Ordunun siyasal sistemdeki rolüne dair her tartışma, bana Carl Schmitt’in teorisini ve terminolojisini hatırlatır. Schmitt, Nazilerin ideolojik/teorik desteğe en çok ihtiyaç duydukları dönemin en önemli figürlerindendir. Naziler, iktidara tırmandıkları dönemde ve iktidarlarının ilk evresinde, bu meş’um akademisyenin fikirlerinden bolca yararlanmışlardır.
Schmitt’in zihin dünyasının ve bütün eserinin anahtarını, siyaset kavramına ilişkin yaklaşımı oluşturur.
“Telaffuz edilemeyenin virtüözü” olarak nitelenen Schmitt’e göre, siyasetin özü “dost-düşman ayırımı”nda yatar. Schmitt’in, “dost-düşman ayırımı”nı “mücadele” ve “savaş” kavramlarıyla birlikte düşündüğünü ve siyasetin nihai anlamını dost ile düşman arasındaki mücadele ve/veya savaşta gördüğünü vurgulayalım.
Böyle bir kabule dayanan bir sistemde, toplum ancak olağanüstü hal mantığıyla yönetilebilir.
Bu zihin dünyasında, siyah ile beyaz dışındaki renklere yer yoktur; fikrin yerini hamaset, tartışma ve müzakerenin yerini seferberlik alır. Her şeyin “topyekûnlaştırıldığı” bir dünyadır arzulanan.
Bu dünyanın gerçek egemeninin kim olduğu sorusuna, Schmitt’in yanıtı nettir: “Olağanüstü hale kim karar verirse, egemen odur.” Şartların “olağanüstü” nitelik taşıdığına karar verme gücünü elinde tutan otorite, tehlikeyi savuşturmak için her türlü tedbire başvurabilir; bu konuda hukukla da bağlı değildir.
Türkiye’de ordu, siyasete müdahale etme “misyonu”nu bu zihniyetten alıyor. Ordunun bütün “müdahaleleri”, sürekli tehdit ve tehlike algısı yaratmak ve buna uygun düşmanlar üretmek üzerine tesis edilmiştir.
Ordunun “gücü” ise, bu misyonu tartışılmaz kılmasından geliyor. Gücün nihai kaynağı ise, tabii ki silahtan başka bir şey değildir. Ordunun her türlü tartışmada en büyük ve en etkili argümanı silahtır. Burada hukuk, ancak ordunun dokunulmazlığını garanti ettiği ölçüde, bir anlam ve değer taşır.
Bu düzenin devamı, soğuk veya sıcak bir savaşın ya da savaş ihtimalinin varlığına bağlıdır. Soğuk savaş şartlarında ordu, hâkimiyetini sürdürmekte zorlanmadı. Soğuk savaşın ardından, ordunun imdadına Kürt sorunundaki sıcak çatışma yetişti. Bu da yetmedi, devreye “şeriat tehdidi” sokuldu. Ordu, böylece “olağanüstü hal”i ebedileştirebileceğini sandı.
Oysa tam aksi oldu; kısa sürede yolun sonu göründü. Sonun başlangıcını ise, ordunun dokunulmazlık zırhının delinmesi oluşturdu. Dokunmak, ille de fiziksel temas değildir; tek başına “itiraz” bile, dokunulmazlıkta gedik açmaya yeter.
27 Nisan muhtırasına hükümetten ve toplumun muhtelif kesimlerinden gelen güçlü itiraz ve özellikle 22 Temmuz 2007 seçimlerinde halktan gelen sert tepki, ordunun “açığa düşmesi”ne yol açtı. Ordu, bunun üzerine, silah dışındaki argümanlarla kamuoyunun önüne çıkmaya mecbur kaldı. İşte bu andan sonra, ordu, “eski düzen”e (ancien régime) dönüşün köprülerini kendi eliyle yıkmış oldu.
Her savunma, yeni bir suç itirafına dönüşmeye başladı. Kamuya konuşan komutanlar, “yaptım oldu, var mı diyeceğiniz” lafları dillerinin ucuna çok sık dayanmasına rağmen, acı acı yutkunmak zorunda kaldılar.
Ergenekon operasyonu sayesinde, ordu fiziksel dokunma gerçeğiyle tanıştı. Silahların gölgesi ve korkunun ipoteği kalktığında, hukukun başka türlü işleyebileceğini gördüler. Bu ise, tam anlamıyla kendilerinde travmatik bir etki yarattı. Artık konuşmalarına daha fazla dikkat etmeleri gerekiyordu. Ama dili silah olan bir varlığın; sözle, kelamla düzgün bir ilişkisi kurması hiç kolay değildir. Bu durumda, her konuşma, başlarına yeni bir bela açmanın habercisi oluveriyor.
Şimdi, askerler adına başkaları “söz”ü almaya yelteniyorlar. Mesela birileri çıkıp, “İrticayla Mücadele” türü belgelerin hazırlanmasına hukuksal meşruiyet uydurmaya çalışıyorlar. Bunun için de, İç Hizmet Kanunu’nun şu meş’um 35. maddesinden medet umuyorlar. Oysa kendileri de çok iyi biliyorlar ki, hiçbir hukuk kuralı, o hukuk düzenini devre dışı bırakacak bir işlevle donatılamaz. “Cumhuriyeti korumak ve kollamak adına” bırakın doğrudan müdahaleyi, siyaset yapmak anlamına gelen herhangi bir söz veya fiil bile, bizzat Askerî Ceza Kanunu tarafından suç sayılıyor.
Cumhuriyeti demokrasiden ayrı düşünmeyen ve kabul etmeyen herkes, bu son gelişmelerin gereğini talep etme yükümlülüğü altındadır. Sorumlular hakkında idari ve adli her türlü işlemin yapılması, zaten hukuk devleti olmanın asgari gereğidir. Önemli olan, bunun ötesine geçmektir. Öteye geçiş için yaşamsal önem taşıyan iki köprü vardır. Biri, orduyu demokratik bir hukuk devletinin “olağan” çerçevesine sokacak anayasal ve yasal reformlardır. Diğeri, PKK sorununun barışçıl, Kürt sorununun demokratik çözümünde tutarlı ve kararlı davranmaktır. Birincisi, askerî vesayet rejiminin hukuksal temellerini ortadan kaldıracak; ikincisi ise, siyasal ve fiili kaynaklarını kurutacaktır.
Krizden erdem yaratma fırsatı, bir kez daha kapıda; onu geri çevirmeyelim...
MIthat Sancar