Sayin Uyeler,
(Yaşar Nuri ÖZTÜRK) ALLAH İLE ALDATMAK isimli kitabin bir Kardesim tarafindan cikarilan ozeti asagida sunulmustur.
Saygilarimla
ALLAH İLE ALDATMAK
Yaşar Nuri ÖZTÜRK
ÖNSÖZKur’an, “Allah ile aldatılmayın!” ihtarında bulunuyor. Neden? Çünkü Allah ile aldatılanların en büyük sorunu, aldatıldıklarının farkında olma imkanından büyük ölçüde yoksun bulunmalarıdır. Çünkü derinden inandıkları ve içtenlikle teslim oldukları bir değer kendilerinin aleyhinde kullanılıyor. Bunu fark etmeleri kolay değildir.
Allah ile aldatılmanın yıkımına dikkat çeken Kur’an, bu tuzağa düşülmemesi ve bu belanın aşılması için gerekli olan iki hayati donanıma daha dikkat çekmiştir:
1. Aklın işletilmesi,
2. Takvanın yâni dindarlığın insanlar arasında üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılması.
Allah ile aldatma zulmünün aşılması için sâdece temel çare değil, tek çare aklı işletmektir. Çünkü aklın devrede olması ve işletilmesi için laiklik temel şarttır. Aksi halde, duygu egemen kılınmak, suretiyle din, aklın önünü kesme aracı olarak kullanılır, yâni kitle Allah ile aldatılır.
Türk halkı, Allah ile aldatma tezgahlarının ustalıkla işlettikleri bu ‘sevap’ oyunuyla avunurken yaşadığı dinin Kur’an’la ilgisi büyük ölçüde yok edilmiş, dinde Kur’an’ın yerini, Arap-Emevî saltanat ideolojisinin kutsallaştırılmış sloganlarıyla İslam dışı örflerin uydurmaları almıştır. Bu durumda Kur’an’ın söyledikleri Türk halkının hayatına din olarak nasıl girsin?!
Türk halkı, tıpkı birçok Müslüman halk gibi, Ortadoğu despotizmlerinin hesabına uygun olarak kutsallaştırılmış buyrukları din biliyor, onları yaşıyor.
Türk halkının en büyük zaafı, dinini, uyanma ve sorgulama aracı olarak değil de uyuma ve susma aracı olarak kullanmasıdır.
Bu kitap, Müslüman Türk halkına Allah ile nasıl aldatıldığını, Kur’an verilerine dayanarak anlatmak isteyen Kur’an mümini bir Türk aydınının mütevazı bir hizmeti olarak kabul edilmelidir.
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk-İstanbul, 2008
GİRİŞNASIL BİR ZULÜM KARŞISINDAYIZ!?Kur’an, dindarlık belge ve ifadelerinin insanlar arasında bir değer ölçüsü olmasını yasaklamakta, dindarlığın (takvanın) sâdece Tanrı ile insan arasında bir değer ölçüsü olması gerektiğini bildirmektedir. Takvanın kimde olduğunu da sâdece ve sâdece Allah bilir. O halde, en masum niyetlerle de olsa, dindarlığın bir ‘insanlar arası değer belirleyici’ olarak öne çıkarılması, Kur’an’a göre bir insanlık suçudur; dine-imana hakarettir.
“In God we trust!” yâni “Allah’a güvenip dayanırız biz!”
ABD, parasının üstündeki bu ifadeyle demek istemektedir ki, ben insanları, dünyayı, sömürdüklerimi iki şeyle aldatırım: Para, Tanrı.
Türkiye’de Allah ile aldatma zulmü o kerteye gelmiştir ki, Emin Çölaşan gibilere yıllarca hakaret yağdırmış bir ‘İslamcı’ yazar (Mehmet Şevket Eygi) bile artık isyan etmiş ve Emin Çölaşan’ın söylediklerinden daha ağırlarını söylemek zorunda kalmıştır. Diyor ki M. Şevket Eygi:
“Sevgili din ve iman kardeşlerim! Biz, 1950’lerden bu yana 40 bin cami binası, bu iş için trilyonlarca dolar harcama yaptık. Bunların mihraplarına geçecek kaliteli imamlar, minberlerine çıkıp hutbe okuyacak kaliteli hatipler, Müslümanları uyaracak kaliteli vaizler yetiştirmeyi düşünmedik. 70 bin camiye hela, imam ve müezzin lojmanı yaptırdık.
On binlerce camiye kalorifer yaptırdık, pahalı klima cihazları taktık. Camileri hoparlörlerle, ışıldaklarla, vantilatörlerle doldurduk. Evet, son elli yıl içinde bunlara trilyonlar harcadık.”
“Ramazanlarda birtakım din cemaatleri beş yıldızlı lüks otellerde bin kişilik ihtişamlı, israflı, gösterişli, günahlı iftarlar veriyordu. O fücur yuvalarında verilen iftarlar dinimize uygun muydu?”
“Zengin olan Müslümanların çoğu ipin ucunu kaçırdı, şaşırdı, dağıttı. Milyon dolarlık lüks meskenler, yüz binlerce dolarlık yazlıklar, lüks limuzinler, israf, sefahat, rezalet gırtlağa kadar çıktı.”
“Biz; bir sürü hizip, fırka, grup, cemaat ve tarikata ayrıldık ve birbirimizle çekişip tepişmeye başladık. Yığın ve sürü haline gelen on milyonlarca Müslüman şu anda vahim bir kırsal kesim ve varoş zihniyeti, marjinallik, parçalanmışlık içindedir.”
“Bizi mahvedenler, militan din düşmanları değil, içimizdeki din sömürücüsü, din rantı yiyen işbirlikçi, hain alçaklardır...”
Şuraya aktardığım satırlarının altına imza atmakta asla tereddüt göstermeyeceğim Mehmet Şevket Eygi, biz bu gerçekleri yıllar boyu dile getirirken, sırf nefsanî dürtülerle bize karşı çıkanlardan biridir. Keşke bunları on yıl, yirmi yıl önce yazmış olsaydı.
Tarihin en büyük savaşları ‘Tanrı için’ tabelası altında yapılan savaşlardır. Bunun anlamlarının ilki şudur: Kanı en rahat ve en bol akıtmanın yolu onun Tanrı için aktığını iddia etmek ve bu kanı akıtacakları bu iddiaya inandırmaktır.
Allah ile aldatılan toplumlarda, mutlu bir dünya için yeryüzünde Allah’ın iyileri kullanması engellenir, mutsuz bir dünya için kötülerin Allah’ı kullanması yürürlük kazanır.
Bu gerçeği iyi bilenlerden biri ve Engizisyon kahrı çekmiş bir coğrafyanın çocuğu olan İtalyan düşünür Giordano Bruno (ölm.1600) ne güzel söylemiş: “Tanrı, iradesini hâkim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise kendi iradelerini hâkim kılmak için Allah’ı kullanırlar.”
Bu, şu demek: Din eksenli bir toplumda kitle, ana başlık olarak üç tip insandan oluşuyor:
1. Allah ve din adına hegemonya peşinde koşmadıkları halde sürekli iyilik ve güzellik üretenler,
2. Tüm iddiaları Allah adına olduğu halde sürekli kötülük ve haksızlık üretenler,
3. Hiçbir şey üretmeden yiyip içerek gün geçiren ot takımı.
Bruno bunları elbette biliyordu. Kiliseyi ve din adamlarını eleştirdiği gerekçesiyle Roma’da diri diri yakıldı. Onu yakan zihniyetin çocukları ileriki zamanlarda küllerini törenle gömerek adına anıt mezar yaptılar. Neye yarar!
