Ne zaman Atatürk’ün “ Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” özdeyişi hakkında” ırkçılığı simgeliyor, kitaplardan kaldırılmalı“ önerilerini okusam veya duysam, aklıma yıllar önce okuduğum bir kitap geliyor. Kitabın adını hatırlayamıyorum zira ne zaman zihnimi zorlasam, o anlara dair ancak küçük bir pencere açılıyor. O küçük pencereden hala anımsadığım ise ilginç bulup, altını çizdiğim bir bölüm...
Hatırlayabildiğim kadarıyla ne yazıyordu okuduğum kısımda? Okuduğum bölümde Atatürk’ün Hunların Kağanı Attila hakkında okuduğu bir kitapta altını çizdiği kısımdan etkilenerek “ Ne Mutlu Türk’üm Diyene” özdeyişi için ilham aldığı yazıyordu
Hikaye hatırlayabildiğim kadarıyla şöyleydi:
“...Bir gün Batı( veya Doğu) Roma elçisi Attila’nın hükümdarlık merkezine gelir ve Attila’nın huzuruna çıkar. Görüşmenin bir yerinde Roma İmparatorluk Elçisi, Attila’yı küçük düşürmek için tüm pervasızlığıyla ‘ kendi imparatorlarının çok soylu bir sülaleden geldiğini’ söyleyip, ‘Hun Hakanı Attila’nın soyu da böyle midir’ diye sorar. Tabii, elçinin niyetini anlayan Attila da, o sözün altında kalmaz, akıl dolu bir yanıt verir: ‘ Bizde soylu olan, sizdeki gibi sadece hanedanlık üyeleri değil, tüm ulustur, benim asaletim de, o nedenle Hunların asaletinden kaynaklanır’...”
Atatürk’ün gençliği’nde de Osmanlı içerisinde, hanedan ailesi, saraylılar, paşalar, eşraf… vb gibi kendilerini soylu görüp, halkı küçük gören zihniyete sahip insanlar vardı. Attila’nın halkına baktığı gibi bakmıyordu saray ve çevresi. Etrak-ı biidrak diyorlardı halka yani İdraksız, aptal Türkler (Etrak: Türkler, Biidrak: İdraksız)
Öte yandan içte böyle de dışta farklı mı? Dışta da Türkler hor görülüp, aşağı bir ırk olarak görülüyordu. Onlara göre Türkler, Barbar Moğollar’ın bir devamı ve Anadolu’da işgalciydi. Bir avuç barbar zorla Anadolu ve Balkan halklarını asimile etmiş, Türkleştirmişti.Yörükler ve Türkmenler de, Gök-Türk Kağanlığı’ndan kalmış bir bilinçle olsa gerek, Türk Kimliği’ni yerleşik düzenin simgesi olarak görüyorlar ve kendilerine ya Türkmen veya Yörük ya da mensup oldukları aşiret, oba adları üzerinden kimlik veriyorlardı
Aslında tarih tekerrür ediyordu. Bilge Kağan Abidesi’nin Doğu Cephesinde : “ Türk Milleti il yaptığı ilini elden çıkarmış, kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş...Türk Beyler Türk adını bıraktı” şeklinde ibareler vardır. Bilge Kağan’ın, bu sözlerini, Çin’in etkisi ile topraklarını ve kimliğini yitirmeye başlayan halkı için söylediği yer alır yazıtta. Eh, bu durumun Kurtuluş Savaşı öncesinden bir farkı olduğu söylenemez sanırım; Türk Beyleri ve halkı adını bırakmış, padişah kendi derdinde, ülke ise dört bir yandan işgal altında.
Peki bu koşullar altında Atatürk’ün özdeyişini yorumladığımızda, sözkonusu sözlerin ardında ırkçı bir ideolojinin olduğunu söyleyebilir miyiz? Atatürk, yurttaşlığı öne çıkarıp, paşalık, beylik gibi asalet ünvanlarını yasaklatıp, herkese birer soyadı almaları için kanun çıkarmadı mı? Çıkardı. Neden? Çünkü kurulan yeni devlette kişilerin, ailelerin asaleti değil, tüm yurttaşların asaleti sözkonusu olacaktı. Öyle de olmadı mı?
