MUSTAFA KEMAL VE TÜRKÇE
Osmanlı aydınları arasında, konuşma ve yazı dilleri arasındaki kopukluğun giderilmesi, Osmanlıcanın yalınlaştırılması gerektiği tartışmalarının yaygınlaştığı yıllarda öğrenimini sürdüren Mustafa Kemal, daha askeri ortaokul öğrencisiyken bu sorunla yakından ilgilenmeye başlamıştı. O yıllarda Selanik’te yayımlanmakta olan Çocuklara Rehber adlı dergi, erkek ve kız çocukları bilgiyle donatmaya ve onların güzel ahlaklı birey olmalarına yardım etmeye yönelmişti. Bunun yanında “terkip”siz bir dil kullanmaya da özen gösteren dergide Serezli Öğretmen Sadi, okul çocukları için yalın Türkçe ile yazılmış örnekler veriyor, bununla güttüğü amacı şöyle açıklıyordu.
Öz Türkçe akımının öncülerinden sayılması gereken Çocuklara Rehber dergisi, öğrenciler için fen bilimlerine ve özellikle matematiğe ilişkin sorular, bilmeceler de düzenlemekte, bunlara doğru yanıt verenlerin adlarını da sonraki sayılarında yayımlamaktaydı. Ali Ulvi Elöve’nin incelemelerine göre derginin 22 Mayıs ve 12 Teşrinisani 1313 (3 Haziran ve 24 Kasım 1897) günlü sayılarında, matematik sorularını çözenler arasında, askeri rüştiye son sınıf öğrencilerinden Mustafa Kemal de bulunmaktaydı.[1] Bu da Mustafa Kemal’in söz konusu derginin okuyucularından olduğunu ve o yıllardan başlayarak Türkçecilik akımını izlediğini göstermektedir.
İkinci Meşrutiyet döneminde dil tartışmaları daha büyük boyutlar kazanırken okuduğu kitapların etkisiyle Mustafa Kemal’in ilgisi artık bir dil bilincine dönüşmüştü. Özellikle 1870’te yayımladığı Les Turcs anciens et modernes adlı kitabıyla Türk tarihinin ve uygarlığının çok eskilere dayandığını gösteren Mustafa Celalettin’den sonra Necip Asım’ın araştırmaları, Mustafa Kemal’in Türkçenin geliştirilmesi için izlenmesi gereken yöntemi belirlemesinde etken olmuştu. Buna ilişkin ilk işareti de Birinci Dünya Savaşı yıllarında vermişti. XVI. Kolordu Komutanı olarak Silvan’da bulunurken iki ünlü Türk şairinin kitaplarını okuduktan sonra 10 Aralık 1916’da anı defterine şunları yazmıştı;
“Yemekten evvel Emin Beyin (Yurdakul) Türkçe Şiirler’iyle Fikret’in Rübab-ı Şikeste’sinden aynı zeminde bazı parçalar okuyarak bir mukayese yapmak istedim. İkisi de başka başka güzel. Ancak Türkçe olanda da diğerinde de aynı derecede Arapça, Farsça kelimat var. Fark, biri parmak hesabı (hece vezni), diğeri değil.” [2]
Dilde sadeleşmeyi, yalnızca Türkçenin Arapça, Farsça kurallardan değil, o dillerin sözcüklerinden de arındırılması olarak değerlendiren Atatürk’te 1916’da oluşan bu görüş, devrimin dilde de tamamlanması aşamasına gelindiğinde, Sadri Maksudi Arsal’ın Türk Dili İçin adlı yapıtına yazdığı beğencede (2 Eylül 1930) artık bir ilke niteliğini kazanmıştı;
“Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Dilde Devrime Hazırlık
Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasını sağlayan ulusal direniş dilde de ulusallığa açılan kapıyı aralamıştı. Kurtuluş Savaşı yıllarında birkaç kez Ankara’ya gelen ve bir süre Çankaya’da Atatürk’ün konuğu olan Fransız Gazeteci Berthe Gaulis, İleri gazetesi başyazarı Celal Nuri’ye Türk milliyetçiliğinin nasıl doğduğunu sormuştu. Bu konuda geniş bilgiler veren C. Nuri dile ilişkin olarak da şunları eklemişti:
“Milli hareket dilimizi yeniden yaratmıştır. Şimdiki Türkçemizin sizdeki Montaigne ve Rabelais Frasızcasına ne kadar benzediğini görseniz şaşarsınız. Lisan henüz tam oturmuş değil. Yazarlarımız sizinkilerin o zamanlar yaptıkları gibi davranıyorlar. Onların vaktiyle Grek ya da Latin kelimelerini Fransızlaştırması çabalarının benzeri çabaların içindeler.”[3]
Dili uygarlığın bir anlatım aracı olarak niteleyen Celal Nuri, Türkçenin batı uygarlığını, kültürünü ve düşüncelerini, anlatabilecek bir gelişme çağına ulaşmasına kadar Fransızca, Almanca, İngilizce gibi ileri dillerden yararlanılması gerektiği görüşündeydi. Yaygın biçimde kullanıldıkları için Türkçeleşmiş olarak kabul ettiği Arapça Farsça sözcüklerin dilden çıkartılmasını da sakıncalı bularak “Onlardan vazgeçmek vücudumuzdan bir parça kesmek demektir” diyordu.[4] Bu nedenle de yapıtlarında Fransızca deyimler, sözcükler kullanan yazarları Fransızcayı geliştirirken Grekçe ve Yunancadan yararlanan XVI. yüzyıl Fransız yazarlarına benzetiyordu.
Celal Nuri’nin bu ılımlı Türkçeciliğine karşın Birinci Büyük Millet Meclisinde Besim Atalay ve Tunalı Hilmi gibi kimi milletvekilleri, hangi dilden olursa olsun yabancı kökenli sözcükler kullanılmasına karşı çıkmışlardı. Besim Atalay, daha meclisin ilk günlerinde 9 Mayıs 1920’de, Bakanlar Kurulunun işlevini belirleyen hükümet bildirgesi okunurken yabancı sözcüklerle birlikte o dillerin kurallarının da Türkçeye dolduklarını anımsatarak “milli lisan”ı yabancılaştıran bu duruma kayıtsız kalınmamasını istemişti. Mecliste Türkçeyi savunanların başında Zonguldak Milletvekili Tunalı Hilmi yer almıştı. 1921 Şubatında bakanlığının çalışmalarına ilişkin bilgiler veren İktisat Bakanı Celal Bayar, Osmanlıca tâbir-i âmiyane ve Fransızca prensip deyimlerini kullanınca Tunalı Hilmi, bunlara şiddetle karşı çıkmış ve “Türkçe, anadilce bir tabiri, bir kelimeyi kullanınca mı âmiyane oluyor” diye sormuş, prensip yerine de tutamak denilebileceğini belirtmişti. Bunun gibi 23 Nisanın ulusal bayram olmasını öngören yasa görüşülürken metindeki iyâd- ı milliye nitelemesi de onun “Efendim, milli bayramdır” diye yaptığı uyarı sonucunda milli bayram olarak değiştirilmişti.
Ama Tunalı Hilmi’nin Türkçeyi yalınlaştırma ve geliştirme yolundaki çok önemli girişimi, 23 Ağustos 1923’teki yasa önerisi olmuştu. Türkçe Kanunu başlığını taşıyan bu öneride, yazında, öğretimde ve resmi yazışmalarda yabancı kökenli sözcükler kullanılması yasaklanıyordu.