Allah ile aldatılmayı önlemenin tek çaresi Allah ile aldatmaya giden yolları tıkamaktır. Bu ana çareyi biraz ayrıntılarsak karşımıza şu üç alt başlık çıkar:
1. Dinin gerçeğini öğrenmek, sahte dinî dinsizliklerin en kötüsü bilmek, bildirmek.
2. Dinin saltanat ve siyaset aracı yapılmasını durdurmak, yâni laikliği esas almak,
3. Allah-insan arası bir değer ölçüsü olması gereken dindarlığı insanlar arası bir değer ölçüsü olmaktan çıkarmak.
KUR’AN’A GÖRE ALDATMA VE ALDANMAKur’an’da, aldatışlar ve aldanışlar arasında dikkat çekilenler küçükten büyüğe doğru şöyle sıralanabilir:
1. Yaldızlı-süslü laflarla aldatma-aldanma. (En’am, 112)
2. Beldelerde egemenlik kurmak, gezip dolaşmakla aldatma-aldanma. (Âli İmran, 196; Ğâfir, 4)
3. Dine sokulan uydurma ve iftiralarla aldatma-aldanma. (Âli İmran, 24. Enfal, 49)
4. Hurafeler, uydurmalar, anlamını bilmeden okuyuşlarla aldatma-aldanma. (Hadîd,14)
5. Sefil-rezil yaşayışla aldatma-aldanma. (Âli İmran, 185; En’am, 70, 130; A’raf, 51; Lukman, 33; Fâtır, 5; Hadîd, 20)
6. Allah ile aldatma-aldanma. (Lukman, 33; Fâtır, 5; Hadîd, 14)
En tehlikeli aldatış şu ikisidir:
1. Dünya nimetlerinin araç yapıldığı aldatış,
2. Allah’ın araç yapıldığı aldatış.
Araç kullanılarak sergilenen aldatış ve aldanışın en yıkıcı ‘Allah ile aldatma’dır. Kur’an şöyle uyarıyor:“Sakın, aldatıcı sizi Allah ile aldatmasın!” (Lukman, 33; Fâtır, 5; Hadîd, 14)
ALLAH İLE ALDATMANIN TEMEL ARACI:
ŞEYTAN EVLİYASIŞeytanın kullandığı insanlar Kur’an’da ‘şeytanın evliyası’ veya ‘şeytanın orduları’ diye anılmaktadır.
1.Şeytan evliyası
Şeytan evliyası daha çok korku salarak tökezletir. Bu korkuya karşılık Allah’a sığınma ve Allah sevgisi öne çıkarılmıştır.
2.Şeytanın orduları
Ordular deyimi mutlak bırakıldığına göre, şeytancılığın her türden ordusu olduğunu düşünmek zorundayız. Bunlar; kan, zulüm ve fesat orduları olabileceği gibi bilim, teknoloji, strateji casusluğu yapan gizli ordular da olabilir. Sömürgeci-emperyalist ülkelerin istihbarat örgütlerinin bir kısmı, işte bu türden ordulardır. Ve bu ordular, düzenli askeri ordulardan daha güçlü ve işlevseldir.
3.Hizbuşşeytan yâni şeytanın özel ekibi
Hizbuşşeytan, şeytanın, din içinde iş gören ekibi olup Kur’an’dan uzaklaştırma, Kur’an’ı unutturma görevini yüklediği özel timdir.
MÜRŞİT LAKAPLI MÜŞRİKLER(İdris Suretinde İblisler)
Din dilinde şirk, Allah’a, yâni tek olan Yaratıcı Kudret’e zatında (sayı olarak) veya tasarrufunda (yapıp-etmelerinde) ortak tanımaktır. Başka bir deyimle, şirk, Tanrı’nın ve Tanrılığın özelliklerinden birini bir başkasına tanımaktır. Bu, açık ve şuurlu olursa açık şirk, örtülü ve şuursuzca olursa gizli şirk adını almaktadır. Ragıb el-Isfahanî (ölm. 502/1108) bu noktada Büyük Şirk-Küçük Şirk ayrımı yapar.
“Büyük şirk Allah’ın ortağı olduğunu iddia etmektir ki, inkarın ve küfrün en büyüğüdür. Küçük şirk ise bâzı iş ve fiilleri icra ederken Allah dışında kişilerin rızasını da hesaba katmaktır. Riyakarlık, ikiyüzlülük bu cümledendir.”
Peygamber, ümmeti adına şirkin en çok bu sinsi türünden korktuğunu söylemiş ve bu şirk türünü tanıtırken şöyle buyurmuştur:
“Ümmetim adına en çok korktuğum şey Allah’a şirk koşmaktır. Ancak benim söylediğim, onların Güneş’e, Ay’a, puta tapmaları değildir. Benim korktuğum bu şirk, Allah dışındaki şeylerin hoşnutluğunu gözeterek ameller yapmak ve bir de gizli şehvettir.” (İbn Mâce, zühd, 21)
Şunu asla unutmamalıyız: Din adı altında dinsizliğin en zehirlisini sahneleyenler, dine karşı olanlar değil, dinin savunucusu olduğunu iddia eden Allah ile aldatma sahtekarlarıdır. Birçok insanı dine-Allah’a düşman hale getirenler de bunlardır.
Birlik ve kucaklaşmaya giden yol, bilgi ve bilinçten geçer. Bu yüzden, mürşit kılıklı müşriklerin belirgin özelliklerinden biri de bilgi, bilinç ve düşünce düşmanlığıdır.
Mürşit patentli müşrikler yüzünden tam bir mahşer paniği yaşıyoruz. Mürşit kisveli müşriklerin şaşmaz, değişmez bir tek birlikteliği vardır: Siyaset ve saltanat çıkarları uğruna, adına Siyasal İslam denen dinciliğin öncülüğünde ve şemsiyesi altında toplanıp nimet ve imkanları paylaşmak. Onlar paylaşırken ülke ve kitle çürüyüş ve tükeniş sürecine girer.
ALLAH İLE ALDATMANIN TEMEL DAYANAĞI:
DİNE YALAN SÖYLETMEKİslam dünyası, o arada Türkiye, İslam’a yalan söyletmenin ağır ve kahırlı faturasını ödemektedir. Bulunduğumuz noktadaki zihin ve ruh halimize bakılırsa bu fatura ödeme süreci daha uzun süre devam edeceğe benziyor.
İslam dünyasının durumu gerçekten çok kötüdür. Ve bu ‘çok kötü’nün en kötü yanı da durumun kötü olduğunun henüz bilincinde olmamamızdır.
Dinde olmayan birçok haram, sevap, dokunulmaz alan, kural, ibadet icat edilmiştir. ‘Dindarlık’ yapay kutsallara saygıyla eşitlenmiştir. Bu durumda, Allah ile aldatanların anladığı anlamda ‘dindar’ olduğunuzda gerçek dinin dışına çıkarsınız. Onların anladığı gibi ‘dindar’ olmadığınızda ise ‘dinsiz’ diye damgalanırsınız. Tezgah işte böyle kurulmuştur.
Bugünkü İslam dünyasında ibadetler imanın belirişi olmaktan çıkmış, inadın tatminine dönüşmüştür. Bunun içindir ki cami sayısı arttıkça dinden beklenen rahmet ve bereketin paydası düşmektedir. Allah, İslam dünyasına, özellikle Türkiye’ye, âdeta cami sayısıyla orantılı olarak tokat atmaktadır.
Allah’tan başkasına teslim olmama anlamına gelen İslam, Allah dışında her şeye ve herkese teslimiyete dönüştü. Müslüman kitleler, özgürlük pankartları taşıyan kölelere dönüştürülmüştür.
