Zatı alilerinin ufuk açıcı, zihin tazeleyici mükemmel bir yazısı. Gerçekten Mükemmel.....
MİLLET OLMAK NE DEMEKTİR?
Mehmet Kerem Doksat – Tarabya – 01 Aralık 2012 Cumartesi
Hâlen Kütahya Yoncalı’daki Ulusal Tıp Günleri-3 toplantısındayım. Bu, kendini Türk hisseden her hekimin tamamen kendi cebinden ödeyerek başarıyla yürüttüğü üçüncü buluşmamız. Yoksa bütün boyalı basında duyurulurdu zâten…
Dün şifâhen yaptığım konuşmayı yazılı hâliyle klavyeye alıyorum. Bunu yazarken hiçbir kaynağa da bakmıyorum; bugüne kadarki birikimime dayanarak bilgisayarımın önüne oturdum.
Millet ve ulus kelimelerini tamamen aynı anlamda kullanacağım; bu konudaki bâzı tarafgirliklere saygım var ama bu ayrım aslında bizi bölmek için uydurulmuş yapay bir “ötekileştirmedir” düşüncesindeyim.
İlk Honimoidler (insanımsı insanımsılar) ve Hominidler (insanımsılar) Doğu Afrika Kıt’asında evrimleşti. Homo Neanderthalenis, Homo Erectus ve cro-Magnon adamları da birbirlerine yakın zamanlarda dünyâda yerlerini aldılar.
Homo Sapiens yaklaşık 200.000-250.000 sene önce aynı bölgede evrimleşti ve son 100.000 sende de beyni şimdiki hâlini aldı, Homo sapiens sapiens oldu. Bunun anlamı “farkında olduğunun farkında olan adam” demektir.
Bu insanlar kabaca 40 ilâ 60 bin sene önce Afrika’dan çıkıp bütün dünyâya yayıldılar. Hint’e, Çin’e, Kuzey Avrupa’ya, Anadolu’ya doğru yürüdüler ve bu arada mozaik adaptasyonlarla cilt renkleri, boyları, kemik yapıları değişime uğrasa da, bütün insan türü tek bir ırktır. Meselâ çok yakın akraba olan atla eşek çiftleştiğinde ortaya güçlü ama kısır bir hayvan olan katır çıkar; yâni üremesi mümkün değildir. Hâlbuki Afrika’daki Buşmanlar’la kutuplardaki Eskimolar aynı şeyi yaparlarsa dahi, nur topu gibi çocukları olur.
Yâni, hepimiz kardeşiz!
Irkçılık ve etnik bölücülük, bizatihi en büyük insanlık düşmanlığıdır.
Son büyük Buz Çağı’nda Amerika’ya, akabinde Avustralya’ya kadar yayıldı insanoğlu…
Önceleri avcı-toplayıcıydık ve sürekli olarak yer değiştiriyorduk. Son derecede sosyal bir hayvan olduğumuz için, atalarımız hemen âileler kurup bir arada yaşamaya başladılar. Zamanla bunlar çok genişledi, büyük (250-300) kişilik gruplar hâline geldi. Bu kadar büyük grubu alfa-dominant erkekler denetleyemeyince, ortaya bir grup bölücü çıktı; bir miktar kavga gürültüyle de olsa, ayrılıp kendi yerleşkelerini kurdular; tıpkı arılsarın oğul vermesi gibi. Bu sâyede de genetik kirlenmenin önüne geçildi, memetik (kültürel) alışveriş de ufaktan ufaktan başladı…
Dağlar ve sarp kayalardan ovalara inen Homo sapiens sapiensler burada ziraatla yâni kültürle tanıştılar. Tohum ektiler, hasadı beklediler ve düşünecek çok uzun zamanları oldu. Güneşin doğuşu, batışı, mehtâbın uyanması, mevsimler… Bütün bu tabiat olaylarından çok etkilendiler ve onlara perestiş ettiler, zamanla da tapmaya başladılar. Günümüzde de hâlâ güneşe, aya tapanlar var.
İlk büyük dinler de o zamanlar ortaya çıktı. Animizm ve Animalizm’de her şey canlıydı, her şey bir bütünün parçasıydı ve avlarına büyük saygı duyuyorlar, atalarının rûhlarına dua ediyorlar, adaklar ve sunaklarda kurbanlar veriyorlardı. Şamanizm denen inançlar bütünün de de aynı özellikler mevcuttu. O zamanlar, eskiden zannedildiğinden çok daha az kavga, dövüş vardı.
Zamanla daha büyük dinler doğdu ve on binler, yüz binler, milyonlarca kişi bunlara mensubiyet içerisine girdi. İnsanların bilgileri arttıkça, tamamen evrimsel kökenli olan mülkiyet hisleri de uyandı. Mülkiyet demek şiddet demekti ve on binlerce sene filânca tanrıyı, falanca ilâhı bahane eden bilgi sâhipleri, avamı köleleştirerek “kutsal” diye diye hârplere yolladılar. Bütün Ortaçağ bu bataklık içerisinde geçti. Çoğumuz üç beş tânesinden haberdarız ama hâlen dünyâda 5000’den fazla din var!
