İmparator Julianus’un 361-363 yılları arasındaki saltanatı sırasındaki onca çabaya karşın, paganizm artık bir daha belini doğrultamaz biçimde darbe yedi. Yüzyıllarca tarih sahnesinden çekildi. Tüm Orta Çağ boyunca sürecek olan toleranssız ortamın temelleri atılmıştı.
Jovianus, tahta çıkar çıkmaz tüm eyalet valilerine gönderdiği bir genelge ile İncil’e bağlılığı anımsattı ve Hıristiyanlığın yasal din olduğunu bildirdi. Onun da kısa süren saltanatı sırasında, kentlerin çoğundaki pagan tapınakları hemen tümüyle kapatıldı ya da kendi haline bırakıldı. Jovianus, gene de putataparlara karşı girişilmesi olası kıyımları eski dinin törenlerinin özgürce yapılmasını isteyen bir tolerans bildirgesiyle engelledi.
Romalı bir sözcü, imparatorların dinler karşısındaki tutumlarına göre, kâh bir yana kâh öbür yana geçen iki yüzlü sözüm ona dindarlar için şöyle diyordu:
«Her iki din de talihlerinin değişiklikler gösterdiği zamanlarda Jupiter tapınağından çıkıp yüzleri kızarmadan Hıristiyan ayinlerine katılan ve hükümdara dalkavukluk eden yeni dindarlarca onursuzlandırıldı.»
Sözcünün dediği böyle; yanlış değil, ama eksik... Özellikle Julianus’un egemenlik döneminde bunun karşıtı da vardı.
Jovianus, ordusuyla birlikte Antakya’dan Constantinopolis’e doğru yürüyüşe geçti. Amacı, bir an önce başkente ulaşarak yönetime ağırlığını koymaktı.
Ancrya (Ankara) ile Nicaea (İznik) arasındaki bir kasabada konakladığı sırada, aşırı yiyip içtiği bir akşam sofrasından sonra uyumaya gitti. Sabah yatağında ölü bulundu. Ölüm nedeni olarak çokça yediği zehirli bir mantar gösterildi. Cenazesi Constantinopolis’e getirildi ve önceki imparatorların yanına gömüldü.
Jovianus’un ardından yapılan seçimle general ve önde gelen senatörler iyi bir asker olan Valentinianus’u augustos ilan ettiler.
Valentinianus, Roma İmparatorluğu’nu 364 yılından 375 yılına kadar kardeşi Valentius (Valens) ile birlikte yönetti. Aslında kan dökmekten zevk alan bir yaratılışta olmasına karşın, dinsel tartışmaların ve hizipleşmenin kızışmış olduğu bir yüzyılda gösterdiği sabırlı tarafsızlık nedeniyle hayli övgü kazandı.
Roma’nın 14 mahallesinin her birine sağlık denetimi için maaşını devletten alan 14 hekim atadı. Yeni doğmuş çocukların sokağa bırakılmasının suç sayılacağını ilan etti ve tüm eyaletlerde Helence ile Latince eğitime önem verilmesi için yetkilileri uyardı. Buyruklarıyla Yahudi, Hıristiyan ve putataparların devlet karşısında eşit olarak tolerans görmelerini sağladı. Büyücülüğü yasakladı ama Toscana kuş falcılarınca uygulanan “gelecekten haber verme” yönteminin sürdürülmesine izin verdi. Bir yandan Helenlerin Eleusis gizemlerini kutlamalarına göz yumarken diğer yandan putataparların geceleri kurban kesmelerini yasakladı.
Gerek Valentinianus gerekse kardeşi Valentius, yaşamlarını vaftiz edilmemiş birer Hıristiyan adayı olarak sürdürdü. Bu arada Valentius Ariusçuluğu, Valentinianus ise Athanasius mezhebini destekliyordu. Donatusçu sapkınların çıkardığı ayaklanmayı bir güzel bastırdılar.
Valentinianus’un 375 yılında geçirdiği bir kalp krizi sonucunda ölmesi üzerine, o sırada henüz 16 yaşında olan büyük oğlu Gratianus tahta çıkarıldı. Gratianus, Batı eyaletlerinin yönetimini üstlenirken, amcası Valentius’un da 378 yılında ölümü üzerine Doğu eyaletlerinin yönetimini Flavius Theodosius’a bıraktı.
Theodosius zamanında, Fırat nehri üzerindeki Kallinikos kentindeki Yahudi sinagogu Hıristiyanlarca yakıldı. Theodosius, sinagogun, tüm masrafları Hıristiyanlar tarafından karşılanmak üzere yenilenmesini buyurdu.