Sahte dinin sömürüsü pahasına ‘dindar’ olmaktansa, dinsiz kalmayı tercih edin! Çünkü bu takdirde hiç değilse gerçek dinî bulma ümidiniz canlı kalır. Kimseye zor veya garip gelmesin, Kur’an’ın yolu ve buyruğu budur.
Dinî sömürenlerin Kur’an’dan duydukları rahatsızlık, dinsizliği bömürenlerin duydukları rahatsızlıktan birkaç kat daha fazladır.
ALLAH İLE ALDATMANIN SİVİL DESTEK KURULUŞLARI“Beni bir kez aldatırsan sana yazıklar olsun; beni iki kez aldatırsan bana yazıklar olsun.”(Çinli bilge Sun Tzu)
Türk insanına yönelik Allah ile aldatma faaliyetine alt yapı oluşturan ve bunun için de sürekli dinci söylemler kullanan bâzı dinci gruplar ve etki imkanları şöyledir:
Millî Görüş örgütü:
37 yayın, 330 dernek, 33 vakıf, 8 dershane, 48 şirket...
Fethullahçılar:
16 yayın, 23 dernek, 220 vakıf, 24 pansiyon, 570 dershane ve okul, 96 şirket...
Süleymancılar:
6 yayın, 2100 dernek, 14 vakıf, 1750 pansiyon ve kurs, 28 şirket...
Şiddetçi-radikal örgütler:
89 yayın, 95 dernek, 19 vakıf...
Muhtelif dinci gruplar:
100 küsur yayın, 100 küsur dernek, 50 küsur vakıf, muhtelif pansiyonlar ve kurslar...
Toplam rakamlar:
170 yayın, 2570 dernek, 316 vakıf, 1780 pansiyon ve kurs, 580 dershane ve okul ile yaklaşık yüz seksen şirket...
Ekleyelim ki, bu tablo, 2003 yılı itibariyledir. Allah ile aldatmayı en ileri boyutta kullanan AKP’nin iktidar dönemi olan son birkaç yılı da dikkate alarak yeni bir değerlendirme yaptığımızda burada verilen rakamların iki üç katına çıktığını söylemek gerekir.
Bu sayılanlara siyasal, dinsel, ekonomik hesaplarla destek veren liberal patentli şirket, holding, basın kurumu gibi odakları da eklemeliyiz.
Türkiye Diyanet Teşkilatı’nın, 700 yüz civarındaki imam hatip okulunun ve otuz civarındaki ilahiyat fakültesinin de büyük ölçüde bu dinci anlayışın güdümünde olduğunu unutmamak zorundayız. Dahası, yüz bin civarındaki cami de Allah ile aldatma harekatında şöyle veya böyle, az veya çok kullanılmaktadır.
Özetleyelim: Türkiye’de bugün, Allah ile aldatma dinciliğinin ulaştığı ekonomik güç, devletin gücünün çok üstünde kabul edilmek gerekir. Bu gücün aşamayacağı tek ‘karşı güç’ Türk ordusudur. Sebep, ordunun silahlı bir kuvvet oluşudur. Eğer silahı kenara koyarak veya dikkate almayarak düşünürseniz, Allah ile aldatan güç yâni dinci siyaset ve saltanat, Türkiye Cumhuriyeti’nin tartışmasız en büyük gücü olarak kabul edilebilir.
Türkiye’de rejim, kendisine açıkça kafa tutan bir karşı rejim oluşumuyla yüz yüzedir. Resmî rejimin tek şansı ve avantajı TSK’dır. ABD, AB ve içteki dinci gücün sürekli ve sistemli bir biçimde TSK’ya vuruşunun hikmeti ve sebebi üzerinde şimdi bir kez daha düşününüz.
Allah ile aldatmanın ulaştığı bu korkunç güç, liberal, özgürlükçü, AB’ci, ABD’ci adlarıyla anılan, esasında ise çıkarlarını vicdan ve insanlık değerlerinin her zaman üstünde tutmuş olan ‘sözde Türk basını’ tarafından da desteklenmektedir.
ALLAH İLE ALDATMANIN HÜKÜM ODAKLARIDinde teşriî yetki kullanma suçu, İslam dünyasında tarikatlar ve mezhepler tarafından bilerek veya bilmeyerek asırlardır işleniyor. Son zamanlarda buna, din üzerinden siyaset yapanların ‘dinî siyasal parti ile eşitleme’ zulümleri eklendi. Bu zulüm, dinî kendisi ve partisiyle eşitleme ve kendisini Allah’ın vekili, sözcüsü gibi ortaya sürme zulmüdür. Dinci terörün başlangıç noktası da budur.
Önce, dindarlık, birilerinin alâmeti fârikası ilan edildi. Ardından din baronlukları, din dükalıkları, dokunulmaz-eleştirilmez ‘efendiler, üstadlar, mücahitler’ (!) ve daha neler neler yaratıldı. Bunlara, sâdece ve sâdece peygamberlerin kullanabileceği bir yetki, dinde sözcülük hakkı verildi. Bunun ardından, bunların, halkı ‘iyi dindar, zayıf dindar, günahkar, dinsiz, din düşmanı, mürted’ gibi sınıflara ayırma hakkı kullanmalarına seyirci kalındı.
Bu zihniyetin Allah ile aldatan tezgahı şöyle işletiliyordu:
“İslam demek dinden bizim anladığımız demektir. O halde bizim ak dediğimize kara, iyi dediğimize kötü diyenler otomatik olarak İslam dışıdır. Müslümanlık belgesi, bizim defterimize kayıtlı olmanın ta kendisidir. Öteki yollar, İslam’a ve cennete değil, patatese çıkar.”
Bu talihsiz mantık, bir şer formülü olarak şöyle der:
“Müslüman vardır ve o biziz; kâfir vardır ve o da bize karşı olanlardır. Ve biz, bize karşı olanlara her şeyi yapma hakkına sahibiz.”
Türkiye’de, siyasal İslamcılığın devreye girdiği günden beri namaz artık bir meydan malzemesine döndürülmüş, bütün ruhaniyeti, erdiriciliği, saffet ve güzelliği yok edilmiştir.
Namaz, bugün hâlâ insanları aldatmanın temel araçlarından biri olarak insafsız ve acımasız bir biçimde işletilmektedir.
Bu Kur’an dışı tahrip oyunu, 2000’li yılların Türkiyesinde hem de TBMM çatısı altında şu Kur’an ve akıl dışı talebin gündem yapılmasına yol açmıştır:
“Millet, dindar cumhurbaşkanı istiyor.”
Millet böyle bir şey istemişse bu vahimdir, eğer istememiş de birileri onun adına avukatlıkla söz söylüyorsa bu daha vahimdir. Din adına dinsizlik yapılıyor.
Kur’an’ın insanlık tarihinde yaptığı en büyük devrimlerden biri, belki de birincisi, takvanın, insanlar arasında bir değer ve üstünlük ölçüsü olmaktan çıkarılmasıdır.
Tüm dinci zümreler, az veya çok tekfir (başkalarını kafir ilan etme) tezgahını mutlaka işletirler. Bu tezgah, dine karşı olanların kâfir ilan edilmesi değildir; bu tezgah, dinci (dindar değil) kesimin hesaplarına uymayanların din dışı ilan edilip etkilerinin kırılması tezgâhıdır.
ALLAH İLE ALDATMANIN ÖNCÜLERİ: DİN SINIFIDin temsilcilerinin tarihsel kötülüklerinin eleştirilmesinin bir insanlık görevi olduğu bugün artık herkesçe, hâttâ din temsilcilerinin en önde gelenlerince kabul edilmektedir. Bunun en tipik örneği Katolik aleminin başı Papa’nın dünya önünde insanlıktan özür dileyen bildirgesidir. Benzerlerini diğer din temsilcilerinden de beklediğimizi ifâde ederek, bir basın organında ‘Papalığın Tarihsel Özrü’ başlığıyla yayınlanan deklarasyonu buraya alıyoruz:
“Papa 2. Paul ve Vatikan’ın 7 kardinali kilisenin bir günahını dile getirip insanlıktan özür diliyor.”