Artık köylüsü, kasabalısı, şehirlisi ekonomik açıdan olmasa bile hukuken eşitti. Artık Anadolu’nun, Trakya’nın bir köyünden bir çocuk, gelecekte başbakan olmanın hayalini kurabiliyordu. Düşlerini gerçekleştirenler de oldu. Hatta bir ara “Cumhuriyet’in halka sahip çıkmadığını”iddia edenler olduğunda Fatih Altaylı şöyle bir cevap vermişti köşesinden:
“...Bu ülkeyi kuran Atatürk bir memur çocuğudur, bir yetimdir. Onun en yakın arkadaşı İnönü, Kürt kökenli bir köy çocuğudur. Adnan Menderes bir çiftçi çocuğudur. Süleyman Demirel “Çoban Sülü” lakabını ailesi Boğaz kıyısında bir yalıda oturduğu için almamıştır. Turgut Özal da bir köy çocuğudur. Bugün Türkiye’nin Başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan da, Rize’den göçüp gelmiş köy kökenli bir ailenin, kıyı kaptanı bir babanın evladıdır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Kayserili küçük esnaf bir ailenin çocuğudur. Bugün Türkiye’nin en zengin, en varlıklı aileleri bile benzer kökenlerden gelip Cumhuriyet’in nimetleri sayesinde bugünkü konumlarına sahip olmuşlardır. Ben yıllar önce bütün bu isimleri yazmış ve “İşte beğenmediğiniz Cumhuriyet” demiştim. Bugün de aynı şeyi tekrarlamak gerekir diye düşünüyorum...” (07.09.2010)
Hazır yeri gelmişken yine bazılarınca ciddiye alınmayan sanki Atatürk tarafından köylüleri pohpohlamak için uydurulmuş bir özdeyiş muamelesi yapılan “ Köylü Milletin Efendisi’dir” özdeyişinin hikayesine de burada yer verelim. Yıllar önce Şevket Süreyya Aydemir’in üç ciltlik “ Tek Adam” adlı kitaplarından birisinde okumuştum. Yazıyı yazarken internete de bu yazıyı ekleyen bir site buldum. Böylece benim hatırımda kalan yarım yamalak hikayedense, olduğu gibi kitaptan yapılmış alıntıyı sizlerle paylaşabilme fırsatım oldu:
Atatürk:
“...Ben Bulgaristan'da ataşe-militerdim. Çaylı-danslı bir pastanede oturmuştum. İçeriye temiz giyinmiş, ayağı çarıklı bir Bulgar köylüsü geldi, oturdu. Masaya vurdu. Kimse aldırış etmedi. Hatta bir an önce gitmesini arzu eden bir yüz takındılar. Bir daha vurdu; ayağını da vurdu.
Garsonlar gelip:
- 'Burası sizin değil', dediler. Nihayet patron geldi. 'Çık buradan', dedi.
Köylü:
- 'Kimi nereden kovuyorsun? Bulgaristan benim sabanımla ve tüfeğimle yaşıyor, utanmaz adam.', dedi.
Polis çağırdılar. Ona da aynı cevabı verdi. Polis bir şey yapamadı, dışarı çıkıverdi ve pasta reçel getirdiler.
Atatürk:
- 'İşte', dedi, 'Türk köylüsünü bu hale getireceğiz."
