Rüyalarla ilgili ilk bilimsel çıkarımları yapan kişi, belki de beklenildiği üzere, Sigmund Freud'dur. 1900 yılında yayınladığı bir makalesinde Freud, rüyaların ve özellikle de anlamlı olan rüyaların beynin fonksiyonlarıyla alakalı olduğunu ileri sürmüş ve o döneme kadar rüyalara yüklenen metafizik anlamların hepsini yok etmiştir. Günümüzde yapılan tüm araştırmalar da, yine beklenildiği üzere, rüyanın bedenden ayrı bir olay olmadığını, beyindeki sıradan biyokimyasal tepkimelerin bir ürünü olduğunu göstermiş ve daha önemlisi, bilim karşıtlarının "ruh" denen kavramla ilgili iddialarını desteklemek amacıyla ileri sürdükleri "Göz mü görür, beyin mi?" sorusuna nihai bir nokta koymuştur. Bunlara yeri geldikçe değineceğiz.
Rüyalarla ilgili çalışma yapmak gerçekten güçtür, çünkü araştırmacıların başkalarının rüyalarını aktif olarak "görmeleri" şu anda, günümüz teknolojisi ile mümkün değildir. Bu sebeple araştırmacılar, doğrudan beyne ve nöral aktiviteye yönelirler. Bu, rüyalarla ilgili bize çok sayıda bilgi verir, doğrudan rüyaların görüntüsünü şimdilik vermese de. Rüyalarla ilgili bir araştırma yapmanın bir diğer güçlüğü de, rüyaların kişiden kişiye değişen bir doğası olmasındandır. Kimi insan gördüğü rüyaların çok büyük bir kısmını hatırlarken, kimisi neredeyse hiçbirini hatırlamaz. Kimi çok berrak ve anlaşılır rüyalar görürken, kimi anlamsız ve soyut rüyalar görür. Kimi insan rüyalarını günlük yaşantısına bağlarken, kimi gelecekle ilgili mesajlar bulunduğa ve anlamlar taşıdığına inanır. Ne var ki bilimde, subjektiviteye yer yoktur ve bu yüzden bunları göz ardı edecek metotlar geliştirilmelidir ve geliştirilmiştir de.
Tahmin edebileceğiniz gibi, tüm insanları tek bir tabana çeken ve bütün bilimleri bir araya bağlayarak doğayla ilişkilendiren tek bilim, Evrimsel Biyoloji'dir ve rüyalar da, Evrimsel Biyoloji'nin ortaya çıkması ve gelişmesi sayesinde açıklanabilmeye başlamıştır. Evrimsel Biyoloji bilim insanlarına tarafsız ve güçlü bir araç sunmuş ve bu sayede çok daha kapsamlı araştırmalar ve değerlendirmeler yapılabilmeye başlanmıştır. Teknolojinin gelişmesiyle beyin dalgalarının tamamı net bir şekilde gözlenebilmeye başlanmış, Evrimsel Biyoloji'nin sağladığı Evrim Ağacı sayesinde türler arasındaki ilişkiler çözülebilmiş ve bunun sonucunda rüyanın kökenleri de ele alınabilmeye ve arkasında yatan sebepler çözülebilmeye başlamıştır. Özellikle Psikoloji ve Antropoloji'nin, Evrimsel Biyoloji'nin gelişmesiyle birlikte açıklayıcı güçleri katlanarak artmış ve rüyaların kökenine dair güçlü açıklamalar getirilebilmeye başlamıştır.
Rüya, 2000 yılında Revonsuo tarafından "uyku sırasında yaşanan, hayali bir bilince dayalı deneyimler" olarak tanımlanmıştır. Rüyaların, yukarıda verdiğimiz yazılarda açıkladığımız gibi, Dement ve Kleitman tarafından 1957 yılında, uykunun REM (Rapid Eye Movement - Hızlı Göz Hareketi) döneminde görüldüğü keşfedilmiştir. Ancak 1988 yılında yapılan bir araştırma, rüyaların NREM dönemde de görülebileceği; ancak genellikle REM dönemde görüldüğü veya başladığını ortaya çıkarmıştır. NREM dönemde görülen rüyalar çok daha bulanık olarak hatırlanabilmektedir; nadiren REM'deki kadar parlak ve net hatırlanabilir olmaktadır. Daha sonradan, teknolojinin gelişmesiyle birlikte Elektroensefalografi (EEG), Elektro-okülografi (EOG) ve Elektromiyografi (EMG) sayesinde sırasıyla beyin aktivitesi, göz hareketleri ve kas hareketleri arasındaki ilişkiler çözülebilmeye başlamıştır. Araştırmalar, genel olarak uykunun farklı aşamalarında uyandırılan insanların rüyalarından hatırladıklarıyla, bu elektronik aletlerden alınan bilgilerin kıyaslanması aracılığıyla yapılır.