Bu günahları şöyle sıralıyorlar:
1. Dinler arası savaşlarla başka kök ve soydan gelen kitlelerin hakları yaralanmış, onların kültür ve inançlarına saygısızlık edilmiştir. Bu savaşların en büyüğü, kuşkusuz, Müslümanlara karşı sürdürülen Haçlı Seferleri’dir. Kudüs’e doğru yürürken her yâni yağmalamış, yakıp yıkmışlardır.
2. Engizisyon mahkemelerinde işkence ve katliamlar yapılmıştır.
3. Engizisyonun, kilisenin bölünmesinde ve Protestanlığın ortaya çıkmasında tarihsel bir günahı vardır.
4. Yahudilere karşı sürekli düşmanca tavır sergilenerek de günah işlenmiştir.
5. Amerika’nın keşfinden sonra yerli halk arasında zorla misyonerlik yürütülmüştür.
6. Kadınlara ve öteki ırklara karşı eşit davranılmamıştır.
7. İnsan hakları çiğnenmiştir.
“Papa, ayrıca, Katolik kilisesinin ateistlere karşı tavrından dolayı da özür dilemiştir. Papa, ateizmin de insanlar için bir dinsel inanç gibi hak olduğunu kabul etmiştir.”
Bu günahlar ve itiraf listesine, sanıyoruz, son papa 16. Benediktus’un, Hz. Muhammed’le ilgili yaptığı ve o Yüce Peygamberi ‘Kan, Şiddet ve şerrin yayıcısı’ olarak gösteren talihsiz sözleri için de ayrı bir özür ve günah çıkarma deklarasyonunun eklenmesi gerekir. İtiraf edelim ki, İslam dünyasının da bu anlamda dileyeceği epey özür vardır.
DİNCİYİ DİNDAR YERİNE KOYMA ALDATMACASIToplumumuzun temel sıkıntılarından biri de dindar-dinci ayrımında kilitlenmiş bulunuyor.
Dincilik (veya siyaset dinciliği); dinî, çıkar, koltuk, baskı, egemenlik aracı yapan bir sanayi koludur. İşin esası bakımından ne dinî vardır ne de imanı. Onun dinî-imanı, Tanrısı, ibadeti hep çıkarı ve hesabıdır.
Dincilik, tarihin en verimli ama en zalim iş kollarından biridir. Dinci ise bu sanayi kolunu meslek edinmiş olanların adı-unvanıdır.
Nedir dindar ve nedir dinci? Ana hatlarıyla görelim:
Dindar, her şeyden önce, dinî Allah’a varmanın, O’nun hoşnutluğunu kazanmanın, daha iyi ve daha yetkin insan olmanın yolu ve kurumu bilen ve bu anlayışla yaşamaya çalışan insandır. Bunun içindir ki, dindarın temel meselesi daha iyiye ve daha güzele ulaşmaktır.
Dinci için en büyük sıkıntı, dindarın varlığıdır. Çünkü dindar, başkalarının mutlu olmasını, cennete gitmesini sevinçle karşılamanın da dinin gereği olduğunu söylemektedir. Bu söylem, dinciyi çok öfkelendirir.
Dindar için din, daha çok sorumlu olmanın, daha çok paylaşmanın, daha çok fedakarlığın yoludur. Dinci için ise din, başkalarından daha çok almanın, başkalarını daha rahat itham etmenin dokunulmaz ve eleştirilmez kurumudur. Bu yüzdendir ki, dincinin elinde din bir ıstırap ve kahır kurumuna dönüşür ve insan haklarını çiğnemenin kutsal aracı yapılır.
Gıybet etmek, Allah’ın kurallarına suç ve ayıp bulmak, en küçük bir kızgınlık anında onları cehenneme göndermek dincinin âdeta alameti farikasıdır.
Dindar, ‘yaratılanları Yaratan’dan ötürü’ sever; dinci ise yaratılanları Yaratan’dan nefret ettirmek üzere rahatsız eder. İslam’ın vicdan adamlarından biri olan Muhammed İkbal (ölm. 1938), dinciden söz ederken onun sâdece dünyayı değil, cehennemi bile berbat edebilecek bir yaratık olduğuna dikkat çeker.
Dinci, çıkarına ters düşen hiçbir şeye ve hiçbir kişiye vefa göstermez.
Dincinin yoksun olduğu şeylerin başında ahde vefa gelmektedir. Bu tespitin bir uzantısı olarak, dindar, kıymet bilir, şükran bilir insandır. Dinci ise nankördür.
Emin olmayanın imanı olamaz. Bu bizzat, Hz. Muhammed’in bir beyanıdır.
Yüzlerce günahınız olabilir, yine de Müslüman olursunuz ama emin insan değilseniz, tüm zamanınız namazla-niyazla geçse de Müslüman olamazsınız. Çünkü emin olmamak, riyakar olmanın diğer adıdır. Riya ise, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in açık beyanlarıyla şirktir.
Günahtan korkma, şirkten kork. Çünkü Allah, günahını itiraf edip boyun bükenleri affedecektir. Ama şirke bulaşanları asla affetmeyeceğini açıkça bildirmiştir. Evet, günahtan değil, şirkten kork, yâni olduğun gibi görenmemek veya göründüğün gibi olmamaktan kork!
ALLAH İLE ALDATILMAMIZ NE ZAMAN VE NASIL BAŞLADI?Müslüman kitlelerin Allah ile aldatılması, Emevi kralı Muaviye b.Ebî Süfyan’ın, Hz. Ali’nin ordusunu aldatmak için Kur’an sayfalarını mızrak uçlarına takıp “Aramızda bu kitap hakem olsun!” diyerek sergilediği şeytanetle başladı.
Allah ile aldatma, Anadolu insanı özelinde İslam’ın Araplaştırılmasıyla başladı, İslam’ın Türkmen yorumunda Allah ile aldatma asla yoktur. Anadolu hümanizmine vücut veren İbn Arabî’de, Hacı Bektaş’ta, Mevlana’da, Yunus’ta ve onların izinde giden alıp-erenlerde Allah ile aldatma yoktur.
ALLAH İLE ALDATANLARIN ‘TAHAKKÜM TEOLOJİSİ’Allah ile aldatanlar dokunulmaz, eleştirilmez bir ‘tahakküm teolojisi’ oluşturmuşlardır.
21. yüzyıla egemen olacak din eksenli kutuplaşmayı başlatmadan önce İslam’ı, dünya önünde hiçbir itibara sâhip olmayan bir kabile dinine döndürmeyi planladılar ve bunda büyük ölçüde başarılı oldular. Onun ardından, ‘Medeniyetler Çatışması’ adı altında bir Haçlı-İslam savaşı başlattılar. Bu savaşta yenik düşecek olan baştan belliydi: İslam dünyası.
Bu işin başını birinci derecede İngilizler çekti. ‘Medeniyetler Çatışması’ tezinin babası sanılan Huntington, esasında bu fikrin öğrencisidir. Fikrin babasının, İngiliz düşünür ve istihbaratçısı Toynbee (ölm.1975) olduğunu unutmayalım. Huntington, Toynbee’nin resmen ve fiilen öğrencisidir.
İngilizler, İslam’ı İslam’la vurma siyasetinde en çok hilafeti kullandılar. Çünkü çöküşün oradan geleceğini ve tek elden kontrol için en emin aracın hilafet aldatmacası olduğunu biliyorlardı.