Özdeyişin hikayesi böyle; Atatürk, okuma yazma oranın en düşük olduğu ve maddi olarak en sıkıntılı olan sınıflardan olan köylüyü bu hikayede geçen Bulgar Köylüsü gibi haklarını bilen ve yeri geldiğinde savunan bir yurttaş haline getirmek istiyordu. Artık köylüsü, çiftçisi, memuru, esnafı, doktoru...vb ile tüm halk, hükümdarın her dediğine biat eden tebaa değil, kendisinin de seçme ve seçilme hakkına sahip olduğu bir düzende hakkını sonuna kadar arayabilen birer yurttaş olmalıydı. Artık çağ değişmişti imparatorluklar yıkılıyor ve modern devletler ortaya çıkıyordu. Atalarımız da çağın siyasi gelişimine ayak uydurabilecek bir yetenekte olduklarını göstererek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular...
Bizim Cumhuriyetimizdeki milliyetçilik akımı, İngilizlerin, Almanların, Fransızların ki gibi diğer ulusları aşağılayıp, sömürü düzenini meşrulaştırmak için ortaya çıkmadı. Bizdeki Milliyetçilik tam aksine Emperyalistler karşısında bağımsızlığını ve kimliğini arayan akımdı. Dışarıda kimliği sürekli aşağılanan içeride Bilge Kağanın da dediği gibi “Türk Beyleri’nin Türk adını bıraktığı”, çözülen bir halkın kurtuluş için kullandığı b ideolojik bir araçtı. Balkanlardan İran’ın derinliklerine kadar ortak bir Türk kültürü vardı ve bu kültür içinde yüzyıllardır Türklerle beraber yaşayan kardeş halklar… Nihayetinde Misak-ı Milli sınırları içerisindekiler büyük bir mücadele ile Türk Kimliği’nde buluştular ve Cumhuriyet kuruldu.
Suikast sonucu hayatını kaybeden rahmetli Ahmet Taner Kışlalı, “Milliyetçilik” adlı yazısında Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışının ırkçı olmadığını anlatmıştı:
“...Atatürk ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada, Türk, Kürt, Laz, Çerkes birlikte bir bütün oluşturduğunu vurgulamış, Kurtuluş Savaşı sırasında hep “Türkiye Milleti” deyimini kullanmıştır. Daha sonraları karmaşık bir etnik yapıdan kendine güvenen çağdaş bir ulus yaratmak için çaba gösterdiğinde de, örneğin “Ne Mutlu Türk Olana” dememiş,“Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” demiştir. O’nun için “Türk”, Anadolu toprakları üzerinde “kederde, kıvançta” dayanışma içinde olan insanların adıdır. Orta Asya’daki Türk o milliyetçilik çerçevesinde yer almazken, Anadolu’nun tüm insanları, etnik kökenine bakılmaksızın ulusun bir parçası sayılmaktadır.
...Atatürk “Medenî Bilgiler” kitabında şöyle demiştir: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye Halkı’na Türk Milleti denir.” 1935 yılındaki resmî tanımlamaya göre de; “Ulus, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür...
Adını bırakan Türkler, adlarına tekrar sahip çıkmış ve Misak-ı Milli sınırları içerisinde yaşayan diğer etnik kökenlerden gelen kardeş topluluklarla beraber Türk Milleti’ni oluşturmuş. Öte yandan “sözkonusu sözü ırkçı amaçlar için kullananlar yoktur” demiyorum ama bu sözün ardında “ ırkçı bir ideoloji yoktur” diyorum. Dolayısıyla birilerinin “ Ne Mutlu Türk’üm Diyene” özdeyişini ırkçı bir söylem olarak ele alıp, karşısına “ Ne Mutlu İnsanım Diyene” söylemini koyması hiç de mantıklı değil.Atatürk’e “ırkçı” diyenler, O’nun kurduğu Cumhuriyet’e “halkçı değil” diyenler, bir zahmet Atatürk’ün sözlerini değerlendirirken önce sağlıklı bir araştırma yapsınlar, böylece gerçeklerin farklı olduğunu görürler...
