adamı” skandalıydı. Smith Woodword ve Charles Dawson isimli araştırmacılar, Piltdown çukurunda bulunan
bir insan kafatasına potasyum—dikromatik muamelesi yaparak, binlerce yıllık bir
fosile benzetmeye çalışmışlardır. Kafatasının alt kısmına da bir orangutan
çenesi monte etmiş, üzerine insan dişleri ilave ederek bunları da eğeleyerek
eski intibaı vermişlerdi. 40 yıl boyunca üzerinde nice hipotezler kurulan ve
evrimcilerin vazgeçilmez referansı olan fosilin foyası, sergilendiği British
Museum paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley’in teşebbüsleriyle yapılan hassas
ölçümlerle ortaya çıkarılmıştı. Hatta enteresandır, yapılan incelemeler,
dişlerin kemiğe yanlış monte edildiğini de göstermiştir.(2)
Senelerce önce uzmanın gözünün önünde olmasına rağmen “peşin fikirlilik, aşırı itimat ve hüsnü zan yüzünden gözden kaçan bu büyük sahtekârlık, böyle “ruhsuz” insanların eliyle yönlendirilen bu bilime itimat konusunda, insanı ciddi şüphelere düşürüyor. İleride anlatılacak hadiseler, bu şüphelerin ne derece yerinde olduğunu gösterecektir.
20. asrın sonlarına yaklaşıyoruz. Artık ilmi çalışmalar eskiden olduğu gibi ferdi olarak ve çoğu zaman şahsi olan laboratuarlarda yapılmıyor. Toplu araştırma komplekslerinde, devletlerin kurup desteklediği hususi araştırma merkezlerinde ve üniversitelerin bünyesinde, genellikle gruplar halinde gerçekleştirilen araştırmalarda, hataların gözden kaçma ihtimalinin azalması gerekirken; bunun tam tersi olmuştur. Araştırmacılara fon tahsisi yapılmadan evvel, genellikle çalışmalarının kontrol edilmesine, inceleme yazıları, makale olarak kabul edilmeden evvel mütehassıslar tarafından dikkatle değerlendirilmesine rağmen, hain kötü çalışmaların ve yanlışlıkların gözden kaçmasına mani olunamamaktadır.
Bir taraftan Science dergisinin editörü Daniel E. Koshland, dergilerinde basılan ilmi
raporların %99,99’unun yanlışsız olduğunu iddia ededursun, diğer yandan
Amerikan gıda ve ilaç işletmesi (FDA)’nın ilan ettiği istatistikler, bizlere
son 10 yıldır yapılan kontrollerde %11 nispetinde “kötü davranış”
kaydedildiğini gösteriyor. Nitekim 1977’den beri Amerikan hükümetine yanlış
bilgi vermek ve dolandırmak gibi suçlar isnat edilen 14 araştırmacıya para
cezaları ve hatta hapis cezaları verilmiştir.(3)
İnsan hayatıyla doğrudan doğruya alakalı olan gıda ve ilaç sahasında bu derece yüksek
nispetlerde meydana gelen umursamazlık, dikkatsizlik ve hatta kasıtlı
sahtekârlık, zannederiz sizlere hadisenin ciddiyeti konusunda biraz daha fikir
vermiştir. Bu ciddiyeti biraz daha açık seçik ortaya koymak için, son aylarda
Amerikan kamuoyunu oldukça rahatsız eden bir hadiseyi anlatalım:
Nöroletikler(*) üzerinde “bu ilaçların faydasından çok zararı olduğu, dolayısıyla tavsiye
edilmemesi, hatta kullananlara bıraktırılması gerektiği” hipoteziyle yola çıkan
Stephen Brevning isimli araştırmacı, yapmış olduğu uzun araştırmalar zinciriyle
teorisini destekleyen sonuçlara ulaşmış ve hatta bu ilaçların bıraktırılması
halinde hastaların IQ’larının iki katına çıkabileceğini göstermişti. Bu
çalışma, bilim çevrelerinde oldukça ilgi ve itibar uyandırmıştı. Fakat eski
çalışma arkadaşlarından biri olan Robert Sprogue tarafından hususi bir inceleme
sonucunda yapılan “sahtekârlık” isnadı çok daha fazla yankı uyandıracak; önce
Amerikan Milli Ruh Sağlığı Enstitüsü (NİMH) tarafından yaptırılan daha geniş
bir tetkikle “ilaçların IQ’lara etkisi” konusunda fazladan bilgi ürettiği ilan
edilecek; daha sonra ise Brevning, geniş uygulama sahası olan bu konuda
hükümete yanlış bilgi vermekle 1988 Nisanında resmen suçlanacaktı. NİMH’nin
raporunda belirtildiği gibi, son yıllarda nöroleptikler hakkındaki literatürün
önemli bir kısmını teşkil eden makaleleriyle Brevning, Amerika’nın birçok
eyaletindeki halk sağlığı politikasını yanlış bir şekilde yönlendirmişti.