Amerikalı yazar Dr. Gibbons diyor ki: “İngilizler, dünyada toplu halde ne kadar Müslüman varsa kendi hükümleri altında görmek isterler.”
Kendi başına kaldıklarında demokrasi sözünü bile dinsizlikle eşanlamlı sayan dinci taife, Haçlı emperyalistlerin fesadıyla o hale geliyorlar ki, yıkmak istedikleri rejim ve yönetimlere saldırırken, Haçlı öncülerinin öğrettikleri sloganı Kur’an ayeti gibi tekrarlıyorlar: “Daha fazla demokrasi isterük.”
“Demokrasi istiyordunuz da yıllardır elinizin altında bulunan Suutlara, Katar’a, Umman’a, Bahreyn’e neden demokrasi getirmediniz de Irak’ı yerle bir etme pahasına demokrasi istiyorsunuz?”
Haçlılar, önce Müslüman’ı çağdışı hale getiriyor, ardından da “Böyle olmaz; ben bunu düzelteceğim” diye muhtarlık yapmaya başlıyorlar. Kural ve kader hep aynı: Muhtarlık Haçlı’dan, finans ve hizmet Müslüman’dan.
ABD’nin Marshall Yardımı, Müslümanı kendi yurdunda vurdu. Marshall Yardımı’nın Köy Enstitüleri’ni kapatma şartına bağlanması bile bizi yönetenleri uyandırmaya yetmedi.
Müslümanların kendi dinleriyle vurulmalarının ve kendi dinlerini yanlış anlamalarının yarattığı ıstıraplar, İslam düşmanlarının vücut verdiği kahırlardan çok daha büyük olmaktadır. Ve bu, asırlardır böyle olmaktadır.
Kur’an’ın son vahyedilen ayeti (Mâide, 3), dinin adının Allah tarafından İslam konduğunu, mükemmel hale getirildiğini, tamamlandığını ve bunun ismi üzerinde de oynanmaması gerektiğini söylüyor.
Şeriati bir devlet şekli gibi sunuyorlar. Oysaki, Kur’an, ima yoluyla bile bir devlet şekline temas etmiyor. Onu insan aklına bırakmış. İslâm devleti tabiri, siyasal İslamcı istismarın bir uydurmasıdır. Kur’an’da böyle bir tabir yok. İslâm evrensel ve ölümsüz ilkeler bütününün adıdır. O halde İslam’ın devleti olmaz, Müslümanların devletleri olur. Gerçek bu olunca da onlarca, yüzlerce devlet şekli bulunacaktır.
Ağzını açan herkesi, Allah ile susturmaya kalkanlar, din elbisesini bütün topluma tersine giydire giydire Müslümanları felaketlerin kucağına ittiler. Elbise mükemmel elbise ama giyen tersine giydiği için sahibini vezir etme yerine rezil ediyor. Ve bu rezilliği gören gayrimüslim kitleler İslam’dan da Müslüman’dan da nefret ediyor.
İnsanımızın Allah ile aldatılıp saptırılmasında bir numaralı araç sahte dindir. Bu aracın kullanımına son vermez isek dirilişimiz mahşere kalır.
ALLAH İLE ALDATMA ARACI OLARAK KORKUAllah ile aldatma odaklarının olmazsa olmaz dayanaklarından biri de dine egemen kıldıkları korkudur.
Korkuyu egemen kılmanın en kalıcı ve güvenli yolu ise Allah’ı korku objesi haline getirmek ve bunu dinde ülkeleştirmektir. Ve bu yapılmıştır. Hem de çok erken devirlerde.
Dil açısından “Takva, bir şeyi kendisine sıkıntı ve zarar verecek şeyden korumaktır.”
‘Korkulacak şeyden sakınmak’ başkadır, ‘korkmak’ başkadır. Birinci anlamdan yola çıktığınızda dine, Allah’a ve insana bakışınız başka olur, ikinci anlamdan hareket ettiğinizde başka olur. Birinci anlama göre Allah bir korku ve dehşet objesidir, ikinci anlama göre ise bir sakındıran, koruyan, acıyan ve uyaran kudrettir.
Dinî ve Allah’ı korku aracı haline getiren geleneksel korkucu din anlayışı, takva konusunda bilimsel açıdan da yanlışlar içindedir.
ALLAH İLE ALDATMANIN AFOROZ MEKANİZMASIAllah ile aldatanlar, eleştiri kabul etmez. Kabul ettiği anda kendini inkar etmiş olur. İddiaları akıl ve din dışı da olsa o, ısrarla dinin temsilcisi ve göstergesi olarak kendini öne çıkarır. Dinin savunucusu da odur.
Allah ile aldatanları eleştirdiğiniz anda din dışı ilan edilirsiniz. Din dilinde buna ‘aforoz’ denir. İslâm’da din sınıfı olmadığı için aforoz da yoktur. Ancak bu, işin nazari yanıdır. Gerçekte İslam ülkelerinde aforozun en kahırlısı işletilmektedir.
Aforozculuğun kurumsallaşmasına çağımızda entegrizm denir. Ünlü Fransız düşünür, siyaset ve bilim adamı Roger Garaudy, İslam dünyasında entegrizmi en iyi niceleyen düşünce adamı oldu.
AFOROZUN KANSERLEŞMESİ: ENTEGRİZMEntegrizm, Garaudy’nin eserlerinden birinin adı.
Entegrizm, Allah ile aldatanların tutuldukları temel hastalıklardan da biri. Taassubun kanserleşmesi diye tanıtabileceğimiz entegrizmin ne olduğunu ve Garaudy’nin bu kanserin İslam dünyasında vücut verdiği belaları nasıl fark edip nasıl ifadeye koyduğunu kısaca görelim.
Yobazlık, inat, dışa kapalılık ve dar kafalılığın kanserleşmesi olarak tanıtabileceğimiz entegrizm, Garaudy’ye göre bir kültürel intihardır.
Şöyle diyor Garaudy:
“Suut idarecilerinin ana meşgalesi, Batı’ya olan tam bağlılıklarını gizlemektir. 1928’de krallığını kuracak olan Abdülaziz, daha 1913’lerde iken Büyük Britanya siyasetinin izinden gidecek, bunun karşılığı olarak da Büyük Britanya onu gerektiğinde koruyacaktı. Biri için koruyucu olmaya, diğeri için ise uslu olmaya dayalı bu ilişkiler 1927’de Cidde Antlaşması ile yenilenir. İngiltere, taahhüdünde durur; 1948 Katif silahlı ayaklanmasını ezer.”
“Bundan altmış sene sonra, İran devrimi ertesinde, Reagan, ‘Suudi Arabistan’ın yeni bir İran haline gelmesine asla müsaade etmeyeceğiz’ beyanında bulunur. 1990Ağustosunda Suudi yöneticileri, sömürgeciliğin hizmetinde olduklarını tamamen açığa vururlar.”
“Halktan kaynaklanmayan ve siyasal bir temeli olmayan bu rejim, tam dört çeyrek asırdır, önceleri İngiliz ve bugün ise Amerikan himayesi ile ayakta durabilmektedir.”
Hırsızın elini keserek ‘şeriatı uyguluyor’ olduğunu sanmak, Suudi Arabistan’a has bir durumdur.
Ürkütücü cezaların Suudi buyurucuları sâdece ve sâdece küçük suçluları yakaladıkları için sistemin ikiyüzlülüğü apaçık ortaya çıkmaktadır. Zira, silâh siparişleri veya büyük işlerin kotarılması için Batı’nın büyük firmalarından ‘masa altından’ 500 milyon dolar alan ve gayri meşru yoldan elde edilen bu servetleri ABD’de yapılan milyonlarca dolarlık plasmanlarla gizleyen, Divone kumarhanelerinde veya Marbella içki alemlerinde dağıtan prenslerin ellerinin kesildiği bugüne kadar hiç görülmemiştir.
