MAZIDAĞI’NDAN GELEN UYARI
Mardin’in Mazıdağı ilçesinin Bilge köyünde yaşanan katliam hakkında yapılan yorumları okuduğum zaman, Türkiye aydınlarının fikir üretmede, herhangi bir olayın arka planını analiz etmedeki yeteneksizliğini, ne yazık ki, tekrar tespit edebiliyorum. Sorulması gereken temel sorular es geçiliyor, ama, saatlerce üzerine “geyik muhabbeti” yapabileceğiniz unsurlar ön plana çıkarılıyor. Bunun nedenlerini başka bir yazıya bırakalım.
Mazıdağı katliamının gösterdiğin bir nokta da, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı sıfatını taşıyan Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetmekle sorumlu olduğu ülkenin sorunlarına karşı bulabildiği cevaptır: “Eğitim şart”! Erdoğan, ısrarla olayın bir “terör vakası değil töre cinayeti” olduğunu vurgularken, asıl yapmak istediği, olayın sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yarattığı infial karşısında, sorumluluk alanını daraltmaktır. Aynen, ekonomik kriz karşısında, önce “bizi teğet geçecek” derken, şimdi, “bu bizim kirizimiz değil, dünya krizde” diyerek kendi sorumluluk alanını daraltmaya çabalaması gibi!
Bir politikacının, toplum karşısına çıktığında, başarısızlıkları başkalarına, ama başarıları hep kendi hanesine yazmaya kalkışmasının ahlaki boyutunu şimdilik kenarda tutarak soralım: Bu katliamın bir “töre cinayeti” olarak tespit edilmesi Başbakan’ın sorumluluğunu azaltır mı?
EĞİTİM ŞART MI?
Erdoğan’ın, Mazıdağı katliamının bir töre cinayeti olduğunu açıklarken yaptığı en önemli vurgu, “Bu olay vesilesiyle bir kez daha bölgedeki üniversitelerimizi, medya kuruluşlarını, sivil toplum örgütlerini, eğitim kurumlarını, kanaat önderlerini göreve davet ediyorum” şeklindedir. Bu davetini daha önce ne zaman, kimlere, hangi vesileyle yaptığını ve sonuçların ne olduğunu sormak istemekle birlikte, ana konumuzdan ayrılmayalım.
Gerçekten de, toplumun büyük çoğunluğunda, töre cinayetlerinin eğitim ile ortadan kaldırılabileceği yönünde, büyük bir anlayış birliği vardır. Peki gerçekten de öyle midir? Soruyu açmak için, tersinden soralım: Töre cinayetlerinin temel nedeni eğitimsizlik midir? Bu sorunun cevabı olacak “şeytani soru” işe şudur: Türkiye’de eğitim sisteminde töreleri hedef alan bir program/müfredat var mıdır? Elbette yoktur!
Peki, o halde, töre cinayetleri ile eğitim arasında kurulan ilişki neden yoğunlukla kabul görmektedir?
Öncelikle törenin tanımına bakalım. TDK bu konuda şöyle bir tanım yapmış: “Bir toplulukta benimsenmiş, yerleşmiş davranış ve yaşama biçimlerinin, kuralların, görenek ve geleneklerin, ortaklaşa alışkanlıkların, tutulan yolların bütünü, âdet.”
Topluluklar içerisinde kuralların benimsenmesi ve yerleşmesi çoğunlukla yüzlerce yıllık zaman dilimleri içerisinde gerçekleşir. Bu türden kuralların benimsenmesi, topluluğun tüm yaşama tarzını belirler. Yani, çalışma, eğlence, aile içi kurallar silsilesi ve diğer toplumsal ve bireysel etkinliklerin hepsinin birden belirlendiği bir bütündür, töreler. Böyle olunca da, bütün toplumsal ilişkilerin “nizamname”si olan, yani bir anlamda “toplum hukuku” diyebileceğimiz töre, tüm toplumsal yaşamın niteliğinin değişmediği bir durumda nasıl ortadan kalkabilecektir?