Diğer hayvanların da rüya gördüğünden eminiz; pek çoğumuz uyurken koşmaya çalışan köpekler veya bir av peşindeymiş gibi davranan kediler görmüşüzdür. Ancak onlar herhangi bir bilgi veremedikleri için, rüyaları uykunun hangi döneminde gördüklerini ne yazık ki bilemiyoruz. Bu şimdilik araştırmalarda çok önemli bir engel teşkil etmiyor çünkü davranış bilimciler, sadece hayvanların davranışlarından yola çıkarak da rüyaların etkilerini belirleyebiliyorlar. Örneğin yapılan ilginç bir araştırma, beyni ve algısal yetileri daha gelişmiş türlerin rüyalarının daha karmaşık, fizyolojik etkilerinin daha güçlü ve davranışsal belirtilerinin daha şiddetli olduğunu göstermiştir. Bu sebeple insanlar rüyalara aşırı anlamlar yüklemektedirler.
Rüyaların Nedenleri İle İlgili Teoriler
Rüyaların sebebini anlamak için, öncelikle şunu bilmemiz gerekir: "Ruh" denen ayrı bir yapı bulunmadığı ve tüm canlılar sıradan hücre yığınları oldukları için, uyku sırasında algısal fonksiyonların tamamı minimum düzeye indirilir (asla tamamen kapatılmaz ve ani bir uyartıda, eşik değer aşılırsa beyin kendini otomatik olarak hızla açar); ancak vücut canlılığını sürdürmek için çalışmaya devam eder, buna beyin de dahildir. Doğayı algılayabilmemizin tek sebebi, beynimizin duyu organlarından gelen bilgileri hücresel boyutta, biyokimyasal olarak değerlendirebilmesidir. Uyku sırasında duyu organlarından sinyal aktarımı devam eder, ancak beynin ilgili bölgeleri bunu gün içerisinde olduğundan çok daha az işler veya neredeyse hiç işlemez. Bunun haricinde beynin pek çok bölgesi dinlenme durumuna geçer. Ancak halen pek çok bölge çalışmasını sürdürür, yukarıda verdiğimiz yazıda açıkladığımız gibi vücudun ve beynin içerisindeki kimyasalların düzenlenmesi sağlanır ve daha pek çok işlem arkaplanda yürütülür. Örneğin büyüme hormonları salgılanır, hücre içerisinde biriken kimyasalların atımı ve hücrelerin çalışmalarının düzenlenmesi sağlanır yani kısaca genel beyin ve vücut bakımı yapılır, yeni güne hazırlanılır. İşte bu işlemler sırasında beynin bazı bölgeleri, kapalı olan diğer bölgeleri uyarabilmektedir. Çünkü en nihayetinde, dediğimiz gibi, beyin de sıradan bir hücre yığınıdır ve ne kadar büyüleyici olsa da, doğaüstü veya metafizik hiçbir tarafı yoktur: hata yapabilir, yanılabilir.
Neden rüya görüldüğü ile ilgili pek fazla fikir ileri sürülmüş; bazıları pek çok araştırmayla desteklenerek teori olarak görülmeye başlamıştır. Bunların başında Hobson ve McCarly tarafından 1977 yılında ileri sürülen aktivasyon-sentez hipotezi gelmektedir. Bu hipoteze göre rüyalar ön beynin, beyin kökü tarafından uyku sırasında üretilen rastgele sinyallere verilen tepkilerdir. Bu rastgele sinyaller, uyku sırasında beyinkökündeki faaliyetlerin sürmesinden kaynaklanır. Beyin bölgeleri arasındaki geçiş kapılarından sızan bu elektrokimyasal sinyaller, ön beyinde görüntü olarak algılanır; çünkü biyokimyasalların yapısı, buradaki hücreler tarafından algılanabilecek yapıdadır. Uyanıkken, aradaki geçiş kapıları (röleler) aktif olarak çalıştığı için bu istenmeyen görüntüler oluşmaz. Ancak bazı hastalıklar, hasarlar ve genetik sebeplerle bu rölelerde sorun meydana geldiğinde, uyanıkken de rüya görülebilir (bu durumda sanrı ya da hayal adını alır). Bu bulgular, hipotezin günümüzde bir teori olarak değerlendirilmesine sebep olmaktadır; ancak araştırmalar sürmektedir.