Garaudy’nin yakındığı bu, ‘İslam’ı çürüten yozlaşma’, bugün artık tüm İslam dünyasını sarmış bulunuyor.
Yakın tarihe değin, Türkiye bir istisna idi. BOP operasyonlarıyla ve BOP eşbaşkanı AKP’nin ABD ve AB güdümlü tahribatıyla o istisnanın da işini bitirmek istiyorlar.
İMANA KİM ONAY VERECEK?İmana onay, din meselesinin en hassas konusudur. Bu onay hakkını Allah’ın dışında birilerine kullandırmaya kalktığınız anda din adına en zehirli dinsizliği yapmaya başlarsınız. Akıl almaz, sonu gelmez hatalar, zulümler birbirini izler.
Bir düşünün, yıllar ve yıllar, ‘Allahsız, komünist, münkir, din düşmanı’ damgası yemiş bir Nazım Hikmet, yıllar sonra bakıyorsunuz, Bükreş’te bir gece, mihmandarından kendisini camiye götürmesini istiyor.
Ünlü müzisyen Cem Karaca’nın yıllar ve yıllar, Ermenilik, solculuk, dinsizlik ve imansızlıkla suçlandığını yakından izledim.
8 Şubat 2004 günü hayata gözlerini yumduğunda basın onun vasiyetini açıkladı. Şunu vasiyet ediyordu rahmetli Cem:
“Namazımın Üsküdar’daki Seyit Ahmet Camii’nde kılınmasını istiyorum. Cenazemde alkış ve tören istemiyorum; sâdece dinî vecibelerin icrasını istiyorum...”
peki, ona yıllarca dinsiz-imansız damgası vuranlar yaptıklarının hesabını kime, nasıl ödeyecekler?
Kur’an’ın dinî; ruhbanlığı, din sınıfını, Allah ile kul arası aracılığı kabul etmediğine göre, imana, sâdece Allah onay verecektir.
Allah’a teslimiyet, Allah katında Müslüman olmanız için yeterlidir ama, Allah ile aldatan fesat dincileri için yeterli değildir.
ALLAH İLE ALDATANLARIN ŞİDDET TUTKUSUBugün dünyanın hemen her yerinde, ‘terör’ kelimesi anılır anılmaz İslam ve Müslümanlar akla geliyorsa bunun sebepsiz olduğu söylenemez. Allah ile aldatanlardaki ‘şiddet zaaf ve tutkusu’ kullanılarak Müslümanları şiddet ve kanın cellatları gibi takdim ettiler ve bu takdimde ne yazık ki başarılı oldular. Irak işgali bu gerekçeyle yapıldı, bundan sonraki benzeri işgaller de yine bu gerekçeyle yapılacaktır. Nitekim İran sıraya konmuş bulunuyor.
Hiç kimse bir dine girmeye zorlanamayacağı gibi, girdiği dinin içinde de baskı ve zorlamaya maruz bırakılamaz. Baskı ve zorlama, ister içte olsun, ister dışta, bizatihi dinsizliktir. Dinsizlik araç yapılarak dine hizmet edilebilir mi?
Dinden çıkma (irtidat) halinde de aynı ilke geçerlidir. Mürtedin hesabı Allah tarafından ölüm sonrasında görülecektir. (Kur’an, 2/217)
Hemen hemen bütün siyasal İslamcı şiddet ve terör örgütlerini Batı oluşturup teşkilatlandırdı; besledi, büyüttü ve bir biçimde kullandı. Batı’nın beslediği şiddet ve terör örgütleri denince herkesin aklına hemen Bin Ladin, Taliban gibi isimler gelir.
İslâm hukukçusu Abdülkadir Udeh, “Nas (tek ve kesin anlamlı Kur’an ayeti) olmadan suç ve ceza olmaz ilkesi dinin temel ilkelerindendir, ama kamu yararı bu ilkenin esnetilmesini bazen gerekli kılar” diyor.
Bu yaklaşımı, ilke olarak biz de kabul ederiz ama tarihe binlerce masumun katlinin dayandırıldığı bir kavram olarak geçen geleneksel ta’zirin, hukukun normal sayacağı esnemelerle vücut bulduğunu söylemek inandırıcı olamaz.
‘İslami şiddet’in bir tür sembolü gibi algılanan Taliban’ meselesine de kısaca temas etmek isteriz.
11 Eylül Dehşeti’nin ardından Türkiye’de herkes bir biçimde Taliban karşıtı kesildi. Kimisi ayakları suya değdiği için, kimisi Amerika’ya yaranmak için, kimisi de havaya uyup ‘çağdaş’ görünmek için.
Biz şuna inanıyoruz: Sivas’taki diri diri insan yakma zulmü, özü bakımından New York kulelerine dalışın yarattığı dehşetten asla geri değildir. Sivas’ta sergilenen Neronizm’e çıt çıkarmayan ‘uygar Batı’nın, 11 Eylül olayı üzerine feryatlar koparması ise ibret vericidir!
Batı, İslam meselesinde, modern-lâik çizgideki akılcı-evrensel Müslümanları koruyup gözetmek yerine, kısa vadeli politik çıkarları seçti ve farkında olmadan, gözünü oyacak hurafeci-kinci ve kancı hizipleri destekledi. Bunun elbette bir faturası olacaktı. Görünen o ki, bu faturanın ödenme süreci, 11 Eylül günü başlamış bulunuyor.
Irak’ın istilası, 11 Eylül’ü besleyen öfkeyi sindirmeyecek, tam aksine, besleyip büyütecektir.
Avrupalı bizi, “Kurbanlık hayvanları usulüne uygun kesmiyorsunuz, hayvanlara eziyet ediyorsunuz!” diye yıllardır yerden yere çalıyor. İkiyüzlü Avrupa! Sivas’ta, 38 insan diri diri yakıldığında, ‘usulüne uygun kesilmeyen’ kurbanlık hayvanlar kadar ses çıkarmadın!
SEVGİYİ ÖLDÜRDÜLERSevgiyi, lâik Müslümanlar değil, Allah ile aldatan dinciler öldürdü. Çünkü, ideoloji adına lâik Müslümanlar değil, dinciler cinayet işlemekte, diri diri insan yakmaktadırlar.
Rahmet, başta sevgi olmak üzere merhamet ve şefkati de içeren çok şumullü bir kelimedir.
Kur’an’a göre, Allah esas niteliği itibariyle korkunun değil, sevginin kaynağıdır.
Kur’an’a göre, sevgide paylaşım vardır; sevginin esası paylaşımdır.
Merhamet, karşılıklı bir faaliyet değildir. Merhamette esas faal olan taraf, veren taraftır. Öteki taraf, sâdece alan, yararlanandır. Kur’an,sevgiyle paylaşım arasında irtibat kurmak suretiyle, sevginin merhametten farklı olarak yaratıcı bir güç olduğuna vurgu yapmıştır.
“Allah, güzel düşünüp güzel işler yapanları sever.” (Örnek olarak bk. Kur’an; 2/195)
Paul Tillich’in ifadesiyle: “Sevgi, imanın bir belirişi, bir uygulanışıdır.”
Allah ile aldatanların din ve iman zeminlerinde sevgiden eser bulunamaz. Onların yüreğinde bunun yerini korku ve şiddet almıştır. Laiklikten nefretleri de bunun içindir. Çünkü laiklik, dinî kullanarak despotizm ve baskı uygulama imkanını onların ellerinden almaktadır. Laiklik, aklı, eşitliği, özgürlüğü öne çıkarmaktadır.