Komisyona gönderilen yasa önerisi, Türkçenin yabancı dillerden aldığı kurallarla bağdaştırılamadığı ve dil konusunda yasa çıkartılmasının hukuk kurallarına aykırı düşeceği gerekçeleriyle kabul edilmemişti. Sorun genel kurulca ele alındığında da Tunalı Hilmi’yi destekleyen yalnızca Besim Atalay olmuştu. Gerçekte Atatürk’ün de dili yasa yoluyla zorlamayı, yasaklar getirmeyi doğru bulmadığı biliniyordu. O, devrimin her aşamasında olduğu gibi dil sorununa da zamanı geldiğinde eğilecekti. Bu nedenle Tunalı Hilmi’nin yasa önerisini desteklemeye yönelmemişti. Tunalı Hilmi ise önerisi geri çevrilmesine karşın, Türkçecilik kavgasından vazgeçmeyeceğini belirterek sözlerini, “Ben bu düşüncelerimi bu Büyük Millet Meclisinde kabul ettirmeye muvaffak olursam kürsüden inerken düşsem ölsem gözlerim arkada kalmaz. Anadili olmayınca bir şey olmaz” diyerek bitirmişti. [5]
Bütün bu tartışmalar Atatürk’ün çok önem verdiği Türkçeyi ulusal dil yapma ve aynı zamanda onu bir bilim ve kültür dili düzeyinde zenginleştirme amacına yönelik gelişmeler demekti. Çünkü o, dili ulusu oluşturan ve ulusçuluk anlayışını pekiştiren ana öğelerden biri olarak görüyordu. Ortaokullar için yazdığı Medeni Bilgiler kitabında Türk ulusunu, “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diye tanımlamıştı. Toplulukların karşılaştıkları istilalar, yıkımlar karşısında özelliklerini, kimliklerini, ancak dillerine sarılarak koruduklarını göz önüne alarak da ulus olmada dil birliğinin önemini günümüz anlatımıyla şöyle açıklamıştı:
“Türk ulusunun dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili, Türk ulusu için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk ulusunun geçirdiği bunca tehlikeli durumlarda ahlakının, geleneklerinin, anılarının, çıkarlarının, özetle bugün kendi ulusallığını yapan her şeyin dili aracılığıyla korunduğunu görüyor. Türk dili Türk ulusunun kalbidir, belleğidir.”[6]
Bu nedenle Atatürk, Türk ulusunu ayırt edici nitelikleri arasında ilk sırayı dile vermekteydi. Öte yandan Atatürk Türkçenin ulusal nitelik kazanmasını ulusal bağımsızlığın bir gereği olarak görüyordu. Kurtuluş Savaşında “tam bağımsızlık” ülküsüyle yola çıkılmıştı ve Lozan Antlaşmasıyla siyasal bağımsızlığa kavuştuktan sonra onun kültür, ekonomi gibi öteki alanlarda da sağlanması dönemine girilmişti.
Kültürel bağımsızlık içerisinde o kültürel kimliğin sesi olan dilin de bağımsız olması zorunluydu. Bunların dışında, yeni bir ulusdevlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin izleyeceği eğitim, ulusal eğitim; eğitim dili de ulusal dil olmalıydı. 22 Eylül 1924’te Samsun’da öğretmenlerle konuşmasında eğitimi, amaç ve içerik yönünden dinsel, ulusal ve uluslararası diye üçe ayıran Atatürk, ulusal devlette izlenmesi gerekenin ulusal eğitim olacağını belirttikten sonra sözlerini şöyle sürdürmüştü:
“Ulusal eğitimin ne demek olduğunu bilmekte artık hiçbir kuşku kalmamalıdır. Bir de ulusal eğitim temel olduktan sonra bunun dilini, yöntemini, araçlarını da ulusallaştırma zorunluluğu tartışma götürmez.” [7]
Eğitim öğretimin ulusal dilde yapılmasının zorunlu olduğunu belirten Atatürk, tapınmada da halkın anlayacağı bir dilin, yalın bir Türkçenin kullanılmasını önemsiyordu. 1 Mart 1922’de TBMM’nin yeni toplanma yılını açış konuşmasında, “Camilerin kutsal minberleri halkın din ve ahlak yönünden beslenmesine en yüce, en verimli kaynaklardır. Bundan ötürü camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı aydınlatacak ve uyaracak kıymetli hutbelerin içeriklerinin halkça anlaşılmasını sağlamak, Şeriye Bakanlığının önemli bir görevidir. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne seslenmekle Müslüman kişinin bedeni canlanır, beyni arılaşır, imanı kuvvetlenir” diyerek ibadet yerlerinde Türkçe kullanılması gerektiğinin ilk işaretini vermişti.[8]
Bununla da yetinmeyerek hutbe okuyacak hatiplere örnek olmak istemiş, 7 Şubat 1923‘te Balıkesir Paşa Camiinde minbere çıkıp Türkçe hutbe okumuştu. Arkasından sorulan bir soruyu da şöyle yanıtlamıştı:
“Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve doğru yolun gösterilmesidir, başka bir şey değildir. Yüz, iki yüz, dahası bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve aymazlık içinde bırakmak demektir. Hutbeyi okuyanın ne olursa olsun halkın kullandığı dili kullanması gerekir... Minberlerde yankılanacak sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve teknik ve bilimsel gerçeklere uygun olması gerekir. Hatiplerin siyasal, toplumsal ve uygarlığa ilişkin durumları her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmezse halka yanlış düşünceler aşılanması yoluna gidilir. Bundan ötürü hutbeler tümüyle Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır.”[9]
Hutbelerin Türkçeleştirilmesinden sonra Atatürk Kuran’ın Türkçeye çevrilmesi sorunu üzerine eğilmişti. 1925 Kasımında Ankara Anafartalardaki Gazi Kız Numune Mektebine (Atatürk Ortaokuluna) dikkatle okunması dileğiyle Türkçe bir Kuran armağan etmişti. Bu konuda kimi duraksamaların olduğunu görünce de kutsal kitabının yeni bir çevirisinin yapılmasını emretmişti. Tapınma dilinin Türkçeleştirilmesi yolundaki bu girişimleri, 1930’lu yıllarda camilerde Türkçe Kuran ve Türkçe ezan okunmasıyla amacına ulaşacaktı.
