Özer Baysaling’in FANTASTİK adlı kitabını tanıtırken sanırım bir yanlışlık/eksiklik yaptım.
Tamam kitaptan bazı bölümleri forum alanı içinde aktaracağım ama burada hiç olmazsa girişinden bazı pasajlar vermeliydim.
Bunu şimdi yapacağım.
Yazar Özer Baysaling şöyle diyor:
Ben, bir yazgıyla kanserle cezalandırılmış bir sabıkalıyım.
Yazgı diyorum, çünkü yargısız bir infazdı bu. Bana sorarsanız, hiçbir suçum yoktu. Fakat şimdi düşünüyorum da, bilmeden bu cezaya çarptırılmamı gerektirecek birçok suç işlemiş de olabilirim.
Örneğin ben bilime, akla, bilgeliğe, insanlara sadece bunların yol gösterip ışık tutacağına, insanın ancak böylece aydınlanabileceğine inanırım. Kim bilir, belki de suçum budur!
Bu kitabı okurken benim birtakım metafizik, özellikle mistik duygulara kapıldığımı, bana göre öyle değil ama belki size göre dinsel nitelikli şeyler anlattığımı düşünebilirsiniz. Belki siz de beni acımasızca sorguya çekersiniz, «Hani sen bilime, akla ve bilgeliğe inanıyordun? Burada kalkmış başka âlemlerden, ruhlardan, ilâhi bilgilerden söz ediyor, birtakım olmadık, bilim ve akıl dışı şeyler anlatıyorsun. Bu ne perhiz ne lahana turşusu?» diye…
Anlatacaklarımın arasında belki de en önemli mesajım şudur:
«Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Her şeyin dıştan görüntüsünün ardında başka bir şey vardır. Gerçeği bulabilmek için ona da bakmak, onu da iyi görmek ve anlamak gerekir.»
**********
2006 yılında, birden lenf kanserinin en kötü türüyle tutuklandım. Dokuz ay süründüm. Ameliyat, kemoterapi ve zatürree zindanlarında yatarak çile çektim. Ölümü yaşadım.
Sonra müthiş bir ışık gördüm... Bu, varlığın ve aydınlanmanın inanılmaz etkileyici ışığıydı. Ona ulaşmak istiyordum. İnsanın ölümcül bir felaketten sonra yüksek bilince dönüşüm kanalları açılıyor.
Sonuçta, çektiğim acılar içinde akıttığım gözyaşlarım, hayrı görecek gözlerimin cilası oldu.
Şimdilik özgürüm. Ancak tekrar tutuklanıp tutuklanmayacağımı bilemeden, günü yakalayıp, anı yaşamaya çalışıyorum.
Yaşam, ateşböceğinin bir anlık yanıp sönüşü kadar kısa... Ezel dediğimiz geçmiş sonsuzluktan gelen ve ebet dediğimiz geleceğe yönelik sonsuzluğa giden akışkanlık içindeki kısacık ömrümüz... Yol alırken yavaş ilerliyor gibi hissettiğimiz, yolun sonunda göz açıp kaparcasına geçip gitmiş olan yaşantımız...
**********
Hastalığımı açıklamak önceleri bana çok zor geldi. Bir hatanın, kusur ya da suçun itiraf edilmesi gibiydi bu. Kendimi acındırmak, duygu sömürüsü yapmak istemiyordum. Bu yüzden ölmeden ölüyordum; benim için «Vah, vah! Zavallı! Kansermiş, ölecekmiş.» diyecekler diye…
Ölünce cenazemin nereden kaldırılacağını, cenazeye gelenlerin, kim bilir nasıl bir havada benim için eziyete gireceklerini, beni beyaz kefen içinde kara toprağın çukuruna bırakacaklarını, bedenimin nasıl çürüyüp yok olacağını düşünüyor, aklımı yitirecek gibi oluyordum.
Hayret!... Sanki insan nasıl olsa günün birinde ölmeyecek, bütün bunlar yapılmayacak, bedeni toprağa karışarak çürüyüp gitmeyecekmiş gibi!... Ancak işte olağan zamanda düşünülmeyen bu gerçek, ölümle ayan beyan yüz yüze gelince, dank diye çakılıyordu insanın kafasına.
Ömrümce hiç ulaşamayacağımı bildiğim bilgelik yolunda, eğer ben bir taş idiysem, ham bir taş, onu elimden geldiğince yontarak düzgün bir biçime sokma mücadelesi vermiştim. İyi bir insan, iyi bir yurttaş olmaya çalışmıştım. Bilgim ve kapasitem elverdiğince felsefi düşüncelere de dalmıştım. Ancak hastalığım yaşama ilişkin birçok düşüncemi alt üst, allak bullak etti: Daha önce peşinde koştuğum, önemsediğim, değer verdiğim, üzüldüğüm birçok şey için nice günleri, ayları, yılları bozuk para gibi harcayıp tüketmişim yok yere!
**********
Yaşam, bir açıdan zamanların toplamı sayılabilir. Ancak eldeki kum taneleri gibi akıp gidiyor. Avucunuzdan isteseniz de istemeseniz de dökülen o kum tanelerini yeni baştan toplayamazsınız. Zaten bu yüzden zamanı yakalayabilenler yaşamı daha iyi değerlendirebiliyor. Sonraki pişmanlık, kocaman bir boşluktan başka bir şey değil.
