İnsanın bildiğiyle böbürlenmesinin gereksizliği ve yararsızlığı yanında, daha çok bilgi edinmek için okumayı, dinlemeyi, izlemeyi, denemeyi de bilmesi gerekir.
Lao Tse, «Çok bilen çok konuşmaz; çok konuşan da çek bilmez» diyerek, bilginliğin en önemli niteliklerinden birini vurgulamış.
Shakespeare, «Herkesin dediğine kulak ver fakat kendin az söyle; herkesin düşündüğünü dinle fakat kendin yargıla.» diyerek, iyi bir okuyucu gibi iyi bir dinleyicinin de mutlaka bilgisini geliştirip genişleteceğini fakat bunun için akıl kullanma zorunluluğunu ortaya koymuş.
Sophokles, «Başkalarından bir şey öğrenmek ve dik kafalı olmamakla hiçbir akıllı insanın onuru azalmaz.» demiş.
Aksine, bildiğini tamamlayan, bilmediğini de öğrenen kişi, yanlış ve noksan olan bilgilerinin üzerinde bağnazlıkla direnmeyen kişi, daha çok onur ve saygınlık kazanır.
Bu erdemi kazanamayan bir insanın geleceğini Nietsche şu özdeyişi ile dile getirmiş: «Noksan bilgi insanı çok kere yanılgılara sürükler.»
Susmasını bilmek, her şeyden önce işte bütün bunlardan dolayı önemli ve gereklidir.
Susmak, birçok kaynakta anlatıldığı üzere Hermetizmde ilk çıraklık döneminin zorunlu bir geleneğiydi. İsis tapınaklarında yetkinlik yolunda hazırlanmak isteyen rahip adayları, yıllarca tek bir söz bile söylemeden susmak zorundaydı. Bu susuş belki de acı vericiydi; rahip adayı kendi bilgilerini de haykırmak özlemi içinde çırpınıp dururdu. Her girişiminde aldığı yanıt aynı olurdu: «Sus ve çalış.» Zamanla, tüm evrenin bilgisinin yanı sıra kendi bildiklerinin cüceliğinin bilincine varır, bu arada teker teker yanılgılarını keşfeder, susmanın erdemini hayranlıkla benimserdi.
Susmanın, susmayı bilmenin gereklerinden biri alçak gönüllülükle bilgi edinmektir. Fakat susmayı bilerek susmanın önemi yalnızca bundan oluşmamaktadır.
Susmak, bir saygı gereğidir. Kleobulos, «Babayı saymak gerek; dinlemeyi sevmeli, gevezeliği değil.» demiş.
Büyüklerinden, kendinden daha bilgili ve deneyimli olanlardan yararlanmak isteyen kişi, susarak saygı göstermesini bilmelidir. Susmayı gerektiren bu saygı, yalnız büyüklere ve daha bilgili ya da deneyimli olanlara değil, herkese karşı gösterilmelidir. Böylesine bir saygı, karşılıklı özgürlüğün, söz hakkı eşitliğinin, düşünceye gösterilecek toleransın kaçınılmaz gereğidir.
Susmak, yalnızca bilgisizliğin değil, bilgi yetersizliğini ve noksanını bilmenin de bir ürünüdür. Bilgi yetersizliğini bilemeyen bir bilgisiz, gerekli gereksiz, zamanlı zamansız, yerli yersiz konuşur, yazar, çizer.
Oysa gerek bilgileriyle, gerek görgü ve deneyimleriyle gerekse düşünce evrenlerinin genişliğiyle olumlu erdemlerini birleştirip yetkinliğin doğrultusunda ileri aşamalara ulaşabilmiş olan bilgeler, çok konuşmayıp öz konuşmayı ve genellikle suskun kalmayı yeğlemiştir.
Çok konuşarak bilgiçlik taslayan saygısızlardan olmamak için de susmayı bilmek gereklidir. (Diyorum da, beceremiyorum pek.)
