Türkiye bol miktarda showman, bol miktarda medyum, falcı, kavgacı, şarkıcı, soyguncu, vurguncu, yobaz, fetbaz, şaklaban, yağcı, diktatör taslağı ve dalkavuk yetiştiriyor, ama hemen hemen hiçbir alanda “cevher insan” yetiştiremiyor… Tamı tamına bir “kaht-ı rical=adam kıtlığı” yaşıyoruz.
Cumhuriyet nesli olarak, pek tabii “cumhuriyet insanı”yla övünmek isterdik, ne var ki, cumhuriyet eğitimi hâlâ övünebileceğimiz ve çocuklarımıza örnek gösterebileceğimiz özelliklerde insanlar yetiştiremedi. (Bu arada hiç kimse o klâsik yaklaşımla “Atatürk, İnönü, Çakmak” diye saymaya başlamasın: Çünkü cumhuriyeti kuran kadronun tamamı Osmanlı aile yapısında yetişmiştir. Şöyle de diyebiliriz: Cumhuriyetimizi bile Osmanlı ailesine ve eğitimine borçluyuz!)
Eskiden bir “mahallemiz” vardı. Mahalleler “cami, mektep, aile” üçgeninde oluşurdu. Evler bahçe içinde müstakil yapılardı. Çocuklar bahçede özgürce oynarken, hayvanlar ve bitkilerle tanışır, onlarla dostluklar kurar, çevresini paylaşmayı ve çevresiyle barışmayı yaşayarak öğrenirdi. (“Topraktan geldik toprağa döneceğiz” anlayışı, insanı toprağa ve ürettiği her şeye karşı saygılı olmaya çağıran müthiş bir motivasyondu)
Bağımsız evlerin yerini çok katlı “apartman”lar aldığından bu yana, aileler bahçesiz küçük mekânlara tıkıştı. “Apartman”ın yüksekliği ölçüsünde insan topraktan ve toprakta üreyen her şeyden koptu. Zaman içinde toprakla aralarındaki sevgi bağı da yok oldu. Sonuçta insan çevreye “düşman” olup yeşile savaş açtı. (Villa yapmak, ya da tarla açmak için orman yakan insanlara dönüştük.. Her şey bir birine o kadar bağlı ki, bir anlamda insan kendi kendisiyle zıtlaşıp savaşıyor)
Eski evler birbirlerinden bağımsız olduğu için, bir birlerinin üzerine halı-kilim silkme, ya da gürültü yapma derdi olmayan komşular rahatça dostluklar kurulabiliyorlardı. Bir başka deyişle, eski evlerin kapı ve pencereleri komşuluğa açılırdı. Şimdiki apartman dairelerinin alt alta, üst üste balkonları ise kavgaya açılıyor. (halı, kilim silkme savaşları) Çocuklarımız baskıcı, kavgacı ve şiddete eğilimli muhitlerde yetişiyor. Tabiatıyla bundan olumsuz etkileniyorlar.
Osmanlı evleri yazın serin, kışın ılıktı. Fazla ısıtılmayan evlerin içindeki insanlar zinde kalır, bu da hareketsizlikten beslenen tembelliği ve tembellikten beslenen şişmanlığı önlerdi. Abdest ve namaz, zindeliği besleyen faktörlerdi. Yatsıdan sonra yatılır, sabah ezanıyla kalkılır, böylece gün bereketlenirdi. Kısacası eski mahallelerle evler, yetiştirilmek istenen insanın kimliğine ve kişiliğine uygun olarak oluşturulmuştu. Bir mahalleden diğerine yerleşebilmeniz için, geldiğiniz mahallenin mutemet (itimat edilen) insanlarından referansı getirmeniz şarttı. Bu denetim her mahallenin eşrafı (seçkinleri) tarafından yapılırdı. Böylece mahallenin safiyeti korunurdu. Hatta eşraf, bazı ufak-tefek davalara bakar, işi mahkemeye intikal ettirmeden oracıkta çözerlerdi.
Osmanlı’nın “mahalle” dediği küçük hayat alanları “cevher insan” üretiminin merkezleriydi. Bu küçük yerleşim birimlerinde, herkes bir birini yakından tanıdığından, çocukların “tanıdık biri görmeden yaramazlık yapma” ihtimalleri son derece zayıftı. Ufak tefek kusurlar genelde nazar-ı müsamaha ile karşılanırdı, ancak büyücek hataların bir bedeli vardı: Hiçbir çocuk (ya da genç) böyle bir bedel ödeyip, mahalleye “rezil” olmayı göze alamazdı. Bu yüzden adımlar dikkatle atılır, “mahallenin namusu”na toz kondurulmaz, herkes kendi alanı içinde mutlu olmaya çalışırdı. Bu da zaman içinde karaktere dönüşür ve toplum “cevher insan”larla beslenirdi.
Yaşanan alanların insan karakteri üzerindeki etkileri inkar edilemez. Eski mahalle hayatının yanı sıra, evlerin yüksek tavanlı, bahçeli ve manzaralı oluşunun, Osmanlı insanı üzerindeki olumlu etkilerini, tüm tarihimizdeki iftihar vesikalarında görebiliyoruz.
Yani, mimari ve mahalle dahil her şey “cevher insan”ın yetişmesi, gelişmesi için düşünülmüştü. “Cevher insan”lardan oluşan toplum, önceden belirlenmiş hedefine cesaret ve güvenle yürüyordu…
Fethedilmesi gereken hedef ise, hayatın tümünü kapsıyordu.
Bugün, başta medyanın büyük bölümü olmak üzere, hemen her şey günaha teşvik ediyor. Sokak başlarında Nemrut ateşleri yakılmış, bulvarlarda Ebucehil çukurları kazılmış… Kötü örnek çok, ama çocuklarımıza tereddütsüz gösterebileceğimiz, yaşayan iyi örneklerden mahrumuz…
“Kaht-ı rical”, biraz da bundan kaynaklanıyor olmalı.
Yavuz BAHADIROĞLU