Ancak 2000 yılında Domhoff tarafından yapılan bir araştırma, bu hipotez/teorinin henüz tamamlanmadığını, eksik yanları olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü beyinkökünden salgılanan kimyasalların rastlantısal etkilerinin rüyalar içerisindeki düzgün kronolojik sıraları sağlaması mümkün değildir. Rüyaların çok büyük bir kısmı soyut ve gerçeküstüdür. Mekanlar, kişiler ve olaylar hızla değişir. Kronolojik sıra bulunmaz. Ancak rüyaların bir kısmı da oldukça sistematiktir, düzen içerisinde ilerler, mekan ve kişiler değişmez, zaman akışı hissedilir. İşte Domhoff, bu tip rüyaların da açıklanabilir olması gerektiğini düşünmüştür. Kendisinin ve bazı diğer bilim insanlarının çalışması göstermiştir ki, beyinkökü rüyaların tetiklenmesinde önemli bir rol oynasa ve karmaşık rüyalarımıza sebep olsa da, rüyanın asıl oluştuğu yer olan ön beyin kısmı rüya oluşumunu kendisi başlatıp sürdürebilmektedir de.
Kısaca nasıl rüya gördüğümüzü toparlayacak olursak: beynimiz devasa bir hücreler, daha spesifik olarak sinir hücreleri (nöron) ağıdır ve gün boyunca çok yoğun olarak çalışmaktadır. Uykuya daldığımızda, beynin büyük bir kısmı kapatılmakta, ancak bir kısmının biyokimyasal faaliyetleri sürmektedir; özellikle de beynin kendisini ve vücudun geri kalan bölgelerini düzenleyecek olan kısımların faaliyetleri. Özellikle düzenleme için kullanılan bu kimyasallar, hücreler arasında seyehat ederek beynin farklı bölgelerini etkileyebilir ve uyarabilir. Veya beynin çalışmayan bölgeleri, bu bölgelerde bulunan hücrelerin ister istemez ürettikleri kimyasallardan etkilenerek bazı sinyallere sebep olabilirler. Sonuçta anlaşılması gereken, beyinde de de, diğer tüm canlılığı oluşturan hücrelerde olduğu gibi gibi, fizik ve kimya yasaları dahilinde çalıştığı ve ortada belli bir kimyasal ve bununla tepkimeye girip farklı ürünler üretebilecek diğer kimyasallar varsa, bu tepkimelerin gerçekleşmek zorunda olduğudur. Hücreler, DNA ve diğer düzenleyici moleküller sayesinde büyük oranda bünyelerindeki biyokimyasal tepkimelerin alan, şiddet ve tipini sınırlandırmışlardır; ancak bu nihai değildir ve dışarıdan giren kiymasallar bile genetiğin dikte ettiğinin dışına çıkılmasına sebep olabilir. Rüya görme sebebimiz de, uyku sırasında beyinde üretilen kimyasalların, "uyuyan" hücrelerden ötürü aktif olarak durdurulamaması sonucunda beynin beklenmedik tepkiler vererek uyarılmasıdır. Beynin çalışması son derece sıradan kurallara tabi olduğu için, rüyalar da aynı kurallara tabidir.
Rüyaların Evrimi: Neden Rüya Görüyoruz?