Bu konuda en isabetli tespitlerden birini de, Türk basınının erdem ve efendilik timsali kalemlerinden biri olan Yılmaz Özdil yapmıştır.
“Laiklerin tepkisi, sırf imam-hatip bitirdi diye, kendini İslam’ın sahibi zannedenlere. Laiklerin tepkisi, ağzından Allah’ı, Kur’an’ı düşürmeyip el alemin karısına sulananlara; çocuk yaştaki kızlara ‘nikah’ kıyanlara. Laiklerin tepkisi, cemaat evlerinde etek öpüp yaş gününde sosyete barlarında, hem de Kandil Gecesi, gizlice kadeh tokuşturanlara. Laiklerin tepkisi ‘dindarım’ ayaklarıyla milleti dolandırıp, Kabe manzaralı ev alanlara. Laiklerin tepkisi bunlara. Düşün dinimizin yakasından kardeşim, çekin elinizi!”
(Yılmaz Özdil, Hürriyet, 24 Nisan 2008)
ALLAH İLE ALDATMANIN YOLUNU KESEN LİDER:ATATÜRKAtatürk, İslam’a değil, İslam’ın, Allah ile aldatanlarca araç olarak kullanımına karşıydı.
Atatürk şu iki zümre tarafından dine karşı gösterildi:
1. Dinin gerçeğine karşı olanlar,
2. Dinin tümüne karşı olanlar.
Bu ikizihniyet, Türkiye’nin ve Türk insanının tarih sahnesinde güçlü olmasını istemeyen dış unsurlar tarafından da sürekli bir biçimde beslendi.
Atatürk’ün dine karşı gösterilmesinin, içinde bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyası açısından da çok tipik bir anlamı vardır. Gayet iyi bilmekteyiz ki, İslam’ın gerçeği bugün Ortadoğu’daki siyasal ve yönetimsel yapılanmalara izin vermez. Bunlara Kur’an’dan onay alamazsınız. Çünkü Kur’an, yönetimde bey’at (sosyal mukavele) ve şûra (yönetenlerle yönetilenlerin karşılıklı denetimi) sistemi getirmektedir. Bunun günümüz diliyle ifadesi lâik-demokratik sistemdir.
Kur’an, krallık sistemlerini fesat ve zulüm sistemleri olarak nitelendiriyor. Bu demektir ki, Kur’an lâik bir yönetim sistemini öne çıkarıyor.
Atatürk, Kur’an dışı dinciliği ve hurafe tasallutunu yıktı. Dinî Kur’an’ın dışına çekip örflere boğduranların bu yapılandan rahatsız olması son derece doğaldır.
Atatürk; yıktığı hurafenin yerine, gerçek dinî koymanın en hayatî, en ciddî adımını attı. İkinci adımını da attı ve ondan sonra da bu dünyaya veda etti. Ne yaptı Atatürk? Burada, Elmalılı Tefsiri’ne dikkat çekmek istiyorum.
Atatürk ve din meselesinde Elmalılı Tefsiri en hayatî, en güvenilir, en tartışmasız belgedir. Atatürk konusunun belki de en hayatî belgesi Elmalılı Tefsiri’dir.
Elmalılı Tefsiri, akademik tarafı, ilmî tarafı bir yana bırakılırsa, Atatürk’ün eseridir. Atatürk olmasaydı o Tefsir olmayacaktı.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ölm. 1942), yüzyılımızın en büyük İslam bilginlerinden biridir. Bana göre, Türk dilinde en yetkin Kur’an mealini yapan bilgindir. Atatürk getiriyor onu, Meclis kararıyla, “Kur’an’ı Türk diline tercüme ve tefsir edeceksin” diyor.
Elmalılı’ya bu tefsiri Atatürk yaptırıyor. Dokuz ciltlik dev bir Türkçe tercüme ve tefsir Muhteşem ve muazzam bir eser. O günkü yoksul Türkiye’de, on bin âdet bastırılıp dağıtıyor. 1935-1936 arası. Şimdi, bir tezvirat daha dolaştırıp duruyorlar: Efendim, Atatürk bu işi Mehmet Akif’e yaptıracaktı ama Akif kötü niyetleri fark etti, onun için yaptığı tercümeyi yaktı veya birilerine yaktırdı.
Akif yapmadı, Elmalı yaptı.
Akif üzerinden Atatürk düşmanlığını bir kenara koyarsak burada görülmesi gereken gerçek şudur: Akif ilahiyatçı değildi. Din ilimlerini bilen bir bilgin değildi. O edipti, şairdi. Birkaç ayeti çok güzel yapabilirdi ama bütün Kur’an’ı tercüme ve tefsir Akif’in işi değildi. Tercüme ve tefsiri yapmak üzere Kur’an’ın içine girince bu işi yapamayacağını anladı. Yapsaydı ismini lekelerdi, büyük hata olurdu. Çünkü ilmi ve birikimi bu işe yetmezdi. Akif, haysiyetli bir mümin sıfatıyla bunu gördü ve yaptığı bir kısım tercümeleri de işte bunun için imha etti.
Büyük Atatürk; devlet başkanı sıfatıyla, Elmalı Tefsiri’ni yaptırmakla kalmamış, tarihe bir güzellik daha bırakmıştır. Bu tefsirin telif ve basım harcamalarını bizzat kendi parasıyla karşılamıştır. O da Atatürk’ün, tarihin kulağına “Ben bu işe gönlümle de katılıyorum”anlamındaki bir fısıldayışıdır.
Tefsir ortada. Ve biz soruyoruz: Atatürk dine-İslam’a nasıl bakıyordu? Cevap, tektir ve şudur: Elmalılı tefsiri nasıl bakıyorsa öyle bakıyordu.
Kur’an’ın kapakları arasındaki dinde-ki İslâm odur-çağı ve bizi rahatsız edecek hiçbir şey yoktur.
Yobazlık, kendini geliştirip büyütmek yerine, dinî yozlaştırıp küçültmeyi yeğleyen hasta psikolojilerin dışa vurumudur.
Atatürk, öz gönlünü büyüten ve bu sayede İslam’ın büyüklüğünü kavrayabilen, bakışlarını ona göre ayarlayan yâni İslam’ı gerçeğine yakışır bir kıvamda kavrayabilen zihniyetin sembolüdür. Yobaz ise bunun tam tersi bir zihniyeti temsil ediyor.
ALLAH İLE ALDATMANIN EN ALDATICI MASKESİ:
MUHAFAZAKARLIK‘Siyasal İslam’ın Batı tarafından, özellikle Yahudi lobilerince konan yeni ‘tüp bebek adlar’ından biri de Muhafazakâr Demokrasi.
Türk anayasası, İslam ve din sözcüklerinin siyasette amblem olarak kullanılmasına izin vermediği için ‘muhafazakâr demokrasi’ diyorlar. Bilenler biliyor ki, onların bu sözden maksadı ‘muhafazakâr İslam’dır.
Muhafazakâr islâm, eğer Kur’an’a sorarsanız, Kur’an İslamı’na karşı oluşturulan İslam demektir. Siyasal islâm’ın Yeşil Kuşak türünü, görmüştük; şimdi de ılımlısı, muhafazakarı çıktı.
Muhafazakâr demokrasi tabiri, Ortadoğu ve İslam konusunda yazan ve “Recep Tayyip Erdoğan’ın İslamcılığı tam bizim istediğimiz şeydir” diyen İsrailli diplomat Aron Liel’in icat ettiği bir tabirdir. Muhafazakâr Demokrasi, siyasal İslam’ın ABD-AB İsrail üçlüsünü rahatsız etmeyen şekli demek.