Eğitim böyle büyük bir değişimi gerçekleştirme gücüne sahip midir? Tabii ki, hayır!
Eğitim, bir topluma kendi ihtiyacı dışında herhangi bir şey veremez. Eğitime atfedilen/yüklenen bu türden görevler çoğunlukla, politikacılar için kaçma; sorumluluğu üzerinden atma işlevi görürler. Ne yazık ki, bu durumda da, aynısı olmuştur. Millet olarak, Mardin, Mazıdağı’nda gerçekleşen katliama içimiz parçalanarak ağlarken, Başbakan dahil, söyleyebildiğimiz tek fikir “eğitim olsaydı, bu katliam olmazdı” şeklinde özetlenmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında ilan edilişinden itibaren, kırsal kesimlerde hakim olan ve modern dünyanın eşitlik ilkesinin yerine, katmanlı haklar silsilesini oluşturan, doğduğu katmana göre tüm hayatının (kölelik/efendilik) şekillendiği, tüm toplum üyeleri için geçerli olan “hukuk birliği” yerine, üye olduğu katmanın haklarına göre dağıtılan bir “adalet”ten pay alan sistemin nasıl dönüştürüleceği önemli bir tartışma konusu olmuştur.
Kırsal kesimde hakimiyetini sürdüren bu sistemin kırılabilmesi için yapılması gereken temel eylemin “toprak reformu” olduğu görüşü ise, hiçbir zaman uygulamaya geçirilememiştir. Siyasi partilerin büyük çoğunluğu, toprak ağalarının kontrol ettiği “oy depoları”ndan vazgeçmek anlamına da gelecek olan bu reformu gündemlerine almamışlar ve var olan sistemle uzlaşmayı tercih etmişlerdir. Bu uzlaşma, ülkenin bir yarısında sanayileşmeden, modern yaşamdan pay alamayan ve bağlı bulunduğu ağanın hukukunu herşeyden üstün tutan insan topluluğunun tüm cumhuriyet devrimlerine ve kazanımlarına inat varlığını sürdürmesine neden olmuştur.
Dolayısıyla, Bilge köyünün insanlarına yapılan vahşetin sorumlusu da, bu ağalık sistemini dağıtmak görevi olduğu halde, dağıtmayan ve tersine onunla kendi siyasi hayatını garanti altına almak adına uzlaşan siyasetçi tipidir. Bu siyasetçi tipi yaşadıkça, eğitimden katkı beklemek, traji-komik bir yalan olmanın ötesinde, toplumun aldatılmasına devam etmek demektir.
KORUCULUK SİSTEMİNİN HİÇ Mİ SUÇU YOK?
Mazıdağı’ndaki katliamın bir önemli yönü de, koruculuk sistemini tekrar tartışmaya açmaya neden olmasıdır. Çünkü, katliamı gerçekleştirenler de korucudur ve köylülerin silahlanmasına, köyün terörle mücadeleye katkısı nedeniyle izin verilmiştir.
Devletin asli görevi olan güvenlik, hiçbir şekilde üçüncü kişileri veya topluluklara devir edilemez. Bu, hem modern bir devletin kesinlikle başvurmayacağı bir yöntemdir ve hem de anayasal bir suçtur. TSK İç Hizmet Kanunu’nun 1. ve 2. maddeleri, 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu ve 2803 sayılı Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu güvenlik ile ilgili olarak sorumlu ve yetkili devlet kurumlarını düzenlemiştir. Bunun dışında her düzenleme yasadışıdır.
Bu yasadışılık, Köy Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle aşılmak istenmiştir. 1924 yılında kabul edilen 442 sayılı Köy Kanunu, kırsal alanda “herkesin ırzını, canını ve malını korumak için” muhtara bağlı ve muhtarın atayacağı köy koruyucusu bulundurmayı düzenlemiştir (Md. 68 vd.). Aynı kanunun 74. maddesi ise, özel durumlarda köy halkının da koruyuculuk işinde gönüllü olarak yardımcı olabileceğini hükme bağlar:
“Madde 74 – Köy muhtarı ve ihtiyar meclisi mahsul zamanlarında çapulcular ve eşkiya
türemiş ise yağmadan köy halkını korumak için köylünün eli silah tutanlarından lüzumu kadarını gönüllü korucu ayırarak bunların isimlerini bir kağıda yazıp kaymakama götürür. Kaymakamın müsaadesi olursa bu gönüllü korucular asıl korucularla beraber yağmacılara ve eşkiyaya karşı köy ve köylüyü korurlar.”