Diyelim ki, ben bir yazarım, Marksizm’i eleştirecek bir kitap yazmayı düşünüyorum. Sizce, Kapital’i, diğer eserlerini, Engels’i okumadan ve gerekli diğer bilgileri edinmeden hatta karşıt yazarların fikirlerin de öğrenmeden Karl Marks’ı ve Marksizm’i nasıl eleştirebilirim? Eleştirdim diyelim, bu eleştiri ne kadar sağlıklı olur? Aynı koşullar Atatürk için de geçerli.
Geçenlerde gördüm Atatürk’ün tüm eserleri adlı yayını 27. Cilde ulaşmış ben daha hiçbir cildini okuyamadım. Tabii tüm bu ciltleri de sadece konunun uzmanları okuyabilir ama örneğin Atatürk’ün ekonomi hakkındaki görüşlerini öğrenmek veyahut esaslıca eleştirmek için en azından Atatürk’ün ekonomi hakkındaki tüm görüşlerini ve o devrin koşullarını okumamız gerekir... E peki Metin Aydoğan’ın bu konu üzerine olan kitaplarını, örneğin “ Bitmeyen Oyunu” aydınlarımızın kaçı okuyabilmiştir? Neydi Atatürk’ün Ekonomi Siyaseti ile sonrası kuşakların Ekonomi Siyasetleri arasındaki fark? Atatürk’ü eleştiren aydınlar arasında kaçı Atatürk’ün “ Bütün Eserleri’ni” incelemiştir? Üstelik aydın olmak “ okumaktan” geçer. Uygulama kısmında da aynı sorun var; Atatürk devri uygulamalarıyla ile ilgili doğru düzgün okudukları kitap yok. O yüzden ya kulaktan dolma bilgilerle ya da uydurma kitapları kaynak göstererek eleştiriyorlar. Ya da doğru biliyorlar ama Batı’nın aynasından bakınca, yazıların aynada ters gözüküp, anlamını yitirmesi gibi Atatürk Devrimlerini de tersten algılayıp, anlamsız görüyorlar.
Bakış açılarında önemli çelişkiler var.Kenan Evren gibi bu ülkede Atatürkçülüğe en çok zarar verenlerden birisini Kemalist sayıp, Kenan Evren üzerinden Atatürkçülüğü eleştiren aydınları nasıl ciddiye alabiliriz? Atatürk sonrası CHP’nin tüm siyasetini Kemalizm ile özdeştirenler var; Atatürk ve İnönü arasında, bakış açısından doğan farklılıklar yok mudur? Attila İlhan boşuna mı İnönücülük kavramını ortaya atmıştır? Atatürk’ü anlayabilmemiz, sağlıklı bir biçimde okuyabilmemiz için başka sorulara ve o soruların da yanıtlarınıa ihtiyacımız var. Mesela Atatürk’ün siyaset üzerine hukuk üzerine veyahut ilgilendiği tarih gibi diğer alanlar üzerine yazmış olduğu bütün yazılar incelenip, “ gençlik, olgunluk ve yaşlılık” dönemi olarak ayrılabilir mi? Atatürk’ün düşünce dünyası zaman içerisinde nasıl bir gelişim gösterdi? Yine Atatürk’ün düşünce dünyasını anlayabilmemize yardımcı olabilecek Kaynak Yayınları’nın yayınlamakta olduğu “Atatürk’ün Bütün Eserleri” dışında, Anıtkabir Derneği de bir çalışma yapmıştı. Anıtkabir Derneği’nin çalışması ile Atatürk’ün okumuş ve altını çizip notlar almış olduğu 3997 kitap tespit edilip ve 20 cilt halinde yayınlanmıştı. Bu kitaplar tespit edilebilenler.