Bu buyruğa karşı çıkan Milano Başpiskoposu Ambrosius, İmparatora şöyle seslenmişti: «Hangisi daha önemli?... Disiplin gösterisi mi, yoksa din davası mı?»
İki yıl sonra Theselloniki (Selanik) halkı arasında çıkan bir karşıtlık, giderek ayaklanma biçimine dönüştü. Theodosius’un buyruğuyla lejyonlar bu ayaklanmayı kanlı bir biçimde bastırdı. Bir gecede yedi bin kişi, -suçlu suçsuz ayrılmadan- kılıçtan geçirildi.
Bu olay üzerine Ambrosius, Kilise Konsili’ne başvurup bir karar aldırdı. Buna göre, İmparator bu yaptıkları için pişman olduğunu halk önünde açıkladıktan sonra Kilise tarafından kabul edilecekti.
Theodosius, -çaresiz- istenileni yaptı
Bu olay, daha ilk yıllarında bile Kilise kurumunun ne denli etkili bir güce sahip olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Başpiskopos Ambrosius örneği, Roma İmparatorluğu Hıristiyanlaşırken Hıristiyanlığın da nasıl Romalılaştığını gösterir.
Ambrossius, Romalı bir genel valinin oğlu ve senato üyesiydi. 371 yılına kadar Liguria ve Aemilia eyaletlerinin valisi iken, 373 yılındaki tartışmalı bir seçim sırasında arabuluculuk ederken, bir anda kendini piskoposluk makamında buluvermişti. Ailesinin Hıristiyan olmasına karşın, piskopos seçildiği sırada bile henüz vaftiz edilmemişti. Vaftiz edildikten bir hafta sonra piskoposluğa getirildi. Kilise tarihindeki bir diğer önemi de Manicilik yandaşı olan güzel konuşma sanatı öğretmeni bir genci 387 yılında vaftiz ederek Hıristiyan yapmasıdır.
Sözü edilen bu kişi, Hıristiyan toleranssızlığının yükselmesinde hayli önemli görevler üstlenecek ve sonraları aziz sanını alacak olan Augustinus’tur.
Hıristiyanlık, önceleri kovuşturulan bir din iken birdenbire kovuşturan konuma geçti.
Aslına bakılırsa, Hıristiyanlık, özü gereği toleranssız olmak zorundaydı.
Philippe Thélin “La Liberté Religieuse” (Din Özgürlüğü) adlı kitabında “Hıristiyanlık aynı zamanda hem vicdan özgürlüğünü hem de toleranssızlığı getirdi.” der. Bu söylem, başlangıçta bir paradoks gibi algılanabilir. Ancak, gerçekten de Hıristiyanlık bireyin dinî ve ahlâkî yaşamını devlet yetkesinden kurtarmak suretiyle vicdan özgürlüğünü desteklemiş fakat aynı bireyin vicdanını kendi dogmalar dizgesi ve Kilise yetkesine bağlamakla dinsel toleranssızlığı getirmiştir.
Toleranssızlığın ardından bağnazlık (taassup) gelir.
Düşünce ve vicdan özgürlüğü konusu Antik Çağdan bu yana çeşitli felsefe okullarınca işlenmiş ve savunulmuştu. Hıristiyanlık, kendi işine geldiği zaman vicdan özgürlüğünün en ateşli savunucusu olarak, kimi zaman tüm Antik Çağ felsefe okullarını geride bırakmayı başarmıştır. Hıristiyanlığın din uğruna verdiği şehitlerin özgürlük ilkesi uğruna bile bile ölüme gittiklerini kimse ileri sürmemiştir. Onlar, kendi bağnazca takıldıkları inançları uğruna ölüyorlardı; özgürlük için değil.
Onun için, Aziz Tertullianus’un deyişiyle “şehitlerin kanı Kilise’nin tohumu” olmuşsa da, hiçbir zaman özgürlüğün kendisi için dökülmemiştir. Tam tersine, Hıristiyan şehidi, Hıristiyan kovuşturucusunun ve işkenceci engizitörün manevi babasıdır.
Bu sözü edince “engizisyon” konusunu da masanın üzerine yatırmak gerektiği ortaya çıkıyor. Ancak kronolojik akış bakımından o aşamaya daha çok var. Önce Hıristiyan dünyasının sosyolojik bakımdan o aşamaya nasıl geldiğini incelemeli.
Ancak bu bağlamda edeceğim bir başka söz var... Bakıyorum da bu bölüme yerleştirdiğim alıntılar pek de ilgi çekmiyor. Hani okunma sayısı bakımından değil de tartışma açılması, görüş belirtilmesi bakımından. O nedenle bundan sonraki alıntılarda biraz daha seçmeci davranacağım. /i]