Türkçe sorununun belirlenen ilkeler doğrultusunda ele alınacağı bir örgütlenme öncesinde Türkçeyi güçlendirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla yapılan önemli girişimlerden biri de 10 Nisan 1926 gün ve 805 Sayılı Yasa ile ekonomik kuruluşlarda Türkçe kullanılmasının zorunlu tutulması olmuştu. Türk yurttaşlarına ait şirket ve kuruluşların Türkiye sınırları içerisinde sözleşme, iletişim, hesap ve defter tutma gibi her türlü işlemlerinin Türkçe olması zorunluluğunu getiren yasada, yabancı şirket ve kuruluşların Türk kuruluşları ve yurttaşlarıyla olan işlemlerin de Türkçe yapılması öngörülmüştü. 1927 başında yürürlüğe girecek olan bu hükümlere uymayanlar, ağır para cezaları yanında ticaret yerinin kapatılmasından başlayarak ticaret hakkının alınmasına kadar varan çeşitli cezalara çarptırılacaklardı.[10]
Dilde Evrim Değil, Devrim
Kurultayda asıl tartışmalar Türkçenin geliştirilmesinde izlenecek ilke üzerinde yoğunlaşmıştı. Denebilir ki kurultaya devrimci ve evrimci görüşlerin çarpışması damgasını vurmuştu. XIX. yüzyıl sonlarında Osmanlıca-Türkçe üzerinde başlayan tartışmalar giderek dilin düzenlenmesi, düzeltilmesi gerektiği noktasında yoğunlaşırken izlenmesi gereken yöntem ve onun boyutları konusunda iki ayrı görüş ortaya çıkmıştı. Böylece dilin düzeltilmesini isteyen reformcular, zamanla evrimciler ve devrimciler denebilecek iki kesime ayrılmışlardı.
Evrimciler, Türkçenin yapısına uymayan Arapça ve Farsça dilbilgisi kuralları ile sözdizimlerinden vazgeçilmesini, halkın kullanmadığı yaygınlaşmamış yabancı kökenli sözcüklerin atılmasını yeterli buluyor; ayrıca dilin özleşmesi için eski Türkçeden, Türk lehçelerinden yararlanmayı doğru bulmuyorlardı. Kısacası dilin fazla zorlanmadan doğal akışı içerisine bırakılması gerektiğini, böylece yavaş da olsa belli bir süreçte özleşebileceği görüşünü savunuyorlardı. Dilde reform tartışmalarının başladığı dönemde reformu ve Türkçenin Arapça Farsça kurallardan kurtarılmasını savunan Necip Asım Yazıksız, bu konuda hızlı hareket edilmesine karşı çıkmıştı. Lisan Bahsi başlıklı makalesinde, hangi dilden gelirse gelmiş olsun yabancı kökenli sözcüklerin Türkçeden çıkartılıp yerlerine öteki Türk lehçelerinden sözcükler alınmasını istemediğini vurgulayarak düşüncesini şöyle açıklamıştı:
“Yalnız istediğim, özlediğim şey, Türkçemizin medeni bir millet dili olduğunu ve ilerlemesine gayret edilirse bugünkü Avrupa dillerinden aşağı kalmayacağını ispat idi. Hatta saf Türkçe ile birkaç makale yazışım da buna dayanıyordu. Bunu görenler dilimizden bütün Arapça, Farsça ve Avrupa dillerinden aldığımız kelimeleri çıkartıp yerine Çağataycadan, Kıpçakçadan, Özbekçeden, Azericeden vesaireden kelime koymak istiyorum sandılar. Hatta o fikri de münasip görenler, mektup yerine betik yazanlar da bulundu. Yine tekrar ederim, fikir ve görüşüm hiç de öyle değildir. Özendiğim şey, bugün Osmanlıların terbiye (eğitim) ve kültür bakımından orta halli olanlarının hepsine yazdığımızı anlatacak bir dil kullanmaktır.”[32]
İkinci Meşrutiyet döneminde Genç Kalemler topluluğunun Türkçenin özleştirilmesi girişimini aşırılık sayanlar, yeni terimlere Arapça ve Farsçaya dayanarak karşılık bulmaya çalışanlar ve “Türkçeleşmiş Türkçedir” diyerek dildeki yabancı kökenli sözcüklerin dili zenginleştirdiğini savunanlar oldukça güçlü bir evrimci cephe kurmuştu. 1928’de oluşturulan Dil Kurulu da devrimci ve evrimci görüşlerin çarpışmalarına sahne olduğu için, umulan sonuç alınamamıştı.
Kurultayda evrimcilerin görüşlerini açıklamayı İttihatçı olarak ünlenen Gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın üstlenmişti. Dilin doğal akışına bırakılması gerektiğini savunan Yalçın, yalın bir anlatımla şunları söylemişti:
“Yazı dilinden yabancı sözcükleri atarak yerlerine öz Türkçe sözcükler koymak görevini hiçbir kurul üzerine alamaz. Çünkü sözünü dinletmek olanağı yoktur. Bu iş tümüyle kişiseldir, daha doğrusu kişiye bağlı değildir. Dilin doğal gidişinin sonucu olarak oluşacaktır. Bu akademi, yazı ve konuşma dilinin her zaman arkasından yürür; yeniliklere akademi önayak olamaz. O, dilde ancak düzenleyici ve koruyucu bir kuvvettir.”
Adı akademi ya da dernek olsun, hiçbir örgütün dile karışmaması gerektiğini ısrarla vurgulayan Yalçın, bu anlayışla Türkçeye girmiş ve tutunmuş olan yabancı kökenli sözcüklerin korunmasını da zorunlu gördüğünü açıklamıştı. Buna örnek olarak tayyare sözcüğünü ele alarak şöyle devam etmişti:
“Tayyare icat edildiği zaman buna dilimizde isim bulmak için Arapçadaki tayr kökünden çıkmış bir sözcük arayacağımıza, bunu öz dilimizden çıkararak uçku, uçkaç, uçuşkan diye saptamış olsaydık, kuşkusuz ki daha iyi olurdu. Fakat bugün en sıradan köylüler bile tayyareyi belledikten sonra kaldırıp da yerine bu türlü öz Türkçe sözcük koymakta boşuna yorgunluktan öte bir yarar düşünemem. Çünkü tayr Arapça da olsa tayyare muhakkak ki Türkçedir. Çünkü bizim buluşumuzdur, Türk çocuğudur.” [33]
Görüşmeler sürerken söz alanlardan, Yalçın’ın evrimci görüşünden yana çıkanlar da olmuştu. Ama büyük çoğunluk dilde de devrimci bir atılımın artık kaçınılmaz olduğunu belirtmişti. Bunlar arasında Sadri Ethem Erdem, Halit Ziya Uşaklıgil, Fuat Köprülü, Ali Canip Yöntem ve Hasan Âli Yücel’in konuşmaları anılmaya değer.