Daha sonra yazı icat edildi ve büyük bir medeniyet sıçramasıyla, bilhassa Sümerler’den başlayarak, şehir hayatına geçildi. Artık, bilgiyi yâni nüfuzu yâni gücü elinde bulunduran, diğerlerine tahakküm etmeye ve soykırımlar yapmaya başladı.
Derebeylikleri birleşip federalleştiler, sonra devlet oldular. Bâzıları federe devlet, kantonlar gibi idârî bölümlerle doğsa da, uluslararası arenada yerlerini aldılar.
Rönesans ve Reformasyon hareketleriyle beraber pozitif bilim, eleştirel düşünce ve büyük ideolojiler dönemi başladı.
Dinler de, ideolojiler de aslında insan icadı sosyal kurumlar oldukları ve birinciler cenneti bu âlemde, ikinciler öbür âlemde vaat ettikleri için, her ikisinin de mensupları hâlâ ortalıkta cirit atmakta, dünyâmız kanla dolmaktadır.
Hâlbuki Batı Âlemi’nin Avrupa ve Britanya denen kısmının kendi yarattıkları dinlerden çektiklerini fark edip, tarih, kader, keder ve ülküsü içinde yakınlaşmaları yakın zamanlarda oldu. Aynı Jesus (İsa) adına, ideolojiler (Diyalektik Materyalizm, Nasyonal Sosyalizm vs., Faşizm, genellikle sanıldığının aksine bir ideoloji bile değildir) adına binlerce hârpte milyonlarca hemcinsini katleden merhamet yoksunu zihniyet, bal gibi de insancıl (humanitarian) yaklaşımlarla beraber dinler de, ideolojiler de ıslah edilebilirdi. Gene bizden birileri buna müsaade etmedi: Homo hominis lupus est (Plautus MÖ 184)!
Bunun 2012’de ulaşılabilen en güzel örneği millet olabilmekti.
Zâten paylaşılan paylaşılmış, İtalyanlar İtalyan, Portekizliler Portekizli… olup çıkmışlardı. Bu arada Osmanlı da her medeniyet gibi doğmuş, büyümüş, duraklamış, yaşlanmış ve ölmüştü.
Onun küllerinden doğan, dünyânın en haklı İstiklâl Hârbi’ni kendisine “eşek”,”etrak-ı bî-idrak” denen Türk Milleti yaparak, tarihteki 17. Türk Devleti’ni kurdu. Başkomutan da Gâzi Mustafa Kemâl Atatürk’tü.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ne Amerikalılar gibi müstevlî, ne de Portekizliler gibi emperyalistti…
En son olarak büyük bir diplomasi başarısıyla son bağımsız Türk Devleti’ni kurdular. Amaçlarını da açıkça ortaya koydular: Yurtta sûlh, cihanda sûlh!
Günümüzde bu dünyâda ayakta durabilmenin tek ve olmazsa olmaz yolu millet olmaktır ve Türk Milleti buna ziyâdesiyle lâyıktır.
Bu memlekette atmışın üzerinde etnik, daha da fazla dinî unsur var ve bu aziz memleketi omuz omuza savaşarak kurduk. Kimliğimiz de belliydi: Türklük.
Türkiye, bilimsel bir deyişle bir eriyiktir, mozaik değil! Mozaiğe vurdun mu darmadağın olur; hâlbuki eriyik aynen kalır. Daha da hoş bir ifâdeyle, çağdaş anlamıyla Türklük aşure gibidir; en ufak parçası eksilirse tadı bozulur. Başka ülkeler için makûl ve mantıklı olan federal devletler ve konfederasyon, bizim için yıkım demektir!
İşte, yeniden Ortaçağ batağına düşmemek için lâiklik (Amerikan modeli sekülarizm değil) bu ülkenin tek dayanağıdır. Çünkü büyüsel düşünce ruhsal aygıtımızın (psişemizin) en temelinde durur ve onu en net olarak besleyebilecek tek şey hâlâ dindir. Meselâ ben hayatım boyunca Allah’a inanmışımdır ama dindarlığımın derecesi sâdece bu kültür iklimine olan alışkanlığımdan, mensubiyetimden kaynaklanan sosyal bir âidiyetten daha fazla değildir. Tamamen kişisel hermenütiğimi dile getirmek isterim: Ben Vahdet-i Vücûd (Diyalektik Teizm veya Panenteizm) inancıyla rûhânî huzuru yakaladım.
Bilhassa artan bölücü hareketlere karşı da en önemli kalkanımız Türkçe’dir; başka anadil olmaz ve olursa da bölünürüz.
Hâlâ bölücülerin önde gelenlerinin dahi Türkçe konuştuğunu unutmayalım.
Eğer müstevlîlerin hâince tuzaklarına düşmezsek ve millî/ulusal değerlerimizi, anadilimizi, ülkü beraberliğimizi korursak, hiç kimse bize bir şey yapamaz.
Belki çok sıkıntı çektik, çekmekteyiz ve çekeceğiz ama bu millet en kötü ahvâl ve şerâitte dahi kendi küllerinden gene doğar, 18. devletini kurar.
Atatürk’ün öldüğü yaştayım.
Mahcubum ona karşı, yeterince bu vatana hizmet edemedim diye.
Bu ülkeden başka bir şey beklediğim yok…
Ne Mutlu Türk’üm Diyene!