Susmak bir önlemdir.
İnsan, çevresindekilerin her konudaki düşüncelerini, inançlarını, eğilimlerini, anlama ve kavrama düzeylerini, yeni ve değişik fikirleri ne denli toleransla karşılayıp karşılayamayacaklarını bilmeden; kendi düşüncelerini, kendi inançlarını, kendi eğilimlerini ortaya koyacak olursa, bundan çok zarar görebilir.
Bir önlem olarak susmayı bilmeyen kişi en azından yadırganır; sonra yanlış anlaşılır ve kötülenir hatta hakkında bir takım önyargıların uyanmasına ve böylelikle başkalarının olumsuz tutum ve tepkilerinin süreklilik kazanmasına neden olur. (Yıllar önce edinilmiş bir deneyimle desteklenmiştir.)
Bu açıdan ele alındığında susmak, yalnızca konuşmamayı değil, yazmamayı, çizmemeyi ve her ne biçimde olursa olsun açık seçik olarak anlatmamayı içerir. Ezoterik öğreti sistemini benimsemiş olan kurumların hemen hepsinin simgelere ve alegorik anlatımlara büyük önem vermelerinin bir nedeni de budur.
Eski Yunanın Yedi Bilgesi diye tanınan düşünürlerden biri olan Prieneli Bias bu konuda şöyle bir öğütlemede bulunmuş: «Önlemli olmayı sev. Fakirsen zenginleri eleştirme; meğer ki eleştirinde bir yarar bulunsun. Çabuk konuşmaktan sakın, çünkü bu deliliktir.»
Tarih boyunca susma önleminde kusur ettiği için büyük acılara katlanmış hatta bu uğurda yaşamını yitirmiş, kendisiyle birlikte birçok insanı da acılara ve tehlikelere sürüklemiş sayısız örnek, susmanın önemini gösterir. Gerçi bütün bu kişiler düşünce ve söz özgürlüğünün birer kahramanıdır; anıları ve yapıtları tarihin insanlık yararına katkılarını sayan övgü dolu sayfalarına geçmiştir ama yaşadıkları dönemde bunu anlatmaları mümkün olmamıştır. Kimisi bilgisizliğin yaygın oluşunun, kimisi bağnazlığın etkisi oluşunun, kimisi bireysel ya da zümresel çıkarların kurbanı edilmiştir. Bu durum, söz ve düşünce özgürlüğünün örnek boyutlara varmış olduğu Eski Yunanda bile örnekler vermiştir.
Kimileri önlemde kusur etmiş olan bu insanların yiğitçe kendilerini ortaya atışını yüceltirken, eğer susmuş olsalardı insanlığa bu katkılarda bulunamamış olacaklarını ileri sürer. Aslında kim bilir, belki de o zaman daha çok katkıda bulunabilirlerdi. Fakat aslında kim bilir, öyle davranarak kendilerinden sonraki kuşaklara örnek oldular.
M.Ö. 5. yüzyılda Atina’da “Kutsal Şeylere Dil Uzatma Yasası” çıkarılmıştı. Bu yasanın ilk kurbanı, halkın taptığı tanrılara inanmadığını apaçık söyleyen Anaxagoras oldu. Tanrıların akıl yoluyla bilinemeyeceğini kanıtlamaya çalışan Protogoras, Atina’dan kaçmak zorunda kalanlardan biriydi. Trajedi’nin babası sayılan Euripides, din sapığı olarak nitelendirilmiş ve hakkında soruşturma açılmıştı. Eğer Atinalılar zamanında gazete olsaydı, gazeteciler Sokrates’i tehlikeli bir adam olarak nitelendirirdi. Nitekim Sokrates, Aristophanes’in “Bulutlar” adlı komedisinde “dine aykırı yıkıcı fikirlerin temsilcisi” olarak sergilendi. Buna karşın yaşlılık dönemine kadar hep konuşan Sokrates, 70 yaşında iken dinsizlikle ve gençlerin ahlâkını bozmakla suçlanarak idam edildi. Kutsal Şeylere Dil Uzatma Yasası, Sokrates’in ölümünden yetmiş yıl sonra hiç konuşmayan ve hep yazan Aristoteles’i de buldu. Bu gösteriyor ki, insan hiç konuşmasa bile susmamış olabiliyor.