Bir de tüm bu gerçeklere rağmen hala akıllarınca Atatürk’ü küçümsemek için O’na pragmatist yaftası yapıştırmaya çalışıyorlar yani Atatürk bir düşünürden ziyade, bugün bolca görebildiğimiz her işi kendi çıkarlarına göre yorumlayan bir siyasetçi tipidir... Nasıl saçmaladıklarının farkında mıdırlar? Sanmam, zira onlarda Batılı aydınlar gibi emperyalizmin sağlayabileceği olanaklar karşısında zaafa düşmüşler ve böylece hırslarını tepelerine bindirmişler, kendileri ise at gözlükleriyle bakıyorlar dünyaya…Ne kadar göstermek isteseniz de gerçekleri, artık göremezler…
O yüzden Atatürkçülere yapılan “ Aşırı Milliyetçi ve Demokrasi Karşıtı” eleştirisi sözde aydınlarımız ve Batı’nın sözde aydınlarca ortak bir söylem haline getirilmiş durumda, bu durumu Atatürk üzerine Batı’da çıkan bir yazıda da görebiliyoruz:
“...Atatürkçüler Batılı bir yaşam tarzını benimsemekle birlikte, en azından yeni Müslüman elitlere kıyasla, çoğulculuk, azınlık hakları ve din özgürlüğü gibi Batılı söylemleri benimsemekte çok yavaş kaldı. AKP hükümeti muhafazakar tabanının bu taleplerine günden güne daha fazla cevap vermekle birlikte Türk demokrasisi için de seleflerinin tamamından fazla şey yaptı. İdam cezasını yasakladı, ifade özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar gevşetti, Kürt azınlığa verilen kültürel hakları artırdı ve Avrupa Birliği aday ülke statüsünü kazandı. Bütün bunlar olurken, Kemalistler çoğu zaman ülkedeki demokratikleşme sürecine fren koymaktan başka bir şey yapmadı. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Profesör Murat Belge, ‘Bu gruplar artık toplumdaki en kapalı, en demokrasi karşıtı güç haline geldi’ dedi…”
Lozan’a göre Kürt kökenli yurttaşlar azınlık sayılmıyor ancak Batılılar hala sözkonusu anlaşmayı içlerine sindiremedikleri için “ azınlık” vurgusunu ısrarla yapıyorlar. Bu nedenle Amerikan ve Avrupa Medyası’nda PKK Terör Örgütü ile ilgili haberlerde terörist değil “ ayrılıkçı” ifadesi kullanılıyor. Öte yandan kendileri Rönesans ve Reform Hareketleri ile dinci yönetim tehlikesini geride bırakıp, zamanla kendi ülkelerindeki bu tür grupları etkisizleştirdikleri için rahat olan Batılı Aydınlar, Laiklik ile ilgili hassasiyetlerimizi anlayamıyorlar, ya da doğrusu anlamak istemiyorlar. Bir de tıpkı dinciler gibi hem Laik hem Müslüman olunamayacağına inanıyorlar ki, altını çizdiğim gibi Laik kesimin karşısındakileri “ Müslüman elitler” olarak tanımlıyorlar…Onlar her zaman sorunlara kendi çıkarlarına göre bakıyorlar yoksa hem laik hem dindar olunabileceğini bal gibi de biliyorlar!
Küresel güçlerin simgelerinden Soros’un Açık Toplum Enstütisi ile yakın ilişkilere sahip olan Bilgi Üniversitesi’nin sözde aydını Murat Belge de muhteşem(!) bir tespit yapmış, “Atatürkçüler tam bir demokrasi karşıtıymış.”
Halbuki Atatürkçüler, demokrasiye değil, demokrasi kılıfıyla dayatılan ekonomik işgale, gericiliğe ve bölücülüğe karşılar. Bu nasıl bir demokrasi anlayışıdır ki toplumu yoksulluğa , gerici uygulamalara ve bölünmeye sürekler!?. Ayrıca demokrasi kılıfıyla sadece ülkemizin değil, tüm dünyanın tehlikeli bir sürece doğru sürüklendiğinin de farkındalar; hem ulusal hem de küresel endişeler taşıyorlar..
