Satranç oyunu aslında her şeyi özetler.
Büyük bir tahta, tahta üzerinde eşit sayıda siyah ve beyaz kareler, o karelerin üzerinde farklı yolculuklar yapabilen farklı taşlar.
Tahtada ikilik ve zıtlığın evrende dengede olduğunu, bütün piyonların zaman zaman siyah ya da beyaz karelere basmak zorunda olduğunu görürüz. Tıpkı bazı mabetlerin zeminleri gibi. Beyaz taşlar ve siyah taşlar, ışık ve karanlık gibi birbirlerini yenmeye çalışırlar. Her taş aynı şekilde hareket edemez, özel hareket kabiliyetleri vardır. Bazıları çok kısıtlı ve tek yönlü hareketler yapabilirken, bazıları uzun ve çok yönlü bir şekilde ilerleyebilirler. Amaç karşı tarafın şahını almaktır, oyun ancak öyle son bulur. Herhangi bir taş, yolculuğu bitirip, karşı tarafa kadar gidebilirse, vezirin kapasitesine yükselebilir, ama hiçbir zaman şah olamaz.
Bizler taşlarız. Her birimizin hayata başladığı pozisyon ve beyazların siyahlara karşı yapacağı mücadelede yapabileceklerimiz farklı. Alabileceğimiz mesafeler farklı. Ama her birimiz vezir olabiliriz. Bu hayatta, bu var oluşumuzda, beyazların kazanması için mücadele ediyoruz.
Ama Tanrı beyaz taşların şahı değil.
O tahta ve piyonların toplamı. Hatta oyunun oynandığı mekân, hatta oyunun oynandığı sonsuzluk.
Biz Tanrı’yı, sadece aydınlık ve sevginin merkezine koymak gibi bir hata yapıyoruz. Siyah taşlar ve siyah taşların şahını Şeytan, beyazların şahını Tanrı zannediyoruz.
Bu mümkün mü?
Her şeyin sahibi olan bir Tanrı, sadece bir tarafa, bizim tarafımıza ait olabilir mi?
Eğer onu böyle algılıyorsak, adaletsizliğine kızıp ona sitemler ediyoruz. Neden “kötülüklere” izin verdiğini sorguluyor, Şeytan’ı yenemediği için şaşırıyoruz. Oysa o beyaz değil. Beyaz biziz. O aynı zamanda siyah taşların da Tanrı’sı. Ve herkes ve her şeyin ait olduğu, bir ve bütün olan, eksiksiz ve tamam olan. Ondan ayrı, ondan kopuk bir şey olamaz.
Ama bize böyle söylenmiyor.
Doğumdan itibaren ve bazı inançlara göre bıngıldak kapandıktan sonra, Tanrı’dan kopuk olduğumuzu, bizi terk ettiğini ve ona ulaşmak için çok çabalamamız gerektiğini hissediyoruz. Ona ulaşmak için, iyi ve kötü, doğru ve yanlış arasında seçimler yapıp, hep sevginin ve ışığın tarafında olmamız söyleniyor. Onun bizden uzak ve ayrı olduğunu sanıyoruz. Ama değil.
O hep içimizde ve dışımızdaki her şeyin de ait olduğu bir sonsuzluk. Kötülüğün de, savaşın da, yanlışın da, Şeytan’ında içinde olduğu bir bütünlük. Sadece iyi değil. Sadece ışık değil. Sadece doğru değil.
Bize bu hayatlarımızda verdiği görev, beyaz olmak. Uğraşacağız. Daha beyaz olmak için. Daha iyi insanlar olmaya doğru yolculuk yapacağız. Önce kendimizi değiştirebilme gücümüzü arttıracağız. Ve dönüşeceğiz. Sonra diğer taşların gücünü arttıracağız ve dönüştüreceğiz.
Ama siyah taşların da onun ve deneysel oyunun parçaları olduğunu unutmayacağız.
Yin ve Yang sembolü bir başka güzel açılım sunuyor bize. Burada da siyah ve beyaz birbirinden düz olmasa da keskin çizgilerle ayrılmış durumda.
Ama siyahın içinde beyaz ve beyazın içinde siyah noktalar var. Sembol bize diyor ki, ne saf bir siyah var, ne de saf bir beyaz. Hatta siyahın içindeki beyaz noktanın içinde siyah, beyazın içindeki siyah noktanın içinde de beyaz var. Sonsuz bir iç içelik söz konusu.
Siyahın içindeki beyaz nokta çok önemli. Çünkü zıddımızın içinde de bizden bir parça olduğunu gösteriyor.
Ama beyazın içindeki siyah nokta çok daha önemli. Eğer bizler satranç tahtasındaki beyaz taşlarsak ve beyazların kazanması için çabalıyorsak, kendi içimizdeki siyahlıklardan da kurtulmalıyız. Kendimizi saflaştırmalıyız.
İçimizde karanlığa, korkuya, kötülüğe dair ne varsa onlardan arınmalıyız. Bunun için hangi yoldan gidersek gidelim, o yolda hangi hızla ilerlersek ilerleyelim, uygun. Yeter ki gözümüzü hedeften ayırmayalım.
Tanrı’nın insana bahşettiği en büyük hediyenin akıl olduğunu düşünüyoruz. Acaba öyle mi? Yoksa, kendi suretinden yaratıp, ruhundan üflemesi başka bir anlama mı geliyor?
Tanrı’nın insana verdiği hediye neden özgür seçim hakkı olmasın? Ya, tıpkı Tanrı gibi, özgür seçim hakkına sahip tek varlık insansa? Bugün karanlık ve yarın ışığa yönelebilmeyi, korkudan sevgiye geçebilmeyi tıpkı Tanrı gibi başarabiliyorsa? Ve evrende, melekler de dâhil, hiçbir varlık bunu yapamıyorsa?
Ve Şeytan bunun için isyan ettiyse? İnsan gibi, kısa ömürlü, çok akıllı olmayan, yeteneklerinin üstü bir perdeyle örtülü bir varlığa, sadece Tanrı’nın özgür seçim hakkına sahip olduğu için saygı göstermek istemediyse?
Düşünelim şimdi. Acaba melekler, bir gün akıllarına estiğinde, “ben artık kötü olacağım”, ya da “bir defa bile olsa, birini öldüreceğim” diyebiliyorlar mıdır? Ya da Şeytan “bugün çok keyifliyim, hadi bir iyilik yapayım” diyor mudur ara sıra?
Demiyorlardır. Çünkü böyle bir hakları yok. Ama bizim var.
Biz bir gün bir uçta, diğer gün diğer uçta olabiliyoruz. Buna hakkımız var. Özgürce ne tarafta olabileceğimizi seçebiliyoruz.
Yazı alıntıdır.
Saygılarımla...