Batıl inançlarla bilgisizliğe gömülmüş, bağnazlığın bataklığına saplanmış, çıkarlara araç edilmiş bir toplum, susmayan insanı acımasızca yargılıyor. O Aristoteles ki, daha sonra bin yıllık Orta Çağ karanlığı boyunca fikirleri ve ilkeleri kesin ve değişmez olarak nitelenmişti. Fakat özgürlüklerin beşiği sayılan Eski Yunanda horlanmış, hırpalanmıştı.
Sokrates, savunmasında bilgin sayılan bir kişinin gerçekte olmadığını anlatınca, ona inanmış olan kimselerin düşmanlıklarını kazandığını daha sonra da yineliyor Platon’un kalemiyle: «Bundan sonra başka birine, daha çok bilgili tanınan başka birine gittim. Gene o sonuca vardım. Onun da, daha birçoklarının da düşmanlığını kazandım.»
Durum Eski Yunanda böyle olunca, Orta Çağda Avrupa’da düşünce ve görüşlerini ortaya serenlere yapılan baskı ve zulüm daha kolay anlaşılır.
Yaklaşık üç yüz yıl kadar süren bir zamana yayılan Rönesans hareketinden sonra insanların artık susmak zorunda kalmamış oldukları sanılırsa yanılgıya düşülmüş olur.
Kopernicus’un kitabını yayımlayan Osiander, bu yapıt yüzünden kopacak kıyameti göz önüne alarak giriş bölümüne bir ekleme yapmış ve “dünyanın devinimi” görüşünün yalnızca bir varsayım olarak öne sürüldüğünü söyleyerek kendini kurtarmıştır.
16. yüzyılda Servetus, Yahuda Ülkesi’nin çorak ve berbat bir yer olduğunu ileri süren bir Yunan coğrafyacısının sözlerini aktarınca, Kutsal Kitap ile çelişkiye düştüğü için yakılmıştır.
1600 yılında Giordiano Bruno, 1660’da Lucilio Vanini hep aynı akıbete uğramışlardır. Yalnızca Galleo Galilei değil, tüm bu insanlar insanlığın bilgilerine ışık tutmuştur ama susma önlemini alamadıklarından ışıklarının aydınlığı insanlığa pek zor ve üstelik yetersiz bir düzeyde yansıyabilmiştir.
Daha yakın cağlarda bildiğini söylemek özgürlüğü giderek artmıştır kuşkusuz. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nden Connecticut eyaletinin 1818 yılında yayımlanan anayasasında “Her yurttaş her konudaki düşüncesini serbestçe konuşmak yazmak ve yaymak hakkını taşır.” denmiş fakat bununla kalınmayarak şu da eklenmiştir: “Ancak bu özgürlüğün kötüye kullanılmasından da sorumludur.”
Bertrand Russell şöyle demiş: «Halk, kendi düşüncesine aykırı davranandan çok halk oyundan korkana karşı zorbalık eder. Yakın komşulardan çekinme eskiye göre pek azalmıştır ama onun yerine gazetelerin yazması korkusu çıkmıştır. Bu da Orta Çağlardaki büyücü baskınları kadar dehşet vericidir. Aslında bu derdin tek çaresi, kamuoyundaki toleransın artmasıdır. Toleransın artması içinse, mutluluğun tadını çıkaran kimselerin çoğalması ve böylece en büyük zevkleri insan kardeşlerine acı çektirmek olan kişilerin sayıca azalmasıdır.»