Birçok insanın sağlığına karşı yapılan bu tecavüzün ortaya çıkarılmasından sonra, bilim
çevrelerinin dikkatleri, bilim metodundaki yanlışlıkların ve ortaya çıkan bu
çeşit problemlerin yok edilmesi üzerinde yoğunlaşmıştır. Amerika’daki
üniversiteler, araştırma merkezleri ve NİMH gibi teşekküller, kontrol
mekanizmaları oluşturma ve işletme konusunda ikaz ve teşvik edildiler. Mesela
Brevning hadisesinde NIMH’nin bürokrasisine takılan ihbarın, ancak 3,5 yıl
sonra karara bağlanabilmesi Science dergisinde çıkan bir makalede şiddetle
tenkit edilmiştir.(4)
Burada, kontrol mekanizmalarının verimli işleyişi hakkında “sıcak” bir misal verelim: Söz
konusu edilecek hadise, dünyaca ünlü ve muteber bir araştırma merkezi olan
Massachussets Institute of Technology (MİT) bünyesinde hâlihazırda cereyan
etmektedir. Senaryo şudur:
Aralarında, Nobel ödülü sahibi MİT laboratuarının yöneticisi David Baltimore’un da imzası bulunan bir grup araştırmacı tarafından, 1983’de “CELL” dergisinde yayınlatılan bir çalışmayı tekrar etmek isteyen Margot O’toole isimli bir başka MİT mensubu, genler hakkında beklenmedik sonuçlara ulaşan araştırmanın hiç de öyle reklâmının yapıldığı kadar tutarlı ve verimli olmadığını tespit etmişti. O’toole’a göre, şiddetle karşı çıkılması ve işini bırakması yolunda baskı yapılması üzerine işinden ayrılan araştırmacı, iddiasının doğruluğunu çeşitli bağımsız araştırmacıların tasdikiyle ispat ettirme yolunu seçti. Bu mevzuda toplanan kongrenin de baskısıyla Baltimore, tezin “kasıtsız” bir hata ihtiva
ettiğini kabul etmek zorunda kaldı.(5) Meselenin açıklığa kavuşturulabilmesi
için, oldukça yavaş işleyen bir mekanizmanın çarklarının dönmesini beklemek
gerekiyor. Burada dikkati çeken bir başka husus, bilimin asıl gayesi olan
“hakikati ortaya çıkarma vazifesini” gerçekleştirmeye çalışan O’toole gibi bir
araştırmacının önüne koyulan engellerle “kösteklenmeye” çalışılmasıdır.