Rüya görmemizin nedenlerini görebilmek içinse, başta belirttiğimiz gibi Evrimsel Biyoloji'den yararlanmamız gerekmektedir. 1993 yılında Winson, REM uykusunun sadece keseli ve plasentalı memelilerde bulunduğunu, diğer hiçbir hayvan grubunda evrimleşmediğini açıklayan bir araştırma yapmıştır. Daha sonra yapılan araştırmalar, REM uykusunun yaklaşık 130 milyon yıl önce, keseli memeliler ile plasentalı memeliler birbirlerinden ayrılmadan önce yaşayan türlerde evrimleştiğini göstermiştir. Daha sonra bu özellik, iki dev memeli grubuna da dağılmış ve hemen her üyesinde görülür olmuştur. Buna sinapomorfi diyoruz.
Ancak türler arasındaki farklı REM uykusu fizyolojileri, bu türlerin evrimleşmeleri boyunca REM uykusuna dair de doğal seçilim etkilerinin olduğunu bize göstermektedir. Antropologlar, REM uykusunun evrimiyle birlikte rüyaların ilk defa oluşmaya başlamasının canlıların hayatlarını tehlikeye attığını düşünmektedir. Çünkü çok gerçekçi rüyalar gören canlılar, rüyalarında hareket ederek kendilerini ciddi tehlikelere sokabilirler. Bu yüzden doğal seçilimin rüyaların netliğini azaltacak şekilde işlediği düşünülmektedir. Bu da doğrudan rüya fizyolojisinin değişmesine sebep olmaktadır. Bir diğer grup bilim insanı ise, rüyaların ilk oluştuğunda beynin uyku durumundan çıkıldığının sanmasıyla beklenmedik aktivite gösterdiği ve bu sebeple kişilerin uyku felci geçirdiklerini ileri sürmektedir. Bu sebeple uykuların şiddetinin azalması yönünde de bir doğal seçilim uygulanmış olmalıdır.
Bu durumda, rüyaların canlılara avantaj sağlayan bir etkileri de olmalıdır ki, evrimsel süreçte yok olmadan korunabilmiş olsunlar. Bu noktada, çok önemli ve geniş kabul gören iki diğer rüya teorisinden bahsetmek gerekir: Tehdit Provası Teorisi ve Zihinsel Prova Teorisi. İsimlerinden de anlayabileceğiniz üzere bu kuramlara göre rüyalar, gerçek hayatta olabilecek olayların bir provasıdır. Dolayısıyla beyin, rüyaları ne kadar gerçekmiş gibi algılarsa, gerçekte olabilecek olaylar o kadar prova edilmiş ve gerçek hasarlara sebep olmadan beklenmedik durumlara karşı deneyim elde edilmiş olabilir. Bu önemli kuramların pek çok ayrıntısı ve birçok bilim insanının yaptığı bağımsız çalışmalar vardır; ancak burada bunlara girmeyeceğiz. Temel olarak bilinmesi gereken, rüyaların her ne içerikte olursa olsun canlılara gerçek olmayan bir ortamda deneyim elde etme şansı sunar ve bu sayede gerçek hayattaki yaşama ve üreme şansları artar. Örneğin ilkin atalarımız doğadan kaynaklı bir tehditle ilgili rüyalar görerek bu tehdit henüz gerçekleşmeden deneyim elde edebilirler. Tabii ki burada unutulmaması gereken, rüyalardaki mekan ve kişilerin mutlaka daha önce görülmüş mekan ve kişiler olmak zorunda olduğudur. Rüyalarda beyin mekanlar ve kişiler yaratamaz, sadece hafıza hücrelerinde halihazırda var olan kişi ve mekanları çağırabilir. Yani rüyanızda hiç tanımadığınız yüzler görmeniz, onları daha önce görmediniz anlamına gelmez: sokakta yürürken, televizyonda, reklam panolarında, vs. gördüğümüz her bir yüz, eğer hafızamızda küçük bir yer bile ettiyse, rüyada çağrılıp kullanılabilir. Dolayısıyla kişinin rüya içerisinde görüğü olaylara dair de bir fikri olması gerekir; ancak genellikle mekanlar ve kişilerin farklı kombinasyonları ile sonsuz sayıda farklı senaryo var edilebilir.