Çağımızda bile, özgürlüğün en geniş olduğu varsayılan Amerika’da bile susmak, bir önlem olma niteliğini sürdürmektedir.
Ancak hep susmak, hep dinlemek, hep okumak, hep izlemek, dolayısıyla hep öğrenmek fakat bildiklerini ve öğrendiklerini başkalarına aktarmamak da olumlu karşılanamaz.
Herkes hep susup hep dinleyecek olursa, hep okuyup ve izleyip hiç yazmayacak olursa, toplumlar yalnızca kendilerinden öncekilerin bilgi ve deneyimlerine bağımlı kalır. Bu da doğal olarak hem bilimsel, hem kültürel, hem sosyal hem de filozofik bakımlardan önce bir duraklamayı, sonra da yavaş gerilemeyi, en sonunda da bir çöküntüyü kaçınılmaz kılar.
İnsanlığın önünde bir ibret dersi olarak duran Orta Çağ Skolastik Düşünce Yöntemi daha henüz yeterince eskiyememiştir. Tam bin yıl boyunca Aristoteles mantığı ve sistemine saplanıp kalmış, bununla ve Kutsal Kitaplar ile çelişkili olabilecek her görüşü peşin olarak geçersiz saymış olan bu sistem, insanlığın evrimini yüzlerce yıllık gecikmeye uğratmıştır.
Orta Çağ ve kısmen sonrasında zorla susturulan insanlar, içinde bulunduğumuz çağda da geçmişten örnek alarak «Susmak yararlı ve gerekli bir önlemdir.» deyip, tümüyle susacak olursa, alınacak sonuç pek farklı olmasa gerektir.
Şu halde susmayı bilmek kadar susmanın sınırını da bilmek zorunludur.
Susmakta aşırılığa kaçmak, bir alçak gönüllülük olmaktan çıkar, korkaklığa dönüşür. Korkaklık ise bencilliğin bir görüntüsüdür.
Bir kişide batıl düşüncelere, yanlış görüşlere, sahtekârlıklara ve bağnazlığa etkili bir biçimde yüklenme gücü varsa, bu gücünü kullanması onun sosyal görevidir.
Felizoflar Ansiklopedisi'nin yazarı Cemil Sena Ongun, bir özdeyişinde dogmalara ve batıl inançlara saplanmış olan insanları şöyle anlatıyor: «Bazı beyinler ağzı kapalı boş şişelere benzerler. Bunların ne dışarıdan içlerine bir şey konulabilir ne de içlerinden bir şeyler çıkarılabilir.»
Şişenin tıpası çıkarılmadığı sürece doğru… Aslında hüner de şişeyi doldurmak ya da boşaltmakta değil, tıpayı çıkarmaktadır. Bunun için ise dikkatli davranmak gerekir; yavaş yavaş, usul usul çekmek gerekir; ne tıpayı parçalamak ne de şişeyi kırmak olumlu bir sonuç getirmeyecektir. Çünkü o tıpa bir kez çıkarılabildi mi, tekrar yerine yerleştirilmelidir; bundan böyle hem şişeye bir şey koyabilmek hem de gereğinde içinde olanı çıkarabilmek için.
Susmayı bilmek, sınırsızcasına suskun kalmak demek olmamalıdır. Susmayı bilmek, gereğince ve uyumlu ölçüde konuşup, yazıp çizip, gereksiz ve sırasız sözlerden, yazılardan ve çizgilerden sakınmayı becerebilmek olmalıdır.
Susmayı bilmek, bilginin ve düşüncenin her yerde ve her zaman alçak gönüllülükle alınmasına karşılık, aynı bilgi ve düşüncenin her yerde ve her zaman gelişigüzel herkese aktarılmaması anlamında değerlendirilmelidir.
SONUÇ:
Bilelim ve susalım ama nerede susmak nerede susmamak gerektiğini de bilelim.
Sevgilerle,