Sözlerine, “Kişiliklerine saygı duyduğum üstatlar evrimden söz ettiler. Bir toplumun yaşamında ne zaman evrim olur ve ne zaman atlamalar olur? Acaba üstatların sözünü etmek istedikleri evrim nasıl bir evrimdir?” diye başlayan Erdem, 1918’den 1932’ye değin geçen dönemin göz önüne alınması gerektiğini belirterek şunları söylemişti:
“Nasıl ki ulusla ümmet arasında büyük bir ayrım varsa, dünkü dil anlayışıyla bugünkü dil anlayışı arasında da öyle bir ayrım vardır. Biz bu ayrımı evrim yoluyla geçemeyiz. Bu ayrımı Türk topluluğunun şimdi yaşamakta olduğu devrim atılımıyla geçebiliriz... Çünkü yeni ve yepyeni bir toplumla karşı karşıyayız. Bu yeni toplum Tük ulusudur...
Üstatlar bu toplanmaların biraz da gereksiz olduğunu dile getirmek istediler sanırım. Eğer böyle bir şey söz konusuysa, bunu hiç akıllarından geçirmemeleri gerekir. Ancak halk dilini ve halk egemenliğini temsil eden sözcüklerin var olabilmesi için halkın kendi egemenliğini eline almış olduğu bir dönemde, bu halk egemenliğini böyle yüze gülücü evrim siyasasıyla yapmak istersek, bu dil, Türk dili hiçbir zaman istediğimiz aşamaya varmaz. Varmak için çok kökten devrimci olmak gerekir.”
Türkçenin, Arapçanın baskısı altında uğradığı başkalaşımı anımsatan Halit Ziya Uşaklıgil, abece değişikliğiyle hiçbir yerde görülmeyen ve hayale sığmayan olağanüstü bir dönüşüm yapıldığını vurgulamıştı. Dilde devrime olan inancını da şöyle belirtmişti:
“Bu ne ile yapıldı? Büyük bir gücün işe el koymasıyla yapıldı. Bugün Dil Kurultayı ve bundan doğacak devrim de yine o güç sayesinde olacaktır.”
Ama evrimci görüşe en geniş ve çarpıcı yanıtlar Fuat Köprülü’den gelmişti:
“Büyük Gazi, o zaferi tamamlayan ve sağlamlayan bir dizi devrimden sonra bizi yeni bir zafere, yeni bir devrime, daha açık bir deyimle manevi bağımsızlığa kavuşturuyor.
Burada söz söyleyen bir konuşmacı, evrim kuramına ve belirlenimcilik ilkelerine dayandığını ileri sürerek, toplumsal bir kurum olan dilin, doğal bir gelişme izlediğini ve onu değiştirmenin insanların gücü içinde olmadığını, akademilerin ve bilim kurullarının bu gelişmeyi saptamaktan öte bir şey yapamayacağını söyledi ve tutucu güçlerin ve kanıların aşırılıkları değiştirerekten bu işte yararlı bir görev gördüklerini de açıkladı.
Görünüşte bir bilim cilasına bürünen bu sav, bütün devrim hareketlerine karşı her zaman kullanılan eski bir silahtır. (…)
Devrim ruhuyla dolu olan bugünkü Türk kuşağı pekiyi bilir ki Türk ruhunu ve büyük Türk tarihinin doğal akışını herkesten daha önce ve daha derinden sezen ve bu ulusal eğilimlere her zaman açık ve doğru biçimini veren Gazi, ulusal bilincin ve ulusal kültürün bu eşsiz odağı, ulusuna armağan ettiği büyük devrimler zincirinin yeni bir halkası olan büyük Dil Devrimini de bilimin sağlam temelleri üzerine kuruyor. Diğer devrimlerimizde olduğu gibi bunda da başarılı olacağımızdan bir an bile şüphe edemeyiz.”
Kurultayla birlikte girişilen dil çalışmalarını geçmişteki Türkî-i basit ya da Türkçeyi yabancı kurallardan arındırıp yalınlaştırma girişimleri ile karşılaştırma olanağını bulunmadığını belirten Köprülü, bunun Türk Devriminin bir halkası olduğunu da vurgulamış ve 26 Eylülü de Türk rönesansının başlangıcı olarak nitelemişti:
“Kurultayımızın toplandığı 26 Eylül tarihini, ulusal rönesansımızın bu başlangıcını o eski, küçük, güçsüz girişimlerin daha büyük ölçüde bir devamı saymak çok yanlış bir anlayıştır. 26 Eylül o güçsüz akımların bir devamı değil, birbiriyle uyumlu ve büyük bir bütün oluşturan Türk Devriminin en doğal ve belki en ulu sonucudur.”[34]