‘Siyasal İslam’ nitelemesinde siyaset İslam’ın sıfatı yapılmaktadır. Oysaki İslam Allah’ın dinî olarak tüm beşeri nitelemelerden arınmıştır. Siyasal İslam, Arap İslamı, Türk İslamı, Asya veya Avrupa İslamı gibi tamlama ve nitelendirmeler, İslam’a tümden aykırıdır. İslam’ın elbette ki birçok yorumu olur; ama İslam’ın adı değiştirilemez. İslâm’ın Arap yorumu, Türk yorumu, Avrupa yorumu, Japon yorumu... olur ve olacaktır. Ama herhangi bir kelime İslam’a sıfat yapılamaz. Yapılırsa dinin adı değişir. Böyle bir yetkiyi insanoğlu kullanamayacağına göre, dinin adını değiştirme, dinin inkarıyla eş anlamlıdır. Ve bunun içindir ki, meselâ, ılımlı İslam bir dinsizlik veya irtidat dinidir.
Siyaset, insanın bir tavrıdır. Bu anlamda Kur’an mümini de siyaset yapar. Ama bunu yapma hakkı, o kişiye İslam’a sıfat ekleme yetkisi vermez. İslâm İslam’dır. Sâdece ve saf olarak İslam’dır.
ALLAH İLE ALDATMANIN ARAPÇILIK AYAĞIAraplara ve onların oluşturduğu Kur’an dışı fıkha göre, Arapça okuma ve yazma bilmeyen herkes ‘ümmî’ sayılır. Yâni böyle birisi birkaç dili bilse, okuyup yazsa bile o ümmîdir. Yâni okuma yazma bilmeyen biridir.
Arapların ve Arapçanın üstünlüğü ve kutsallığı yolundaki bu Kur’an, akıl ve insanlık dışı iddia, ne yazık ki yüce Peygamber alet edilerek sahnelenmiştir. Bu iddia sahiplerine göre, mâdem ki Hz. Peygamber en son ve en büyük Peygamberdir, o halde onun mensup olduğu ırk da en yüce ırktır.
Kur’an, herhangi bir ırkın üstünlüğünü ileri sürmeye asla izin vermez. Söz konusu ırktan bir nebi gelmiş olması bu ölçüyü değiştirmenin gerekçesi yapılamaz. Üstünlük, niyet ve gayret iledir. Kur’an’ın beyanlarına göre, içinden nebi gelmemiş hiçbir ırk yoktur. Eğer bir ırktan nebi gelmesi bir üstünlük vesilesi ise bilinmelidir ki, tüm ırklardan bir veya birkaç nebi gelmiştir. Arap ırkı bu bakımdan tek değildir.
Dine saygı ve bunun oluşturduğu duygusal zemini, Arapların üstünlüğüne basamak yapan aldatma, Arapları sevmenin bir din emri olduğunu da iddia etmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in açıkça bildirdiğine göre, her peygamber, hitap ettiği toplumun diliyle konuşmuş, vahiy almıştır. Bunun sebebi, peygamberin getirdiği mesajın, hitap ettiği toplum tarafından rahatça anlaşılmasını mümkün kılmaktır. (İbrahim, 4)
Bunun din bahsinde zorunlu sonucu şudur: Hiçbir dil dinsel anlamda, ötekine göre daha kutsal veya daha üstün değildir. Kutsal olan, Allah’ın gönderdiği buyruklar, vahyettiği gerçeklerdir.
Bizim peygamberimiz, kendisi esasen Arap ırkından olmamakla birlikte (dedesi Hz. İbrahim aslen Sümerli idi. Araplar böylelerine ‘Araplaşmış Arap: Arab müsta’rebe’ derler) aldığı tanrısal vahyi, çekirdek toplum ve ilk muhatap olarak Arapça konuşan insanlara iletti.
Tedebbür, yâni okunan metinlerin anlaşılması ve anlamları üzerinde derin derin düşünülmesi. Bu tedebbür kavramı Kur’an’ın altını ısrarla çizdiği bir kavramdır. Öyle ki, Kur’an’a göre, Kur’an okumak, esas anlamıyla tedebbür etmektir. Tedebbür yoksa Kur’an okumaktan söz etmek mümkün değildir. Tedebbür için, okunan metnin dilini bilmek ilk şart olduğuna göre, Arapça bilmeyen bir Müslüman’ın, tedebbür emrini yerine getirmesi için, Kur’an’ı anladığı dildeki çevirisinden okuması kaçınılmazdır. Kur’an, tedebbür ilkesinin, Müslümanların temel ibadetleri olan namazda da korunmasını istemektedir. Bunun içindir ki, ne dediğini anlamadan namaz kılmak yasaklanmış (Nisa, 43), ne dediğini anlamadan namaz kılanlar ağır biçimde kınanmıştır. (Mâûn, 4-5)
O halde, namazlarında Kur’an’dan bâzı bölümler veya ayetler okuyacak kişilerin, bunları anladıkları dilde okumaları Kur’an’ın açık emridir.
Osmanlı İmparatorluğu da, görünüşte Arapları yönetiminde tutmasına rağmen, bu kutsallaştırılmış Arabizmin kültür hegemonyası altında, farkında olmadan Arap esaretine girmiştir. Osmanlı, kendine âdeta bir self-emperyalizm uygulamıştır.
Kendilerine kutsal ırk diye hizmet ettiğimiz Araplar bizi emperyalist olarak suçlarken biz onların kültürlerinin, dillerinin köleleri olduk. Bu köleliğin yaşatılması için hep yozlaştırılan din kullanıldı. Böylece ne İslam’dan yararlanabildik ne de kendi varlığımız ve kültürümüzden. Bu durum, dinî ve kutsal duyguları sömürülerine araç yapmak isteyen zihniyetlerin de işine geldiği için, onlar da Kur’an’ın büyük halk kitlelerince okunmaması yolunda gayret sarf etmişlerdir.
DİL Mİ KUTSAL, MESAJ MI?Din meselesinin en ciddi sorularından biri de budur. Dil mi kutsal, mesaj mı?
Allah ile aldatanlar, hesapları öyle elverdiği için, sürekli olarak dili kutsal göstermiş, mesaja özgü kutsallık ve yüceliği sürekli dile vermişlerdir.
Eğer dil kutsal sayılırsa bu kutsallığa bağlı olarak o dilin toplumu, ırkı, coğrafyası, kültürü art arda kutsallaştırılır. Ve bunca kutsallığın altında dilin taşıdığı mesaj ezilir, unutulur veya ikincil duruma düşer.
Dinî, Allah ile aldatmanın aracı yapan zihniyetler, tarih boyunca hep dili kutsal kıldılar. Mesaj hep ikinci plana itildi. Bunun en görkemli örneği engizisyon papazlığının İncili tercümeye izin vermemesidir.
İncil’in ne dediğini anlamaya gelince, onun için kiliseye, ruhban sınıfına başvurmak gerekiyordu. Ve işin püf noktası da buydu. İncil’in ne dediğini merak edenler onu anlama yetenek ve şansına sâhip bulunan ‘kutsal Tanrı adamları’na başvuracak. İncil adına onları dinleyeceklerdi. Böyle diyerek kitleleri yüzyıllarca dinlerinin kitabından habersiz koyup papaz hegemonyasının tasarruf ve tasallutuna mahkûm ettiler.
Çevirisi yapılmayan veya yapılamayan bir kitabın, büyük Atatürk’ün söylediği gibi, ‘anlamı yok demektir.’ Atatürk’ün bu tezi, İmamı Âzam’ın bu konudaki teziyle tıpa tıp aynıdır. İmamı Âzam’a göre de, Kur’an her dile çevrilir ve o çevirilerle namaz kılınır. Çünkü Kur’an esasında bir mânâdır.