O an için doğru görerek yaptığımız birçok şeyin boş olduğunu ancak yaşayıp, bireysel evrimin zorluklarla dolu engebelerini aştıkça anlıyoruz. Nasıl yaşanması gerektiğini ise, ölümü kendimize iyice yakın hissettiğimizde kavrıyoruz. İşte o zaman ne yazık ki artık çok geç kalmış olduğumuzun farkına varıyoruz.
Yaşadığım yıllar akıp giderken hep bir şeyler kopardı benden, öldürücü yaralarını bağrımda bırakarak… Bu yüzden hatalarım, sonradan dolu bir yaşam uğruna ödediğim bedeller oldu.
**********
İnsan yaşamı boyunca birçok engelle karşılaşır, sınavlardan geçer. Çocukluk ve gençlik çağında insana el verenler vardır sınavları geçebilmesi için; anası ve babası, hısım akrabası gibi… Gençliğinde onların yerini daha çok dost ve arkadaşları alır; hele iyi bir önderi varsa, çok daha rahat ve güvenle ilerler yaşam yolculuğunda. Ancak yaş ilerleyip de olgunluk çağına geldiğinde, kendi başına kalır.
Engeller yaşlılıkta bile bitmemiş, sınavlar sona ermemiştir ama bunlarla başa çıkabilmek için şimdi tek dayanağı özgürce kullanabileceği bireysel buyrultusudur insanın.
Siz de konuya empati ile yaklaşıp benim gibi kanser olduğunuzu düşünebildiniz mi?... Bunu yapabilmişseniz, ha düştünüz ha düşeceğiniz bir uçurumun yan yüzünde, kayalıklara tutunup kalakalmış gibisiniz… Aşağıya bir göz atıyorsunuz; orada ölüm var. Gücünüz ve olanağınız yukarıya tırmanmaya yetmiyor. Aşağıdaki ölümün soğuk nefesi, ensenizi yalayıp geçiyor. Yuvarlanıp gitmenizin olasılığı, kurtulma şansınızdan çok daha fazla... Şayet bu uçurumu sağ salim atlatırsanız, yetkinleşme yolundaki en önemli sınavı da geçmiş olacaksınız.
Bu sınavı geçmek için ne gerekli?
Çoğunluğun yanıtı hazır: «Tanrı’ya inan. Ona güven.»
Hastalanmamak için Tanrı’ya inanmak ve güvenmek yetmiyor; durup dururken ölmemek için de bir çare değil bu. Şimdi ben burada «Tanrı’ya inanmayın. Ona güvenmeyin.» demiyorum. Çünkü buna karşıt olarak, inançsızlık da kurtarmıyor insanı. Hatta öyle veya böyle inanç insana asılma ve dayanma gücü de veriyor. Aslında bu işin ne Tanrı inancıyla ne de inançsızlıkla ilgisi var.
Umut kesmemek de iyi ve doğru ama bunu sadece Allah’a bağlamak yeterli mi?... Kanser ya da bir başka ölümcül hastalık söz konusu olunca umudun başka kaynakları var; öncelikle genelde bilim ve özelde tıp… Fakat tıbbın günümüzde henüz çözememiş olduğu olaylar ile karşılaşıyoruz. Bilimsel açıklaması olmadığı için de onlara “mucize” deniyor ancak…
Bakın size bir öyküyü özetleyerek anlatayım.
Kurtuluşu olanaksız, ölümcül bir hasta varmış.
Küpten serin su istemiş. Vermişler.
Gel zaman git zaman… Hep aynı küpten içmiş.
Bir süre sonra iyileşip ayağa kalkmış.
Adamın iyileşmesini küpün suyuna bağlamışlar. Merak etmişler bu küpün suyunda ne var diye… Bakmışlar ki, küpün dibinde zehirli bir yılan ölüsü yatıyormuş. Yılanın zehri adama şifa olmuş.
**********
İnsan, üç şeyin elden gitmeden değerini yeterince bilmiyor: Gençlik, sağlık ve sevgi.
Bilgi ve bilgeliğin yolları önümde açık olduğu halde, meğer ben çoklukla gereksiz rotalarda dolaşmışım. Bu yüzden de geride bıraktığım altmış küsur yılın çoğu boşa gitmiş. Belki başkaları bana bunun doğru olmadığını, alçak gönüllülüğü abarttığımı söyleyebilir ama ben objektif bir tutumla baktığımda kendimi öyle görüyorum. Sanırım insan acı çekerken daha iyi görüyor ve gerçeği kavrama olanağı açılıyor.
Şimdi gerek haz aldığım gerek acı duyduğum şeylerde yaşamın anlamını arıyorum. Bu, acıların rahat taşındığı anlamına gelmemeli ama ruhsal gelişime katkı sağladığı, insanı olgunlaştırdığı da kesin.
Acılara pek diyeceğim olamaz ama yıllar boyunca incir çekirdeğini bile doldurmayacak ne çok şeye üzüldüğümü hatta ne boş şeyler peşinde koştuğumu şimdi daha iyi düşünerek hayıflanıyorum.
«İş işten geçtikten sonra bunun ne yararı var ki?» diyeceksiniz. Öyle demeyin; daha iş işten geçmez.
**********
Yazgının kurbanını oynamak ve teslim olmak en kolay yoldu.
Ben zoru olanı seçtim.
Yüzümü güneşe çevirdim. Gölgem arkamda kaldı.