Aslında tüm bu “ Milliyetçilik” eleştirisinin ardında da Atatürkçülerin, Neoliberal Politikalara ve Küreselleşme Yalanı’na karşı çıkışı yatıyor. Zira post-emperyalizm, Ulus-Devletleri ortadan kaldırarak, Çok Uluslu Şirketlerin önündeki sınırları kaldırmak istiyor. Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, “ Neoliberal Küreselleşme, Sosyal Devlet ve Kemalizm” yazısında konuyla ilgili şöyle tespitlerde bulunuyor:
“...Uluslararası sermaye, hiç bir kamusal denetimin boyutlarına sığmayan bir güce erişmiştir. General Motors’un cirosu, Danimarka’nın; Ford’unki Güney Afrika’nın; Toyota’nınki Norveç’in gayri safi yurtiçi hasılasını aşmıştır. Sermayenin uluslararası boyutta böylesine büyük bir güç haline gelmesi, ulusal iktidarların önemini ortadan kaldıran ve giderek ulus devleti tarihe gömmeye yönelik sonuçlar doğurmaktadır.
Ottowa Üniversitesi profesörlerinden Michel Chossudovsky, bu sürecin, ülkelerin kamusal yönetim kurumları ve mekanizmaları üzerinde doğurduğu sonuçları şöyle anlatıyor:
‘...bu ülkeler vergi ve para politikaları üzerindeki tüm denetimlerini kaybediyorlar. Merkez bankaları ve maliye bakanlıkları ‘yeniden yapılanmış’, çoğu devlet kurumları lağvedilmiş, ekonomik vesayet kurulmuştur. Böylece, sivil topluma hesap vermek zorunda olmayan bir tür ‘paralel yönetim’ uluslararası örgütlerce oluşturulmuştur…”
Özgürlük adına devleti sınırlıyorlar ama ne hikmetse Çok Uluslu Şirketler ve onların yararına çalışan uluslar arası örgütler tüm dünyayı bir örümcek ağı gibi hızla sarıyorlar. İnsanlar küreselleştikçe huzur bulacaklarına daha çok endişeye kapılıyorlar. Çünkü bir avuç zengin ve onların etrafında örgütledikleri şirketler ve örgütler her alana nüfuz ediyorlar ve üstteki alıntıda vurgulandığı gibi devasa maddi güçleri ile bize hesap vermek zorunda olmadıkları “, doğanın ve insanlığın aleyhine” bir düzeni de oluşturmaktalar. Bu hala devam eden bir süreç ve bu süreçteki engellerden biri de Atatürk ve Atatürkçülük; tıpkı geçtiğimiz yüzyılda Atatürk’ün tespit etmiş olduğu gibi…
“…Atatürk’ün tutuşturduğu kurtuluş alevi, Anadolu bozkırlarıyla sınırlı bir amaca yönelmiş değildi. O, sömürgeciliğin ve emperyalizmin yeryüzünden ebediyen silineceği bir dünyanın kurulmasına katkı sağlamak amacıyla yola çıkmıştı. O, başından beri bilincinde olduğu bu durumu, 9 Temmuz 1922’de yaptığı bir konuşmasında şöyle açıklamaktadır:
‘Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye âzîm ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın dâvasıdır…”
Ama Atatürk umutsuz değildir, özenle beslediği bir umudu vardır:
“…Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan Şark milletlerinin uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklâl ve hürriyetine kavuşacak çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki, terakkiye ve refaha müteveccih olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istiklâle ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizmi yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletlerarasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hâkim olacaktır…”
Umuyorum ki, öngörüleri bir bir gerçekleşen Atatürk’ün, bir gün bu öngörüsü de gerçek olacak ve tüm insanlık olarak kardeşçe ve huzur içerisinde yaşayacağımız bir çağ başlayacaktır…
Atatürk’ün başka ama konuyla ilgili bir özdeyişle yazımı bitiriyorum: Yurtta Sulh, Cihanda Sulh...(Derya Koca )
IŞIK ve SEVGİ ile KALIN.......