İşte bu sebeplerle, rüyaların etkilerinin matlaştırılması ile gerçeğe yakın tutulması arasında bir trade-off bulunmaktadır. Sabitleyici Doğal Seçilim sayesinde evrimsel süreçte iki uca kayan bireyler de elenir ve ortalama bir rüya gerçeklik değerine ulaşılır. Elimizde, bu düşünceleri destekleyen bilimsel veriler de bulunmaktadır. Beklendiği üzere, eğer bu Tehdit Provası Hipotezi ve Mental Prova Hipotezi doğruysa, rüyaların çoğu olumsuz durumlarla ilgili olmalı ve bireyi bunlara hazırlayacak içerikte olmalıdır. Hall ve Van de Castle tarafından 1966 yılında yapılan bir araştırmada, 500 deneğin rüya raporları toplanmış ve değerlendirilmiştir. Bunların rüyalarının rastlantısallık sınırlarının oldukça dışına düşen bir şekilde, %80'inin olumsuz duygulara dair rüyalar olduğu görülmüştür. Ayrıca bu olumsuz rüyaların istisnasız her birinde, farklı şekil ve şiddetlerde tehdit unsurlarına rastlanmıştır. Bu deney, 1994 yılında Merrit ve diğerleri tarafından da tekrar edilerek doğrulanmıştır. Yani rüyalar, rastlantısal sebeplerle tetiklense de, rastlantısal olarak değil, bireye fayda sağlayacak şekilde oluşmaktadır. Bu da bireylerin evrimsel başarısını arttırmakta ve neden rüya gördüğümüzün sebebini açıklamaktadır.
Rüyalarla ilgili söylenebilecek daha çok söz var. Örneğin Bilinçli Rüya (Lucid Dreaming) denen olayda, kişi rüya gördüğünün farkına varır ve dilediği yönde rüyasını geliştirebilir. Bu olgu sırasında vücut uyku halindedir; ancak beyin tam olarak uyku halinde değildir. Bu yetenek de evrimsel süreçte mümkün kılınmış olabilir ve temel olarak beyin dalgalarının uyanıklık ile uyku arasında olmasından ve beynin uyku halinden yarı-çalışır hale geçmesinden kaynaklanır. 1980 yılında Laberge tarafından gösterildiği gibi, popülasyon içerisinde doğal olarak çok az kişi bu yeteneğe sahipken, çalışma yoluyla da öğrenilebilmektedir. Bu teknikler, uykuya dalış sırasında insan beyninin çeşitli fiziksel yöntemlerle uyarılmasını ve beyne "Uyuyorsun; bunun farkına var." bilgisinin gitmesinin kişi tarafından öğrenilmesini sağlamakla ilgilidir. Kişi, günlük yaşantıda, "uyanık olduğunu hatırlamak" ile ilişkilendirdiği bir hareket için beynini eğitir. Örneğin gün içerisinde, belirli aralıklarla bir yandan parmağını şıklatır ya da bacağının belli bir noktasını cimdiklerken, "Şu anda uyanıksın, bunun farkında ol." şeklinde zihinsel pratik yapar. Uzun süren çalışmalar sonrasında beyin bu fiziksel harekete (parmak şıklatma ya da cimdik atma) şartlanır ve birey tekrar etmese de, bu hareket yapıldığı anda beyin "uyanık olduğuna dair" uyarılır. Daha sonra bazı meditasyon ve gevşeme teknikleriyle uykuya dalma olayı modellenir ve kişi tarafından iyice öğrenilir. Sonrasında da, uzun yıllar süren çalışmalardan sonra, kişi uykuya dalma sırasında kendisini bu öğrenilmiş ve şartlanmış fiziksel hareketi yapmaya koşullar ve beyin uykuya dalmadan önce uyarılır ve beden ve beynin büyük kısmı uykuya dalsa da, kişi uyanık olduğuna kendini ikna eder ve uyanık kalır. Bu sayede, REM'e girilip rüya başladığı andan itibaren rüyasını kontrol edebilir; çünkü beynini aktif olarak kullanarak, ön beyinde oluşan görüntüleri uyarabilir. Öyle ki, bu yeteneğe sahip kişiler üzerinde yapılan araştırmalarda, kişilere uykusırasında toplamda kaç defa REM'e girdiği sorulmuş ve %100 başarı ile, gerçekten girdiği REM sayısı tam olarak kişi tarafından bilinmiştir. Tabii bu olay, düzgün bir uykuya izin vermediği için kişide yorgunluğa sebep olabilmektedir.