Geçtiğimiz günlerde Kaliforniya’daki Stanford üniversitesinin dekanı tarafından yayınlatılan bir raporda, üniversitenin psikiyatri bölümü araştırmacılarının 8 ilmi dergide basılan 11 makalesinin “açıklığa kavuşturulması, düzeltilmesi veya çekilmesi” yolunda tebligat yapıldı. Muhtemel bir bilim sahtekârlığı veya fonların suistimali hakkında tetkikat yapmak üzere NIMH devreye sokuldu. (6)
Bilim sahtekârlığı konusunda skandal ayarında son bir misal daha vermek istiyoruz: Avustralya’nın “güvenilir” araştırmacılarından William Mc Bride’in, 1980 yılında tavşanlar üzerinde yapılan bir tecrübenin sonuçlarını kasıtlı olarak yanlış aktardığı iddiası hakkındaki 5 aylık soruşturma sonuçlandı. Verilen kararla Mc Bride, Avustralya Biyolojik Bilimler Dergisinde yayınlanmış olan söz konusu tecrübedeki sayıları yanlış aktarmaktan suçlu bulundu. Bunun üzerine Mc Bride, kendisi tarafından kurulmuş olan ve müdürlüğünü yaptığı araştırma enstitüsünden istifa etmek zorunda kaldı(7)
Bütün bu hadiseler, batı bilim sisteminde ciddi aksaklıklar olduğunu ve bir kriz yaşandığını gösteriyor. Şu anda batılı beyinler, bilime kaybettiği itibar ve güvenilirliğini yeniden kazandırma yollan araştırmakla meşguller. Mesela, San Diego’daki Kaliforniya üniversitesi Tıp bölümünde sahtekârlık veya yanlışlık isnatlarıyla ilgili hususi bir program uygulanmaktadır.(
Amerikan Kamu Sağlığı Enstitüsü’nün yaptığı teklifle, üniversitelerde sahtekârlık iddialarıyla ilgili kontrol mekanizmalarını hassaslaştıran yeni düzenlemeler getirildi. Ancak ne var ki, bütün bu müspet gelişmeler meselenin temelden halledilmesine kâfi gelmemektedir. Hatta bazı bilim adamları bu gidişin önüne geçilebileceği hususunda bir hayli ümitsizdirler. Mesela, Amerikan Milli Bilim Kurumu (NSF) yetkililerinden Robert M. Anderson’a göre “sahtekârlığın ispat edilmesi ise neredeyse imkânsızdır.” (9)
Problemin çözümüne “sebep tespit edip önceden izale etme” perspektifiyle yaklaşan bazı batılı mütefekkirler, ortaya birtakım sebepler çıkarmaya çalışmışlardır. Mesela araştırmacıları kasıtlı veya kasıtsız hatalara iten en önemli faktörlerden birinin “aşırı çalışma yükü” olduğu ileri sürülmektedir. Bir başka önemli faktör de, bilim adamlarının şahsi ve çevreden gelen bazı değerlerin etkisiyle “rekabet’ ve “daha başarılı olma” havasına girmeleridir. Brevning sahtekârlığını ortaya çıkaran Robert Sprogue, bu mevzuda Discover dergisine verdiği demeçte bilim adamlarını “bol sıfırlı gelirler ve masa başları, köşe başları peşinde koşan Wall Street’li hırslı işadamlarına” benzetmiştir. (10)
Hırslı araştırmacılar, daha fazla sayıda makaleyazmayı, kendilerini ispat için iyi bir yol olarak gördüklerinden, tek bir araştırmayı, bölünebilecek en küçük parçalara bölüp değişik makaleler haline sokarak “şişirmeler” yapmaktadırlar. Yapılan çarpıtmaların ve yanlışlıkların yakın çalışma arkadaşları veya asistanlar tarafından teşhis ve ihbar edilememesi ise; çoğu zaman “umursamazlık” veya “muhbir olmak istememe” gibi seviyesiz sebeplerle olmaktadır.
Bütün bunlardan öte, Sicence dergisinin editörü Koshland’a göre asıl problem: “düzenlenen kontrol sistemlerinin sahtekârlığı değil, yanlışları yakalamak için olduğudur.
Yani hiçbir “maddi sistem” insanları istismar etme azminde olan bir “sahtekârı
tespit edip yakalayamamaktadır. Hele bu işi yapmaya yeltenenler, herkesin
itibar ve itimat ettiği bilim adamları olursa, meselenin ciddiyetini tasavvur
ediniz.
Birçok konuda olduğu gibi bu sahada da batı meseleye sırf maddi zaviyeden sathi olarak yaklaşmanın ızdırabını çekmektedir. İnsanla ilgili her problemin, her modelin
ve her sistemin özünde yakın ‘insan” gerçeğine, materyalist perspektiften
bakmayı terk etmedikçe de, gitgide kuyunun dibine sürüklenmeye mahkûmdur.
Maddi-manevi bütünlüğüne saygı gösterilmesine, haklarının tanınıp
gözetilmesine, sevgi, samimiyet ve itimada susamış olan topyekun insanlık,
kendini bu çıkmazlardan kurtarıp selamete çıkaracak emin eller aramaktadır .
walla yorum yapamıyorum böyle bir durum gerçekten üzücü ve .................
sn.enelsırın affına sığınarak o güzel çalışmasını anımsatsam yetecek sanırım.
AMA BEN SANIYORDUMKİ?
SAYGILAR