Bu madde, ABD’nin özellikle Latin ve Orta Amerika ülkelerinde paramiliter grupların desteği ile yürüttüğü kontrgerilla mücadelesinde başarılı olduğu varsayılarak, şu şekilde değiştirilmiştir:
“Ek: 26/3/1985 - 3175/1 md.; Değişik: 27/5/2007 - 5673/1 md.) Bakanlar Kurulunca
tespit edilecek illerde; olağanüstü hal ilanını gerektiren sebeplere ve şiddet hareketlerine ait ciddi belirtilerin köyde veya çevrede ortaya çıkması veya her ne sebeple olursa olsun köylünün canına ve malına tecavüz hareketlerinin artması hallerinde, valinin teklifi ve İçişleri Bakanının onayı ile yeteri kadar geçici köy korucusu görevlendirilmesi kararlaştırılabilir. Bu şekilde görevlendirilecek geçici köy korucusu sayısı 40.000 kişiyi geçemez. Bakanlar Kurulu bu sayıyı yüzde elliye kadar artırmaya yetkilidir. Görevlendirmeyi gerektiren hallerin ortadan kalkması durumunda veya idarî zaruret hallerinde görevlendirmeye ilişkin aynı usûl uygulanmak suretiyle geçici köy korucusu olarak yapılan görevlendirmelere son verilebilir.”
Bu değişiklikle, yasanın özünde bulunan “gönüllü”lük esası, “geçici” tanımı ile aşılmaya çalışılmıştır. Öte yandan, korucular muhtar yerine “korucubaşı” şeklinde, farklı bir hiyerarşik yapı içerisinde düzenlenmiştir ki, bu durum da yasadışı bir oluşumun ifadesidir.
ABD’nin telkinlerine uyularak, köy korucuları ile Türkiye’de terörle mücadelede büyük başarı kazanılabileceği öngörülmüştür. Ancak, 24 yılın bilançosunu çıkardığımızda, köy koruculuğunun bırakalım terörle mücadeleyi, tersine terörün kitle desteği kazanmasında katalizatör olduğu durumlar da tespit edilmiştir. Bölgede görev yapan çok sayıda subayın deneyimleri de, köy koruculuğunun terörle mücadelede işlevsel bir konumu olmadığını işaret etmektedir.
Tersine, terörle mücadelenin yarattığı kaosun ortasında, silahlı bir grup sivilin, sılahsız sivillere karşı tahakküm kurmasının yolu açılmıştır. Yazımızın başında ortaya koyduğumuz, ağalık sisteminin halen geçerli olduğunu göz önüne aldığımızda, bugün sayısının 72 bini bulduğu söylenen köy korucularının bölgedeki iktidar kavgalarında ne denli belirleyici olabileceği ortaya çıkar.
Devlet kendi kuruluş ruhuna uygun olarak çözmek zorunda ve yükümlülüğünde olduğu ortaçağ yapısını kendi elleriyle, maaş vererek beslemektedir. Halbuki, devletin bir yılda köy korucularına ödediği 360 milyon TL, bölge halkının ağalık sisteminden kurtulması için harcanmış olsa, eminim ki, terörle çok daha başarılı bir mücadele gerçekleştirilmiş olur. Bu yazının konusu olmadığı için girmediğim, ama, terörün de ağalık sisteminden beslendiği ve yaşadığı gerçeği de önümüzde durmaktadır.
Mazıdağı, Bilge köyünde gerçekleşen katliamın sorumlusu kimdir, size?
--
A. R.Özkan