Yine rüya ve uykuya metafizik anlamlar yüklemek isteyenler tarafından uydurulan Astral Seyehat ise bilimsel bir olay değildir ve basitçe bir tür rüya ve kimi durumda Bilinçli Rüya örneğidir. Ancak bilim dışı kaynaklar bu olayı "ruh" ile ilişkilendirir ve bilimsel alandan çıkarlar. Dolayısıyla bilimsel dilde "astral seyehat" değil, "bilinçli rüya" tabiri kullanılır ve "ruh" denen gerçekdışı kavram ile ilişki kurulmaz.
Bu bağlamda, rüya yorumları denen uydurmaların da hiçbir anlamı yoktur. Çünkü beyinde sinyaller genellikle uyku halindeki beyin aktivitesinin rastlantısal sonuçları olarak oluşur ve görüntüler, farklı kombinasyonlar ve sıralarda gelir. Kimi insanlar, bu sıraların belli anlamları olduğunu düşünse de, günümüzde bu konuda hiçbir bilimsel araştırma olmadığı için, piyasada bulunan yüzlerce rüya tabir kitabı koca birer yalandır (zaten her birinde aynı rüya ile ilgili farklı yorumlara ulaşmanız da bunu gösterir). Belki rüyaların beynin belli bölgelerinin özellikle çalışmasıyla ilgili anlamları olabilir; ancak bunlar asla bu kitapların iddia ettiği kadar spesifik olarak bilinmemektedir ve bu kitapların yazarları bilimsel verilere değil, şahsi düşünce ve manipülasyonlara dayanmaktadırlar. Gelecek zamanlarda teknolojinin ve bilimin ilerlemesi sayesinde bu durumlar daha da netleştirilebilecektir.
Beyin mi görür, göz mü?
Bu soru, daha önce de belirttiğimiz gibi bilim dışı kaynaklar tarafından "ruh" kavramının doğrulanması ve bu konuda bilim insanlarını akıllarısıra köşeye sıkıştırmak amacıyla sordukları bir sorudur. Onlara göre göz veriyi iletir; ancak gören, algılayan "ruh"tur.
Elbette ki bunun hiçbir bilimsel geçerliliği yoktur ve tehlikeli bir yanılgıdır. Modern bilimin çalışmaları sayesinde zaten bedenden ayrı bir olgu olmadığını bilmek bir yana, gerçekte duyu organlarının sadece dışarıdan gelen verileri alıp-aktarmak konusunda bir araç olduklarını, asıl "algılayan" organın ise beyin olduğunu net bir şekilde biliyoruz. Yani burun, kulak, dil ve benzeri organlarımızdan, sadece dış dünyanın etkisiyle üretilen elektrokimyasal sinyaller alınır ve beyne iletilir. Daha sonra bu sinyallere göre beyinde farklı biyokimyasal tepkimeler devreye girer, farklı ürünler üretilir ve bunun sonucunda, beynin belirli bölgelerindeki nöron ağlarının farklı tepkiler vermesiyle beynin genelinde bir "algı" varmış gibi hissedilir. Aslında bizim "algı" dediğimiz olay, farklı bölgelerden gelen farklı biyokimyasal ürünlerin beyin genelinde toplanıp değerlendirilmesinden başka bir şey değildir. Bu değerlendirme, zaten beyin tarafından üretilen sinyallerin, yine kendi tarafından; ama lokal olarak değil bir bütün olarak cevap üretilmesinden kaynaklanır. Yani aslında "algı" dediğimiz bir olaydan bahsedilemez. Sadece belli bir gelişmişliğe ulaşan beyin yapısının, çevresel sinir sisteminden gelen bilgileri total olarak değerlendirmesinin ürünüdür algı. İşte bu yüzden, bir beyni ve sinir sistemi olan her canlının algısı ve düşünme yeteneği vardır; ancak bu yetileri, elbette ki organlarının gelişmişliği, fizyolojisi ve anatomisi ile birebir ilişkilidir.
Yani gören göz değil, koklayan burun değil, hisseden parmak değil, duyan kulak değil, tadan dil değil; beyindir. Zaten beynin bu değerlendirmeler (algılar) ile ilgili kısımları hasar gördüğünde, duyu organlarının hiçbir işlevi kalmaz; bu da bize iddiamızın geçerliliğini gösterir.